"Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile."
Yani dinin varlığı topyekün bir tevekküldür. Sırr-ı teklif denilen, üzerine imtihan edildiğimiz şey, sırr-ı tevekküldür. Biz İslamî emirleri/nehiyleri yerine getirirken sonuçlarının kazandıracağı hususunda Allah'a tevekkül ederiz. Aklımız, eylediğimiz her işin sonuçları konusunda bize sağlıklı veriler vermez. (Faizi 'kazandıran' görür mesela, zekatı 'kaybettiren.') O sağlıklı veriler verse de nefsimiz bu verilerle tatmin olmaz. İşte bu noktada, aksi yöndeki tüm yönlendirmelere karşı, Allah'a tevekkülümüzle ayakta dururuz.
Bütünün Rabbi, yani Rabbu'l-Âlemin olan, odur. Bizler parçayız. Aklımızla parçalardan çıkardığımız sonuçlar bütün hakkında yanıltıcı olabilir. Ama bütünün sahibinin verdiği emirler/nehiyler bütün hakkında yanılmaz. Hayır vücudîdir/varlıksaldır ve varlıksal olan da bütüncül veya 'bütüne uyumlu' olandır. Parçanın varlığı ancak bütünle devam eder. Bütünle tekerrür eder. Bütünle anlamlanır. Parça sona erse de bütünün varlığı devam eder. Bütün adına varolanlar veya o bütünde bir anlam bulanlar da, parça olarak sönseler bile, bütünle birlikte varolmaya devam ederler.
Bediüzzaman'ın "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." derken dikkatimizi çektiği de bence budur. Ubudiyet, bütünün anlamı adına yapılan şeydir. Enaniyet, parçaya sahip çıkmak adına girişilen iştir. İnsan varolarak yok olamaz. Ama sahip olarak yok olabilir. 'Fenafillah' olarak tabir edilen o muhteşem makam, madem o makamın ehli hakikaten yok olmamaktadır, o halde dünyanın 'sahiplik cihetiyle' terkidir. Peki, dünya sahiplik cihetiyle nasıl terkedilir? İşte bunu bize tevekkül söyler. İnsan tevekkül ettiği her yerde aslında bir şekilde sahipliğini terkeder.
Bir duvarcı ustası bir mimara tevekkül eder. Böylece yapması emredilen duvardan başka birşeyi kafasında/kalbinde taşıması gerekmez. Ancak bu rahatlığın bedeli aynı zamanda şudur: Mimarın tasarladığı planlar çerçevesinde çalışmaya mecburdur. Eğer tevekkülü terkederse planın da dışına çıkar. Eser bozulur. İşte bu yönüyle her günah o yöndeki bir tevekkülün terkidir.
6. Söz'ün tefsir ettiği, Tevbe sûresinin 111 ayeti olan; "Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler..." aslında bize tevekkülü tarif eder. Biz tevekkülle, yani yolunda amel ederek, canlarımızı ve mallarımızı uğrunda feda ettiğimiz Allah'tan bir cennet alırız. Bunu sadece ahiretteki cennet olarak anlamaz Bediüzzaman, 'beş derece kâr içinde kâr' diye tarif ettiği beş tür cennetten bahseder. Bazıları bu dünyadadır.
Peki, kolay mıdır tevekkül? İçindeki 'firavuncuk'tan vazgeçemeyenler için zordur. Çünkü insan 'deli gibi sahip olma' arzusuyla yaratılmıştır. (Bu yüzden belki de alışveriş yapmak kimilerini rahatlatır.) Fakat, sahip olma arzusuna sahip olduğu halde, sahip olmakla gelecek sorumlulukları taşıyacak gücü yoktur. Neden yoktur? Çünkü birşeyin sahibi olmak aslında onun Rabbi olmaktır. Birşeyin Rabbidir ancak sahibi. Çünkü Rablik, o şeyin muhtaç olduğu her türlü terbiye ve tedarikle maksada sevkedilmesini gerektirir. Peki, insanda sahip olduklarını arızasız bir şekilde maksatlarına yönlendirebilecek bir kudret, bir ilim, bir irade var mıdır? Olmadığını 6. Söz'ün başındaki hikaye anlatır bize:
"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"
Allah bize tevekkül ile sahip olacağımız bir cennet vadediyor. Kur'an'da bu kadar sık tevekkülün vurgulanması da bundan belki. Sahipliğin terki yüklenmekten gelen her sıkıntıdan kurtarır. Günahtan şirke uzanan o korkunç ve korkutucu cendereden çıkmanın yolu, yolun bir yerinde durup, 'bütünün sahibi/Rabbu'l-Âlemin' olan Allah'ın doğru/yanlış dediğinin kanaatimize göre doğru/yanlış olandan daha doğru olduğunu itiraf ve istiğfar edebilmekte. Bu kabulun ardından haketmediğimiz sahipliği terketmeye başlayacağız. Terkettikçe farkedeceğiz ki, hatalar, kendimize yaptığımız zulümler. Taşıyamayacağımız yükleri alıyoruz omzumuza. Başımıza ne gelirse bundan geliyor. Demem o ki arkadaşım: Tevekkül, yükümüzü 'Kadîr-i Külli Şey/Herşeye gücü yeten'e ve Alim-i Külli Şey/Herşeyi en iyi bilene' bırakmaktır. Çünkü ancak onun gücü yeter.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder