13 Eylül 2016 Salı

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (3): Sopa aynı eller farklı

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur.'" Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885

Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkat çektiği bir husustur: DAİŞ'in sahte hilafeti, birçok safi kalpli mü'mini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine davet etmektedir: "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." Maide sûresindeki bu ifadeler üzerinden, şeriata göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ'e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu (ve hatta tek çıkar yol olduğunu) iddia eden bu insanlar; Ebubekir Hoca'nın tabiriyle 'yeni bir emperyal oyunun maşası' konumundadırlar: 'Müslümanı müslümana kırdırma' veya 'müslümanı müslümanla hizaya çekme' oyunu!

Halbuki, İbn-i Abbas (r.a.) gibi, mezkûr ayetteki küfrün 'mutlak küfrü' değil 'küfran-ı nimeti' kastettiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. (Yani Allah'ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün 'nimetiyetinden' istifade edememektir.) Hal böyleyken, böylesi ifrat yorumlarla, ehl-i İslam'ı yaşadığı topraklarda huzursuz, mü'min kardeşine karşı tekfirci, devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de büyük bir tuzaktan haber vermektedir. Mürşidim, aynı ayetler üzerinden yapılan benzer bir çarpıtmaya Münazarat isimli eserinde şöyle dikkat çeker:

“İnkılâptan on altı sene evvel Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem ta o vakitte meşhur Kemal’in Rüyâ’sıyla uyandım. Lâkin maatteessüf su-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı Araptan sonra İslamiyetin bir kıvamı olan Etrâki tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o kadar tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösterdi. 'Ve men lem yahkûm' (kim hükmetmezse) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki 'men lem yahkûm' 'men lem yusaddık' (kim tasdik etmezse) manasındadır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasiye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükümete itiraz ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim."

Görüldüğü gibi; bugün DAİŞ olup karşımıza çıkan zihin yapısı, Osmanlı'nın son döneminde de başka muhalif sûretlerde varolmuştur. Bediüzzaman'ın burada aynı ayet üzerinden bize aktardığı bilgi, bir asır sonra Ebubekir Hoca'nın DAİŞ üzerinden bize aktardığı bilginin neredeyse aynısıdır. O zamanın hükümetine yapılan tekfirci muhalefetin bir benzeri, bugün de, DAİŞ vb. örgütler eliyle bütün İslam ülkelerine dönük yapılmaktadır. Peki, Bediüzzaman'ın burada altını çizdiği 'siyasette muktesit meslek' nedir? Ben bu muktesit mesleğin yine Münazarat'ta bize aktarılan, benim de sıklıkla alıntıladığım, şu metinde saklı olduğunu düşünüyorum:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Bediüzzaman'ın, II. Abdulhamid'e veya İttihad ve Terakki'ye karşı sergilediği, dönem dönem değişen tavır, ancak bu metnin penceresinden bakınca anlaşılır. O, hükümetlere 'muhali talep etmeden' ve 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla bakmaktadır. Çünkü bilmektedir: "Seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Seyyiatını hasenatından çok gördüğünde muhalefet etmekte, ancak hasenatının seyyiatını geçtiğini düşündüğü noktalarda desteklemektedir. Bu meslek muktesittir. Zira umutla maksimumu istese de sahada optimuma razı olur. Teoriyle pratik, hakikatle arzu arasındaki nüansın farkındadır. Ve bize 'daire-i itikad' ile 'daire-i muamelat' arasındaki ayrımı da fısıldar.

Daire-i itikad ve daire-i muamelat ayrımı çok kritik bir ayrımdır. Burada yaşanacak bir zihin karışıklığı bireysel sahada vesveseyi, toplumsal sahada kargaşayı ortaya çıkarır. 'Tasdik etmek' ve 'hükmetmek' arasındaki ayrım da en çok burada kendini okutur. Daire-i itikadda herşey nettir. İtikad grilik kaldırmaz. Siyahlardan ve beyazlardan oluşur. Hak ve batıl birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmıştır. Fakat daire-i muamelatta işler böyle değildir. En müttaki insanlar bile bazen günaha düşer. En dikkatli insanlar bile unutkanlık yapar. En sağlam itikad sahipleri bile 'lazım-ı mezhep mezhep değildir' sırrınca nereye gittiğini o anda öngöremedikleri küfrü işmam eden sözler söyleyebilirler. Bu tıpkı mülk ve melekut ayrımı gibidir. Melekut cihetinde herşey nezih olsa da, mülk cihetinden bakıldığında hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımları vardır.

Bu noktada diyebiliriz ki: Daire-i muamelatta iktisatlı meslek 'hesanatın seyyiata tereccuhudur' ve Cenab-ı Hak bizi mizanda da böyle yargılayacaktır. Ancak daire-i itikadda böyle karşılaştırmalı ölçüm yoktur. Erkân-ı imaniyeden birisini hariçte tutan, diğerlerine/daha çoğuna duyduğu imandan ötürü necat bulamaz. "İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar..." Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi bu yönde bir soruya yukarıdaki kesinlikte başlayan bir cevap verir.

Ben de hayata/siyasete bakışımda mürşidimden öğrendiğim bu 'muktesit mesleği' korumaya çalışıyorum. Hükümeti bazen savunuyor, bazen eleştiriyorum. Savunduğum noktalarda hatalarını reddetmiyorum. Eleştirdiğim noktalarda iyiliklerini görmezden gelmiyorum. Çünkü biliyorum: "Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir..." demek Abdulhamid'in hatalarına onay vermek veya ortak olmak demek değildir. Onları 'anlamaya çalışmak'tır.

Daire-i muamelat ile daire-i itikad arasındaki o mühim ayrımı gözetmektir. Yine mürşidimin ifadesiyle; insan elbette kış içinde baharı ister, ama baharı irade edemez. Çünkü irade 'daire-i muamelat' ile, istemek ise 'daire-i itikad' ile ilintilidir. Dürüstlüğün doğru olduğunu her iman sahibi bilir. Ancak peygamberler haricinde kaç iman sahibi hayatını yalansız sonlandırabilmiştir? Günahın günah olduğuna imanımız tamdır. Ama hayat yolculuğunda o kem konağa uğramadan yaşayabilen kaç kişi vardır? Amel ile iman arasında ehl-i sünnetin gözettiği şu ayrım, mutezilenin yaptığı gibi büyük günah işleyenlerin tekfirle suçlanmamasını da sağlar. Amel ve iman ayrımı da aslında bir yönüyle 'daire-i itikad' ve 'daire-i muamelat' ayrımıdır.

Sadede geleyim: 17/25 Aralık sürecinde oluşturulmaya çalışılan puslu havada "Seyyiesiz hükümet muhal-i adidir" deyip Bediüzzaman'ın siyasetteki muktesit mesleğini hatırlattığımızda "Zulme rıza zulümdür!" cümlesiyle kafamıza vurmaya çalışan çok oldu. Güya biz, 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla AK Parti'yi savunduğumuzda hırsızlığını(!) da savunmuş, hatta onaylamış, hatta bizatihi ortağı oluyorduk.

Halbuki Bediüzzaman o gibi yerlerde der: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Yani bu ortaklık ancak 'taraftarlık' ve 'hoşgörmek' ile mümkün. Biz, ehl-i iman mü'minler, ne zaman hırsızlığa taraftar olduk veya hoşgördük ki, bundan pay sahibi olalım? Bizim karşı çıktığımız siyasette muktesit mesleğin kaidelerine uygun hareket edilmemesidir. Seyyiesiz hükümet mümkünmüş gibi davranılması ve imkansızın talep edilmesidir. Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Mürşidim der: "Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak."

Şimdi de benzer bir durumu 15 Temmuz'un ardından yürütülen soruşturmalarda meydana gelen hatalar bahsinde yaşıyoruz. Kafamıza kaldırılan sopa aynı. "Zulme rıza zulümdür." Fakat bizim ne suçluların suçsuz muamelesi görmesine onayımız var ve ne de suçsuzların suçlu muamelesi görmesine. Ne adalet-i mahzadan sapmışız ne de adalet-i izafiyeye sahip çıkmışız. Ancak şunun farkındayız: Daire-i itikadda adalet-i mahza hükümferma olsa da, ki kalbimiz onun doğruluğuna iman ile doludur, sahada gerçekleşen her daim mutlak adalet değildir. Saha insanlıdır. Kusur ise insanın imzasıdır. Üstelik, sahanın/sorunun şartlarına göre uygulamaların şekli de değişir. Bulaşıcı bir hastalıkta karantina adalet olurken, bulaşıcı olmayan bir hastalıkta zulümdür. İlletin bulaşıcılığı tedavinin de tedbirini değiştirir.

Şimdi, elverilirse, bizim sormak istediğimiz şu: Mutlak bir şekilde adalet gerçekleşmediğinde 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse'yi hataya nefes aldırmayan bir mükemmeliyetçilikte mi anlayacağız, yoksa 'arzuladığı ve tasdik ettiği adalet-i mahza idi, fakat sahada bunu gerçekleştiremedi' deyip 've lem yusaddik' şıkkını mı seçeceğiz? Biz AK Parti'yle ilgili bu işte ve her işte bu mizanı korumaya çalışıyoruz. Asayişi muhafazanın başka yolla mümkün olmadığını düşünüyoruz. Öyle ya! Meslek 'muktesit' olmadıktan sonra, her devrimin, ardından 'onunla tatmin olmamış' bir yenisini doğurmayacağını kim garanti edebilir? Gayrı siz söyleyin: Her denge ve iktisat arayışını 'zulme rıza' sopasıyla kovalamak doğru mu? Başımızdaki kadının 'ismetine' mi, yoksa 'adaletinin zulmüne galebesine' mi bakacağız? İsmetine bakarsanız bu iş yaş...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...