Mehmet Okuyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Okuyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 13: Modernistler menkıbelerden neden hoşlanmaz?

Bazı şeyleri ancak tevafukla açıklayabiliyorum. Mesela; daha bugün, Muhammed Nur Ambarlı abi bir video paylaştı. Etiketli olduğum videoda Prof. Dr. Mehmet Okuyan, evvel dinlemişlerin alışık olduğu yüksek volume'lü üslûbuyla yine İslam'ı kurtarıyordu.[1] Ulu kurtarıcımızın bu seferki meselesi; sigara veya içki değil; evliya menkıbeleri, sahabe kıssaları, hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından sahneler gibi zararlı(!) şeylerdi. Anlatımı sırasında sık sık 'Masal bunlar...' demeyi ihmal etmeyen Okuyan; bu menkıbe, hatıra, kıssa türü şeyleri dinlerken duygulanan insanları ise 'salya sümük ağlayanlar' diyerek aşağılamayı ihmal etmiyordu.

Kaptan Spark gibi Vulkanlı olan Okuyan'ın (nüfusa yanlış olarak Trabzon diye geçmiştir) elbette en az Spark kadar, 'duygulanma' yetisine sahip insanları aşağılamaya hakkı vardı. Eğer yine bu tür hatıralardan yapacağımız alıntıların kendisini etkileyeceğini düşünseydik; Allah Resulünün, sahabe-i güzinin veya evliya-i mübarekinin böylesi şeyleri hasbihal ederek ağlaştığı sahneleri naklederdik. "Müslümanın da bir kalbi var hocam!" derdik. "Sizin gibi Vulkanlı değiller!" Fakat ilahiyatçı da olsa bir Vulkanlıyla konuştuğumuzu hatırlayarak olmayan hislerine ihtar çekmeyi doğru bulmuyoruz. (Acaba Kur'an'da bir insanî özellik olarak 'ağlamanın' geçtiğini hatırlatsak? Aman boşver. Adam duygulanmıyorsa, zorla mı yahu?)

Muhammed Nur Ambarlı abiyle bazen böyle atışıyoruz. Birbirimizi videolarda etiketliyoruz. Yazılar gönderiyoruz. Kitap sayfaları paylaşıyoruz. Kader... İki Nur talebesi, karşı saflarda. (Ben kendimi hâlâ böyle tarif ediyorum. Acaba Muhammed abi de hâlâ öyle tarif ediyor mu? Dayatmak istemem.) Fakat bu videonun paylaşım tarihi itibariyle şöyle bir anlamı var benim için. İşte 'tevafuk' diye de ben buna diyorum: Tam da modernist/ehl-i bid'a insanların neden menkıbelerle bu kadar takık olduğunu tefekkür ettiğim bir döneme denk geldi.

Malumunuzdur belki, Senai Demirci abi de 'kıssahanlar' diyerek epey eleştirmişti bu tür anlatı yapan (Nihat Hatipoğlu, Ömer Döngeloğlu gibi) isimleri. Başkaları da eleştirdiler... Hoş, anlatımdaki tasannu çoğu zaman bizim de damağımıza acı bir tat veriyordu. Biz de zaman zaman "Yanında mıydın be hocam!" diyerek sitem ediyorduk. Fakat oyun içinde oyun var. Niyet içinde niyet var. Bazen, aynı şeyleri söyleseniz de, aynı şeyleri kastetmiyor oluyorsunuz birileriyle. Karıştırıyor ve karıştırılıyorsunuz. Kaş yapayım derken başkalarının göz çıkarmasına yardım etmiş oluyorsunuz. Şunu farkettim geçtiğimiz süre zarfında da: İki tarafın yaptığı eleştirilerin ekseni tamamen farklı. Bir taraf komple böyle hatıraların naklinden rahatsız. Diğer taraf böyle güzide hatıraların yâdından rahatsız değil. Ancak ona tasannu karıştırılmasını ihlasa uygun bulmuyorlar.

Burada bir nefes alalım. Farklı birşey anlatacağım. Marvel (çizgiroman) karakterlerini bilirsiniz. Örümcek Adam, Kaptan Amerika, Flaş, Wolverine, Hulk, Kum Adam, Fantastik Dörtlü, X-Man vs... Hepsinin ortak özelliği şudur: Kendi halinde yaşamakta olan kahramanımız, bazen bilimsel bir mekanda, bazen de tesadüfler sarmalı içinde biyo-kimyasal etkiye maruz kalır. Bu maruz kalış sonucunda mutasyona uğrar ve üstün yetenekler kazanır. Üst-insana dönüşür. (Üst-insan ifadesi Niçe'den mülhem.) Bu konu hakkınca onlarca çizgifilm, film ve animasyon bulunduğu için (ve siz de çoğunu izlemiş olduğunuz için) kısa geçeceğim. Bütün bu yapımların bize söylediği şudur: "Tesadüfleri hor görme. Onlar canlıları çok daha üstün şeylere dönüştürebilirler!" Zaten bu tarz yapımlar içinde evrime sık yapılan atıflar, anlatılmak istenen şeyin sadece Peter Parker'ın hikayesi olmadığını düşündürürler bizlere. Alttan alta birşeye de inandırılmak isteniyoruzdur sanki: Tesadüflerin elinden harikaların sâdır olacağına...

Bunu neden vurguladım? Çünkü Allah'a imanımızla onu inkâr etmemiz arasında tam bu kadarcık mesafe var: Tesadüflerin elinden harikalar gerçekleşebileceğine inanmak ya da inanmamak, işte bütün mesele bu... Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisidir tesadüfün körlüğü... Kör olan, kontrolsüz olan, akılsız olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilmeyen sebeplerin elinden; görür olan, kontrollü olan, akıllı olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilen şeyler çıkar mı? Her türüyle, Allah'ı inkâr, biraz da buna çağırır bizi.

Ah şu tesadüflere birazcık inansak! Birazcık onların elinden de harikalar çıkabileceğine iman etsek! Herşey o kadar kolay olacaktır ki ateist için. Size meramını kolayca anlatacaktır. Fakat ateistin doğasıyla insan aklı/mantığı arasındaki ayar tutmamaktadır. Doğada, eğer sebeplere yaratıcılık verilecekse, işler düzensizden düzenliye doğru gitmeliyken; aklın kıstaslarına göre ancak düzenliden düzenliye doğru gidebilir. Yemeği yapan lezzetten anlıyor olmalıdır. Hayatı veren hayatı biliyor olmalıdır. Güzel kılan güzelliği takdir edebilir olmalıdır. Nizamı olan tesadüfî olamaz. Maruz kalan, aynı zamanda yaratan olamaz. Tabloyu yapan boyanın kendisi olamaz... Ancak ateist yine de umutludur. Sizi bir gün sebeplerin tesadüfen birşeyler başarabileceğine inandırabilirse yolu açılacaktır. Nitekim evrim teorisi dediğimiz şey de bu çabalarından birisidir. Marvel karakterleri de imkansızı mümkün göstermeye çalışan hayalî arkadaşlarımızdır.

"Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü'l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder."

Peki, ben, yazıyla doğrudan ilgili olmayan bu meseleden neden bahsettim? Bediüzzaman'ın bize Sözler boyunca (özellikle Küçük Sözler'in hikayeleri ve Haşir Risalesi boyunca) söylediği ikinci birşey de şudur: Varlık algısı bozuk olan bir insanda sağlam bir iman inşa edilemez. 'Nazarında pek fena bir memlekete düşen...'in iman etmesinin sağlanması için önce varlığın düşündüğü gibi olmadığı anlatılmalıdır. (Güzel düşünmeye başlaması için, önce, güzeli değil bakınız, 'güzel görmesi' lazımdır.) Göstermeyen tablo, öyle olmadığı hatırlatılarak, dağıtılmalıdır. "Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz." Bu nedenle Risale metinleri boyunca önce varlığın doğru/iyimser/hayırlı algılanışı bize aşılanır, sonra da bu varlık algısının gösterdiği Allah'a ve ahirete işaret edilir. Kainat kitabının, kafirin de ister istemez iman ettiği bir kitap olduğu düşünülürse; o kitaptan getirilecek delillerin gücü, işte bu doğru varlık algısının izah ve isbatıyla mümkündür.

Peki, bu noktada menkıbeler veya kıssalar bize ne söyler? Bence çok büyük sırlar saklıyorlar. Örneğin; modernizmin kıskacında ahsen-i takvim kıvamındaki insana imanını yitirmiş, onu hep esfel-i safilin konumunda görmüş olan bizlere, asl-ı insanı hatırlatan bir yönü yok mu menkıbe ve kıssaların? Umut vericiliği/özendiriciliği yok mu? Onları dinlediğimiz her vakitte "Adam diye ancak bunlara derler..." demiyor muyuz burnumuzun direği sızlayarak? Bu, bize olduğumuz şeyin ötesini, yani olmamız gereken şeyi (ahsen-i takvimi) hatırlatmıyor mu? Oraya doğru bir iştiyak ve heyecan uyandırmıyor mu? Yani Mehmet Okuyan'ın alay ettiği o 'salya sümük ağlamalar' aslında bizim aslımıza çektiğimiz özlemin yansımaları değil mi? Bu yönüyle kıssaların her metodik bilgiden öte aşıladığı bir hâl dersi yok mu? Bu ders eşsiz bir kıymette değil mi?

Mesela, Okuyan'ın, ancak atının ayağını bastığı toprak olabileceği İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri bakınız ne diyor: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Yine hadis ve fıkıh üstadı Süfyan b. Uyeyne de diyor ki: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner..." Hadi, böylesi nakillerden Vulkanlı Okuyan hoşlanmaz, bir ayeti hatırlatalım kendisine bari: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..."

Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli kitabında yeralan Kendimiz Olmak İçin başlıklı yazısında modernizme direnebilmenin bir yolunun 'salihleri anmak' olduğunu söylüyor. Neden? Çünkü salihleri andığınız, hatıralarını konuştuğunuz zaman bu çağın dayatmalarına mecbur olmadığınızı görüyorsunuz. Hassaten insanın ve tanımının, modern zamanların fasık ve güvenilmez insanından ibaret olmadığını ders alıyorsunuz. Kendinize ve dünyaya dair ümitleniyorsunuz.

Naklî bilgiyle araları pek hoş olmayan Okuyan gibi modernist sapkınların kıssalardan hoşlanmamaları anlaşılır birşey. Zira hadis-i nebeviyece nesillerin hayırlıları olarak tarif edilen sahabeye, tabiine, tebe-i tabiine güveni kırmazsanız; onların eliyle gelen hadis ve sünnete de güveni kıramazsınız. Onların dürüstlüğüne, asilliğine, şerefine halel getiremezseniz; bunun üzerine bir hadis inkârı bina edemezsiniz. Üzerine Kur'an müslümanlığı diyerek istediğiniz martavalı okuyamazsınız. Yarın bir gün hadisleri taşıyan eller hakkında, ulema-i İslam hakkında iftirada bulunduğunuzda cemaaten size; "Kapısında hırlayan köpek olamayacağın adamlar hakkında ne diyorsun sen?" diyenler olur. Elbette Okuyanlar, İslamoğulları, Dormanlar, Taslamanlar böyle şeylerden rahatsız olurlar. Modern insan algısını 'geçerli tek insan algısı' olarak aşılayamazlarsa, naklî bilgiye karşı güvensizliği nasıl aşılayacaklardır?

"Dördüncü sual: Sahâbelere karşı iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsâvat dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. (...) Diğer kısım ise, gayet müthiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidîn-i izâma müsâvat dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, Sahâbeye karşı müsâvat dâvâsı altında icra etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet, sefâhete girmiş, sefâhete tiryaki olmuş. Sefâhete mâni olan tekâlif-i şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: 'Şu mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?'"

Bunu test etmem mümkün değil ama, bu modernistlerin kem söyleminden etkilenmeyişimin bir sebebinin de küçüklüğümden beri evliya menkıbelerine meraklı oluşumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani faziletlerini bildiğimden ve onlara iman ettiğimden dolayı iddia-i rüçhan etmiyorum. (Acaba herkeste böyle midir?) Allah onlardan ve onların nurlu hatıralarını nakledenlerden razı olsun. (Ey Nurcu kardeş, sen ayrıca bir bak, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin bir güzelliği daha yüzüne gülümsedi mi?)



[1] Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?t=466&v=W1vSMq-XXWY

28 Aralık 2014 Pazar

Güya Allah'ı takdis ederken...21: Abese sûresiyle yapılmak istenen

Üslûbunu benim de beğenmediğim oluyor, ama Cübbeli Ahmed Hoca hakkında birşeyi yeterince takdir etmediğimizi düşünüyorum. Aşırı da olsa, ifrat da etse, sert de gelse ümmet adına tehlikeli olabilecek şeyleri sanki ilk o hissediyor. İslamoğlu konusunun da buna karine olduğunu düşünüyorum. Mustafa İslamoğlu söyleyeceklerini/söylediklerini yine söylerken, Nur talebelerinin bir kısmı dahi ona sempati ile bakıyordu. (Ben de dahil.) Hatta bazı Nurcu kurumlar kitaplarının satışını bile yapıyordu. (Radyo programı yaptırmak isteyenler de olmuş, bunu sonradan duydum.) Ancak daha o dönemlerde Cübbeli Ahmed Hoca sert şeyler söylüyordu İslamoğlu hakkında. Gün geçti, devir döndü, biz de Cübbeli Ahmed Hoca'nın lafına geldik. Çünkü hakikaten adam o gün 'büyütmeyelim' dediğimiz söyleminde ifrat etti, en son dilini bize de iliştirdi. Neredeyse dinden çıkardı.

Bundan evvel, dinler arası diyalog meselesinde, Cübbeli Ahmed Hoca, sert bir şekilde Gülengilleri eleştirirken de biz "Yahu bu da herkese çatıyor!" diyorduk, rahatsız oluyorduk; fakat ne oldu? Yine Cübbeli Ahmed Hoca haklı çıktı bence. Evet, üslûbunda o dönem sertlik vardı, ama hakikat yok muydu? Ne yazık ki, üslûbuna takılıp sözünün hakikatine bakmadık. Ben azından bugün bu örneklerle birlikte takkemi önüme koyup 'hocanın hakkını hocaya' vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu en azından kendi adıma düşünüyorum. Yazım kendisine kadar ulaşır mı bilmem, ancak ulaşırsa, hakkında "İfrat ediyor!" gibi laflar ederek ettiğim gıybet ve eleştirilerden dolayı helallik isterim. Demek sünnetteki salabeti onun ferasetini arttırıyormuş.

Abese sûresi mevzuuna gelelim. İslamoğlu'nun Abese sûresinin ilk ayetindeki kişinin Velid b. Muğire oluşu üzerine yaptığı tefsir (hoş, yalnızca o yapmıyor, o taifesi hep böyle yapıyor) ve 'kibirli adam' şeklinde yaptığı tevil; Cübbeli Ahmed Hoca tarafından "Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselama 'kibirli adam' diyor!" şeklinde lanse edildi. Bu yanlış. Mustafa İslamoğlu'nu artık günahım kadar sevmesem de kastettiğinin Peygamber Efendimiz olmadığını kendisi beyan ettiği bir meselede ona iftira etmek istemem. Ancak yine Cübbeli Ahmed Hoca'nın bu noktadaki hassasiyetinin boş olmadığını düşünüyorum. Evet, meseleyi çarpıtıyor, ancak oradan yapılan bir saldırıyı hissettiğinden bunu yapıyor bence. Fakat savunma haklı da olsa meşru dairede kalmak zorundadır.

"Bu saldırı nedir?" derseniz, onu da Dr. Mehmet Okuyan'ın yine Hilal TV'de yaptığı Tefhimu'l-Kur'an programın sırasında farkettim. Bu zümre, Kur'an'daki bir ayete dair kendilerinin yaptığı bir yorumu esas alıp, diğer bütün yorumların dalalette olduğunu ima eder tarzda tefsir yapıyorlar. Yani Bediüzzaman'ın ehl-i sünnetin mesleğine uygun olmadığını tekrar tekrar söylediği "Hak yalnız benim mesleğimdir!" söyleminde devam ediyorlar. Mesela bundan daha önce bir yazımda da alıntıladığım "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" hadis-i kudsîsini yorumlarken İslamoğlu diyor ki: "Buna hadis demek, Allah'a ve Resulüne hakarettir." Yani demek istiyor ki: "Buna hadis diyenler (başta İmam Gazalî olmak üzere) Allah ve Resulüne hakaret ediyorlar." Bu da aslında demek ki: "Bunu böyle söyleyenler dalaletteler." Bu da ilginç bir tekfir metodu, ima ile tekfir. İşte bunun benzerini Dr. Mehmet Okuyan da Abese sûresinin izahını yaparken söylüyor. Diyor ki: Yüzünü eşkiten, haşa sümme haşa, Peygamber Efendimiz değildir.

Tamam, sen öyle tefsir etmiyor olabilirsin, öyle tefsir edenleri beğenmiyor da olabilirsin, ama şu 'haşa sümme haşa' ne Allah aşkına? Ne demek istiyorsun? Mert ol, açıkça söyle. Sence, bu ayeti Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam diye tefsir edenler dalalette mi? Allah Resulünün ismetine mi halel getiriyorlar? Ne demek, haşa sümme haşa? Ne ile suçluyorsun bizi?

Bu bence çok önemli bir ayrıntı kardeşlerim. Biz hep bu noktada ıskalıyoruz olayı. Adamlar, ehl-i sünnet ekolünde olduğu gibi, Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece farklı yorumların dalalet olmayacağını düşünmüyorlar. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye kendilerinde hak buluyorlar. Halbuki Bediüzzaman'ın ifadesiyle "En güzel benimdir" demeye hak var en fazla. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye hak yok. Eğer ehl-i sünnet böyle olsaydı, bu kadar hak mezhep, bu kadar hak tarikat birbirinden farklı bu kadar ekol/zenginlik bir arada nasıl bu dairede kalabilirdi? Ama bunların açtığı çığır hayır değil. Bunlar ufaktan ufaktan, çaktırmadan çaktırmadan ehl-i sünnetin kanaatlerini dalaletle suçluyorlar. "Bulandırma denizi, uyandırma kerizi..." tarzı hafif hafif yapıyorlar bunu. Halbuki varmak istedikleri nokta açık: 14 asırdır bir ayet-i kerimeyi dahi yanlış yorumlayan bu insanların dini elbette 'uydurma din'dir. Elleri, dilleri, içtihadları güvenilir değildir. Kapılmayın onlara, dini bizden dinleyin.

Daha komik olansa, aynı programda, ilgili ayetlerde Peygamber Efendimizin aleyhissalatu vesselamın uyarıldığını da kabul ediyor Mehmet Okuyan. Hatta İbn-i Mektum'u (r.a.) gördüğünde Efendimizin kendisi nedeniyle uyarıldığını zikrettiğini de naklediyor. Ama nedense ilk ayette kastedilen o değil diye tutturuyor. Yani Efendimiz aleyhissalatu vesselamın uyarıldığı kesin. Ama niye uyarıldığı bunlarca meçhul. Yüzünü eşkiten de o olmadığına göre, o halde neden uyarıldı peki? Bunu da zorlu bir teville izah ediyor kendileri. İnsanlık hali olarak Efendimiz, Velid b. Muğire'nin çekip gitmesine üzülmüş. Ah be hoca, madem buraya kadar kabul ediyorsun, bir adım daha gelip Efendimizin bu üzüntü sebebiyle yüzünün şeklinin değişebileceğini de kabul etsene?

Ama olmaz. Bunu kabul ederlerse, ehl-i sünnete çakacak bir malzeme çıkmaz o zaman. Ne yapacaklar peki? Peygamber Efendimizi (kendilerince/güya) tenzih ederken ehl-i sünnete de '14 asırdır ayeti yanlış tefsir ettikleri' çamurunu yapıştıracaklar. Gördün mü bak, nasıl bir taşla iki kuş? Hem de bu sayede, ümmetin, Efendimize duyduğu muhabbeti kullanıp, bu yorumu yapmış müfessirlerin kafasına da bir kılıç çalacaklar. Onları 'sapkınlıkta' gösterecekler. Kardeşlerim, oyun büyük. Hüsnüzan edilmeyecek dolaplar dönüyor. Cübbeli Ahmed Hoca da bence bu tehlikeyi hissettiğinden agresif tepkiler veriyor. Üslûbuna takılmayıp bundan kelli endişelerine biraz daha kulak verelim, vesselam.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...