Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2022 Cuma

Ama Ukrayna bulutları da vuramaz ki!

Gökyüzüne bakmak Allah'ın emridir. Bugün bir yerde oturup bulutları seyrettim ben de. Sonbahar geldi. Beyaz kardeşleri azaldı. Şimdi esmerlerin zamanı. (Yoksa 'mürekkep rengi' mi demeliydim?) Mürekkep artıyorsa yazılanlar çoğalacak. Renkleri yanında bir özellikleri de çabukluklarıdır arkadaşım. Nasıl oluyorsa en ağır yüklüleri en hızlı koşuyorlar. Tonajları arttıkça ağırlaşmıyorlar. Fıldır fıldır dönüyorlar. Yerçekimini yanlış öğrenmişlerdir belki de. Neyse. 

Bu hareketli manzarayı temaşa ederken aklıma Ukrayna-Rusya savaşı geldi. "Ne alaka?" diyeceksiniz. Hani bir "Borular vuruldu-vurulacak!" tartışmasıdır gidiyor. Alternatif senaryolar çalışılıyor. "Hatlar kesilirse neler yapılır?" Gemilerle şöyle olur. Ötekilerle böyle olur. "Taşınmasa?" Taşınmasa olmaz. Doğalgazdır-petroldür artık herkesin ihtiyacı. Onlarsız bir hayatı düşünemez olduk. Şunca masraf da kendileri için zaten. Keretalar her yerde bulunmadıklarından taşınmaları lazım. Savaşta insan ölmesinden daha çok yakıt kesintisinden ürkülüyor. Öyle bulutsuz bir çağda yaşıyoruz.

Sonra düşündüm: Dur yahu! Petrol dünkü çocuk. Doğalgazın geçmişi ondan da yeni. Bunlardan daha acil taşınması gereken şeyler de var. Nedir mesela? Mesela: Su. Evet. Suyun insanlık için zarureti şu yeni yetmelerden çok fazladır. Bunların yerine alternatifler uydurulur. Petrol olmazsa kömür yakılır. Doğalgaz olmazsa elektrik tüketilir. Peki su olmazsa neyi tüketeceğiz? Nihayetinde âdemiyet olarak doğalgaz, petrol veya kömür değil düpedüz su yakıyoruz. Yani âb-ı hayatımızın daha bir evveliyetle taşınması lazım bize. Maşaallah, devletlerimiz-belediyelerimiz de bu ihtiyacın farkındalar ki, dağa taşa borular döşeyip ta evlerimize kadar onu getiriyorlar. Da... Birden bundan çok öncesi var.

Yani suyun dağıtımının işi insanla bitmiyor. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, otlar... Hepsi su istiyor. Susuz can yaşamıyor. Şu iş bize bırakılsa kimbilir ne halt ederdik? Hatta şöyle bir kurgu çatarak devam edelim tefekkürümüze: Su, ta dünyanın bir köşesinde çıksa, onu bütün dünyaya dağıtabilmek için kaç boru çekerdik? Kaç tanker çalıştırırdık? Kaç gemiye yüklerdik? Bütün bunlara yetişebilir miydik? Öyle ya, bakınız, daha şuncağız doğalgazın-petrolün altından kalkamıyoruz. Ufacık bir aksama ihtimaline kara kara düşünüyoruz. Halbuki suya ihtiyacımız yüzbin ziyadedir. Onun için tüketeceğimiz yakıtla da başedilmez. Yani böylesi bir durumda su taşımacılığına benzin de doğalgaz da elektrik de dayanmaz.

Peki ne yapılır o halde?

Cevabı Rabb-i Rahîm yaratmış da önümüze sermiş zaten. Tonlarca suyu hergün rüzgarlara yüklüyor. Bedavaya bütün dünyaya dağıtıyor. Yol masrafı olmuyor. Boru masrafı olmuyor. Depozito alınmıyor. Kimsenin kolu, beli, bacakları yorulmuyor. Semamız 'en komplike boru hatlarından bile milyon kere daha komplike' bir şekilde taşımacılık işini sürdürüyor. (Telefon hatlarından bile daha karışık.) Gökyüzünde dönen bu mucizeyi bulutlarla değil boru hatlarıyla yaptığınızı düşünün bir de. Ortaya çıkacak korkunç manzarayı hayal edebilir misiniz? Mümkün değildir ya. Yine de manzaranın çirkinliğini tahayyül etmek lazım. Hak Subhanehu bu taşımayı 'çirkinleştirmeden bile' yapıyor.


Yükü yere yükleseniz o da başka bir bela. Metropolde sırf insanlara ulaştırılacak su için yapılan kazıların haddi hesabı yok. Bir kere kazınca da bitmiyor. Yeni ihtiyaçlar-arızalar tekrar tekrar kazdırıyor. Bunu bütün dünya için hayal edin bir de. Bulutların olmadığı bir kürede borular aciz kalmaz mıydı? Hem bir de Bediüzzaman'ın Taş Risalesi'nde dikkat çektiği ikinci bir olay var. Bizim boru sistemlerini hayal etmemizden milyonlarca yıl önce arza devasa borular döşenmişti zaten. Yani yerin altında kaya katmanları arasında su birikiyor-akıyordu. Akarsuların yatağı onların dışarıya uzattıkları musluklardı.

İşte bugün gökyüzüne bakarken bunları düşündüm arkadaşım. Bulut kardeşlere can u gönülden bir "Maşaallah!" dedim. "Semanın karıncaları da bunlardır. Helal olsun gayretlerine..." dedim. Teşekkür ettim. Sahi, birgün bir bilimadamı karşımıza çıkıp, dese: "Doğalgazı-petrolü taşımanın masrafsız bir yolunu buldum. Onları rüzgara yükleyeceğim. Dünyanın her yerine götüreceğim." Ne kadar seviniriz değil mi? Halbuki Rabb-i Kerîmimiz semayı bir sevkiyat ağı olarak milyonlarca yıldır kullanıyor. Nankör insanın belki hergün gördüğü bu mucizeye bir teşekkür edesi gelmiyor.

Buradan şuraya da bir bakmak lazım derim bir de: Kur'an'da bulutlardan bahseden her ayet aslında yeni bir "Dikkatle temaşa et!" emridir. Böyle şeyleri gördüğümüzde 'yine sıradanlıklardan bahsedildiğini' düşünmeyelim. Bu zannımız hatadır. Kur'an bir ülfet-kırandır. Sıradanlıksa gafletimizin göbek ismidir. Hakikatte onlar 'tefekkür edilmeyi bekleyen harikalıklar'dır. Mesafeyi aşmak "Aynı işi Allah değil de biz yapsaydık nasıl olurdu?" diye düşünmekle oluyor. Evet. Elhamdülillah. Acizliğimizi görmekten korkmayalım. Bilakis teşhise bakalım. Acizliğimizi gördüğümüzde mucize de görünüyor.

24 Kasım 2021 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu neden "Keşke Yunan galip gelseydi!" dedi?

Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı.

İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.

Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:

"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."


Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...