Ütopya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ütopya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

Şuayb aleyhisselam liberalleri gördü mü?

Dedim ya daha önce de: Fâtır sûresinin öğrettiği kritik birşey var arkadaşım: Şeytan beşeri Allah ile de aldatabilir. Ne demek bu? el-Cevap: ("Allahu'l-a'lem!" kaydıyla dinle ey kâri.) En katıksız hayırlar dahi zifir kötülüklerin aracı kılınabilir. Üzerlerinden cerbeze çevrilebilir. Manipülasyon yapılabilir. Tuzaklar kurulabilir. Zaten 'ideolojiler çağı' diye de tesmiye edilebilecek 'ahirzaman tecrübesi'nin gösterdiği budur: "Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır." Yani ütopyaları arzulanır kılan içlerindeki hakikat tohumudur. 

Evet. Herbirisi kendince bir hakkı tutmuştur. Peşinden koşmaktadır. Yokluğundan sızlanmaktadır. Şifasın aramaktadır. Mesela: Feminizm kadını, komünizm işçiyi, faşizm ulusu, kapitalizm sermayeyi vs. korumaya çalışmaktadır. Ama? Fakat? 'Ama'nın ve de 'fakat'ın cevabını da yine mürşidim verir: "Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan tâmimdir." Demek 'haklı hassasiyetin haksızca manipülasyonu'ndan da ileri gelebilir böylesi sapmalar. Bâtılın da elinden gelir bu tip 'ayyüzlü aldatmaca'lar.

Öyle ya. Kul, her ismiyle/sıfatıyla 'subhan' olan Allah'ı hakkında bile aldatılıyorsa, daha 'aldatılamayacağı' ne vardır? Yani ayetin işaret ettiği zirve altbaşlıklara karşı da uyarıdır. (Burada da "Allahu'l-a'lem!" demeyi unutma ey kâri.) Nitekim, ümmet-i Muhammed'in yaşadığı fırkalaşma süreci de incelendiğinde, herbir bâtıl mezhebin 'yanlış bir temayülle kıvamını bozduğu Allah tasavvuruna' yaslandığı görülür. Mutezilenin 'tenzih' anlayışında da bu vardır. Mürcie'nin 'rahmet' anlayışında da. Cebriye'nin 'azamet' anlayışında da. Vehhabiliğin 'tevhid' anlayışında da. (Ve saymadığımız nicelerinde de.) Aşağı-yukarı hepsinin sapkınlığı 'iyi niyetli' bir vurgu farklılığıyla başlamıştır. Bütünlüğün güzelliğine razı olamayanlar, ne yazık, cüretkâr bir parça övgüsüne yaslanmıştır. Gavvaslar ellerine geçen mücevheri hazinenin kendisi sanmıştır. Körler dokundukları yeri filin ta kendisi zannetmişlerdir. Böylesi kırılmalar bazen tefritlerinden bazen de ifratlarından kaynaklanmıştır. Ölçünün yitimi nice azları çoklara galip etmiştir. Eh, evet, tasarımın yasası budur: Vurgu azı çoğa galip eder. Kalın yazılmış satır bütün bir metinde kendini övgüyle-istibdatla okutur. Yârin yüzü yüzbin yüz içinde aşk ile seçilir. İblisin böyle çok silahı vardır.

Arkadaşım daha bir başkasını da Hûd sûresinin 87. ayetinde görüyorum ben. Ve elbette yine Allahu'l-a'lem. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor ayet bize: "Dediler ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terketmemizi, sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” Bilindiği gibi Şuayb aleyhisselamın irşad vazifesiyle görevlendirildiği kavim Medyenlilerdi. Gerek Kur'an'da gerek başka kaynaklarda aktarılanlardan öğrendiğimize göre Medyenliler ticarette gelişmiş bir kavimlerdi. Ancak alışverişlerinde haksızlık yapıyorlardı. Ölçüde-tartıda oyunlar çeviriyorlardı. Şuayb aleyhisselam da hem şirkleri hem de kem ahlakları hakkında uyarmıştı onları.

Tabii mevzu 'mallar hakkında dilediğini yapabilecek bir serbestlik' konusuna gelince insan günümüz liberalizmini hatırlamadan edemiyor. Hatta mürşidimin 20. Söz'ünde hepimizi uyandırdığı "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..." hakikatince "Bu kıssadaki kanun-u umumînin bir ucu 'burada/liberalizmde' diğer ucu 'orada/Medyenlilerde' olmasın mı?" diye sormadan yapamıyor. Çünkü nihayetinde liberalizm de "Bırakınız yapsınlar!" üzerine kurulu bir düzeni ifade etmekte. Evet. Fritjof Capra da Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası'nda liberalizmin öncü filozofu John Locke hakkında diyor ki: "Locke'un en yenilikçi teorilerinden birisi ekonomide fiyatlarla ilgili olarak yapmak istediği şeydir. Petty, fiyatların ve malların, onları vücuda getiren emek miktarını tam olarak yansıtacağını söylemişken; Locke, fiyatların aynı zamanda talep ve arz tarafından nesnel olarak belirlendiği fikrini ortaya attı. Bu fikir o günün tüccarlarını 'âdil' fiyatlara ilişkin ahlak yakasından kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda ekonominin bir başka köşetaşı haline geldi ve mekaniğin yasalarıyla aynı statüye yükseltildi."

Yani liberalizmle ölçü-tartı mevzuundaki dengesizliğin zirvesini ifade edebilecek bir yaklaşım başlamıştır. Bu sırf alınan-satılan arasında 'gramajdan çalma' şeklinde bir yolsuzluk değildir. Hayır. O buna göre çok masum kalır. Liberalizmle ürün değer sistemi temelinden altüst olmuştur. İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyh gibi "Bu ürünün fiyatı bu kadar az değil!" diye satıcıya fiyat arttıran veya "Pahalıya satmışsın!" diye çırağına kızan tüccarlardan gelinen nokta "Gideri varsa koy gitsin!" fırsatçılığıdır. İşte, şu durumu bir fizikî yasa genel-geçerliliğinde dünyaya kabul ettiren, içselleştirden, liberal ekonomi anlayışıdır. Mezkûr anlayış bugün herkesin 'normal'idir.

Yazının asıl konusu olmadığından burayı hızla geçerek sadede koşayım: Liberal aydınların toplumda gördükleri işlev de kimi açılardan Medyen ahalisinin söylemine benzemektedir. Bugün piyasada çoklukla yazan-konuşan liberallerin dinle-dindarlarla ilişkisine baktığınızda hep bir 'yumuşatma' çabası görürsünüz. Onlar sosyalistler veya komünistler gibi dini tastamam karşılarına almazlar. Ya? İçine sızabilecekleri yollar ararlar. Teviller kollarlar. Dinin argümanlarını çarpıtarak kendilerine/söylemlerine meşruiyet zemini inşa ederler. Tabir-i caizse, diğer sol ekoller gibi tokatlamazlar da, yanaktan şıpşıp makaslar alırlar. Sırt sıvazlarlar. Ayetin ahirinde dendiği gibi iltifatlar ederler: "İnneke leente'l-halîmu'r-raşîd(u)/Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın." Bugün liberal aydınların da dindarlara en çok yaptıkları budur. 

"İslam hoşgörü dinidir. Sevgi dinidir. Akıl dinidir..." gibi vurgulu söylemlerin altını biraz kazdığınızda çıkardığınız şudur: "Canım o kadar da sıkmayın herşeyi yaa. Bakın, biz sizin bazı yönlerinizi takdir ediyoruz, hadi siz de biraz bizim tarafa gelin. Şu sertliğinizden taviz verin. Halîm olun. Raşîd olun. Ama anladığınız gibi değil bizim istediğimiz gibi olun. Yumuşayın. Uyun. Çağı tanıyın. Adaptasyon sağlayın. Bırakınız herkes istediğini yapsın yahu!" Diğer bütün tartışmalar aslında bu telkinin altbaşlıklarından ibarettir. Makas alma türlü şekillerde sürmektedir.

Hatta ayetin orta kısmındaki "Sana bunu namazın mı emrediyor?" sorusu da bugüne kolayca taşınabilmektedir. Bugün de Medyenlilerin ahirzaman kardeşleri liberaller dinin farklı yönlerini/uygulamalarını parlatarak diğer bazı şer'i uygulamaların-anlayışların ensesine çökmektedirler. Nasıl? Mesela: Din düşmanı birisinin ölümünde buğzunu mu dillendirdiniz. Cık, cık, cık. Hemen Aleyhissalatuvesselamın bir yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı hatırlatılır. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diye mi haykırdınız. Hemen "Avrupa ikidir!" ile karşınıza dikilinir. "Cennete yalnızca müslümanlar gidecek!" falan mı dediniz? Aman. Sakın. Nasıl yaparsınız? Hemen "Ehl-i Kitaptan öyleleri vardır ki..." ile başlayan ayetler başı-sonu-bağlamı koparılarak kafanıza vurulur. Hülasa: Bu kadim bir tâcir taktiğidir. Tam ismini sorarsan: 'Dine karşı din'dir. Eeee, tâcir adam uyumlu olur, her nabza göre şerbet vermesini bilir. Karşısına alıp dövüşmez.

 Uzatmayayım. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim ve dedim. Benim kalbime gelenler bunlardır arkadaşım. Fakat, dikkat et, "Hemen alıp bağrına bas!" demiyorum asla. Bu şüpheyle biraz liberal aydınların yazdıklarına/söylediklerine bakmanı istiyorum. O zaman belki şurada dokunduklarımdan fazlasını sen diyeceksin. Ve göreceksin ki: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor." Onun buyurdukları asla eskimiyor. Çünkü insaniyetin yasası değişmiyor. Biz de bugün Şuayb aleyhisselamın yerindeyiz işte. Onun kavminden bin beter tüccarlarla mücadele etmekteyiz. Kıssalarda nasıl yaşanılacağını daha fazla tecrübe etmek istersen 1. ve 2. Lem'aları oku isterim. Bediüzzaman, bizi o zamana götürmemiş, o zamanı alıp bize getirmiş. Vesselam.

29 Ekim 2015 Perşembe

Önce 'amelinizde' rıza-i ilahî olmalı (3): Her ütopya bugünden vazgeçmektir

Ufkuma bir kızılelma konulduğunu hissetiğim her alanda mütereddidim. Ütopyaların insanları daha enerjik, fakat kullanışlı ve sorgulamaz hale getirdiğine inanırım. Bu nedenle 'ütopyasız bir bugün' yaşamayı, 'ütopyalı bir bugün' yaşamaya tercih ederim. Kızılelma, bir yanıyla da 'bugünden vazgeçme' demektir çünkü. (Hayal ve ütopya aynı şey değildir. Hayalle bağımız ütopya ile kurulandan daha bedelsiz, esnek ve yumuşaktır. Ütopya toplumsal bir kalıptır. Hayaller bireyseldir ve zamanla değişebilir.)

Adalet-i mahzadan adalet-i izafiyeye kayan bir bakış açısı saklıdır koynunda. Esas olan yarın olunca; bugün, yarın için pekala gözden çıkarılabilir hale gelir. (Bugünün fiilleri ve kişileri de öyle.) Halbuki imtihan süreci bugünü ve yarınıyla yaşanmaktadır. Müminin ahirette cenneti/cehennemi kazanması, bilmem kaç yıl sonra bu dünyada bir kızılelmanın gerçekleşmesinden daha çok, kendi hayatının her gününü (Dördüncü Söz'de ifade edildiği gibi) yirmidört altın değerinde görmesine bağlıdır.

O altınları doğru yerde, her gün ama her gün, sarfettikten sonra yarın yine eline o altınların geçip geçmeyeceği veya o altınların neticesinin ne olacağı omuzlarında yük değildir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle; mümin kendi vazifesini yapar, fakat vazife-i ilahîyeye karışmaz. Hayatın her günü, Allah'ın birer emaneti olarak, bizzat kendisinin hakkı verilmek için yaşanır. Daha iyi yarınlar için ödenmesi gereken bedeller olarak değil. Çünkü daha iyi yarınlar Allah'ın takdiri elindedir. Vermesi de garanti değildir. Böyle bir yarından bahsedeceksek illa, bugünün adına yaşanacağı yarın ancak ahirettir.

Ütopyalar bu yönüyle ahireti dünyaya getiriyor. Hayatınız, ütopyalar eşliğinde, İslamî söylemler içinde boğulsa bile, sekülerleşiyor. Baharın bu dünyada gelmesini ummak ile irade etmek arasındaki fark, dua ile ütopya arasındaki farkın da nüansını oluşturuyor bence. Doğruyu, onu bugün doğru olduğu için yapmakla, yarın kazandıracağı için yapmak arasında bir ihlasçık fark var. Küçük görünüyor, ama aslında büyük. Hem sonrasında başlayan sapmalar da bu niyet farkından besleniyor.

İslam'da niyetlerin sıhhatine verilen kıymet, doğru olmayan bir niyetle yapılan amelin sapmanın ilk adımı haline gelmesinden ötürüdür. Eğer ihlasla yapmıyorsanız, (Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'daki ifadesiyle) 'sırf emredildiği için' ve o emir ile bugün mesul olduğunuzdan dolayı yapmıyorsanız; yani daha iyi bir yarını kazanmak amaçlarınızdan biri haline gelmişse (ve görece öne de geçmişse) o halde 'daha iyi bir yarın için' menfaatli görünen bir yanlışa bugün düşmeniz pekâla mümkün.

Adalet-i izafiye böyle başlıyor: Yarına göre bir bugün. Kıymetini yarının meçhul faziletinden alan bir bugün. Odak noktanız yarına kaydı. Daha iyi bir yarın için bugünden (ve bugünki herşeyden) vazgeçebilirsiniz artık. Bugün, sizin için kıymetsiz, aradan hemen çıkarılması gereken birşey. Ben ütopyalardan korkarım. Zira ütopyalar, bugünü işte bu hale getirir.

Önümüze hangi sosyolojik veya siyasi proje konursa konsun, sormamız gereken şey; bugünün yirmidört altınından ne istediği? O altını 'kumara mumara verip zayi etmemizi' mi istiyor? Yoksa 'efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde etmemizi' mi salık veriyor? Ütopyanın dilinin İslamî olması bizi kandırmamalı. Bizim, bugünü feda edebileceğimiz tek şey, Allah rızasıdır. O da salt niyette rıza-i ilahînin olmasıyla mümkün olmaz. İhlas Risalesi'nde dendiği gibi: Amelde de rıza-i ilahî olmalıdır. Fiilimizin de rıza dairesine isabet etmesi gerekir ki, şeytanın sağdan yaklaşıp bizi aldatmadığına ve kimseyi aldatmadığımıza emin olalım.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Çok kimlikli olmanın kökenleri 10: Tasdikten tasavvura dönüş

‘Çok kimlikli olmanın kökenleri’ yazıları, benim nicedir açlığını duyduğum, ‘birisi yazar’ diye beklediğim bir alana tekabül ediyor aslında. Gülen Hareketinin, Risale-i Nur mesleğinden ayrıldığı noktalar ve bunların sonuçları üzerine bir basit yazı dizisi. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır, fakat nihayetinde birşeylerin altını çizmeye çalıştığı için değerli. Altını çizdiği şeylerle, daha sonra kendisinden sanılmakla Nurlara sürülecek bir çamuru, onun pâk teninden silmeye çalışıyor. Ve Metin Karabaşoğlu, Yusuf Kaplan, Senai Demirci gibi birkaç isim hariç, kalem oynatmaya/söz söylenmeye korkulan bir alanda, daha sonraki kuşaktan birisinin de bu yönlü itirazları olduğunu göstermeye çabalıyor. Hem de ortaokul-lise yıllarını camianın içinde geçirmiş ve hâlâ iş/aile bağları dolayısıyla onlarla organik teması kesilmemiş birisi tarafından yapılıyor bu eleştiriler. Uzaktan bakan birisinin sözleri değil.

Bu farkları göstermek neden ehemmiyetli? Bu sorunun cevabıyla başlayalım. Öncelikle; Gülen Hareketi, kendisini, Bediüzzaman’ın Risale mesleğinin devamı ve hatta emanetinin bu zamandaki sahibi olarak görüyor. Hatta bu noktada cemaatin sahip olduğu kurum/kişi sayısı üzerinden Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş talebelerin dahi onu anlayamadığı tarzı bir argüman üretiliyor. İçten içe “Allah bizi galip/çok kıldı. Çünkü Bediüzzaman’ın emaneti aslında Hocaefendi’de!” tarzı, şer’i anlamda dayanaksız, belki ancak rüyalara ve bazı mistizm yüklenmiş şeylere zorla dayandırılabilen savlara sahipler. (Örneğin; Bediüzzaman’ın babasının ismi Mirza, Hocaefendi’ninki Ramiz. İkisi de aynı harflerle yazıldığından... gibi.) Hatta bazı uydurulmuş menkıbelerle/hatıralarla da besleniyor bu anlayış. Bazı örneklerini daha evvelki yazılarımda vermiştim. Tekrar etmeyeceğim.

Bu aslında Gülen’in kurnazlığı bence. Bediüzzaman’ın bu topraklarda sahip olduğu temiz miras üzerinden kendi mesleğini inşa etmenin bir yolu. Hocaefendi, bu miras üzerinden nüfuzunu arttırmaya çalışmasa, böyle geniş kitlelere ulaşabilir miydi? Mümkün değil. Çünkü çoğu yerde ona yol verenler, oralarda Nur hizmetini yürütenler oldu. İzmir’de başlattığı hareketi ele alalım mesela. Mustafa Birlik abi gibi, o bölgede zaten etkin hizmetler yürüten birilerinden destek almasa, Gülen bu noktaya gelebilir miydi?

Yargılanırken Nurculuğunu inkâr etmesi ve ardından kendi yolunu çizmek için yaşadığı ayrılık. Bundan sonrası aslında Gülen ve takipçilerinin kimliklerindeki büyük kırılmanın başlangıç noktasıdır. Gülen, o andan sonra, her zaman iki kimliklidir. Bir yönüyle Bediüzzaman’ın hizmetinin bu zamandaki söz sahibidir(!); diğer yanda ise, kendisinin Bediüzzaman’la irtibatını anlatan bir yazıda (ki kendi sitelerinde de yer almaktadır bu yazı) söylendiği gibi; Risale-i Nur, onun okuduğu kitaplardan bir kitaptır ve sırf onu okuduğu için Nurcu sayılmamalıdır. Çünkü o çok başka isimleri de okumuştur.

Buradan başlayan kırılma, daha sonra Gülen’in ele aldığı her kavram veya ideoloji karşısında iki dilli konuşmasına neden olmuştur. Gayrı neyi elinize alsanız, en aşağı iki Gülen bulursunuz karşınızda. Batı’yı eskiden beğenmez, çok sert eleştirir; ama sonra beğenir, hatta orada yaşar. Okumak için başını açmaya önceleri şiddetle karşı çıkar, ama sonra fürûat deyip fetva verir. Doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse edip Kemalizmi bitirecek adam gibi alttan alta tanıtmasına rağmen kendisini, sonradan Mustafa Kemal’e hoşgörüyle bakılmasını ister. Hatta din dostu görmeye başlar. Daha bunun gibi her neye el atsanız, Gülen’in iki hatta daha fazla yüzüyle, kimliğiyle ve söylemiyle karşılaşırsınız. Mavi Marmara’da büyük puntolu beyanatlar verip “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” diyen adam, Gezi olayları başladığında otoritenin adını bile anmaz. Hatta eylemcilere cesaret verecek argümanlar kullanır.

İşte ben de bu çift dilli yerleri, hassaten Bediüzzaman’ın takip ettiği omurgalı yoldan ayrıldığını noktalarda teşhis etmeye çalıştım bu yazılarla. Bir yandan Bediüzzaman’ın mirasçılığı savunulurken aslında onun mirasına nasıl ihanet edildiğini göstermeye gayret ettim. 10.’sunu yazıyorum bugün bu yazıların. Başlarken 5 tane yazmayı planlamıştım. Sonra 7 oldu. Sonra 10. Daha da yazılabilir. İnşaallah ileride daha sağlam yazılarla ve daha ince araştırmalarla yapanlar da çıkacaktır. Benimkisi onların girizgâhı kabilinden birşey belki. Ön adımlardan birisi.

Kurumların kutsallaşması, istiğna mesleğinden uzaklaşma, kemiyetin (niceliğin) yükselişi, şebperestlik, Kemalizmin içselleştirilmesi, kişi merkezlilik, seçilmişlik algısı, abilerin ağalaşması ve dindarların memurlaştırılması... Bunun yanısıra yazılmasını arzu ettiğim, ama kendim yapmaktan vazgeçtiğim birkaç şey daha var. Mesela; ‘tedbir’i nasıl izzetsizliğe, dönekliğe ve bazen de casusluğa varır bir tarzda yorumladıkları ve uyguladıkları; ama Bediüzzaman’ın nasıl bunun tersi izzetli bir tedbir anlayışına sahip olduğu üzerinde durmak isterdim. Yine ‘istişareyi’ nasıl asıl manasından uzaklaştırıp avamın iradesini ellerinden alma/yönlendirme aracı olarak kullandıklarını da yazmak istiyordum. Ve yine Bediüzzaman’ın metinleri tefekkür ve marifet odaklıyken, Gülen’in metinlerinin hareket ve aksiyon odaklı olduğu üzerine birşeyler karalayacaktım. Fakat inadım bitti. Son bir tanesini daha ele alıp bu seriyi burada bitirmek istiyorum. Altın Nesil meselesi...

Altın Nesil ilginçtir bence. Çünkü ortaya çıkışı aynı zamanda Fethullah Gülen’in Nur hareketinden ayrılıp kendi yolunu çizdiği döneme rastlar. Gülen, 1975’te, İzmir’de Altın Nesil konferansında onu şöyle anlatır: “....Yunanlı bir şey bekler: O dünyayı kirden, pastan kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa; hem içini, hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz...”

Daha başka metinlerde, Altın Nesil, Mehmet Akif’in Âsım’ı, Tevfik Fikret’in Haluk’u gibi şeylere de bağlanır. Fakat burada asıl ilginç olan; Gülen’in bu Altın Nesil’inin Kur’an’da ve sünnette bir dayanağı olmayışıdır. Yani ışığını onlardan almaz. (Yukarıdaki örneklendirmelerde de misaller Yunanlılar, Hristiyanlar ve Alevîler üzerinden yapılır.) Belki yukarıdaki örneklere yakın, ahirzamanda gelecek bir kişiden, bir Mehdi’den sünnet içre bahsedebilebilir. Fakat yine de topyekûn bir Altın Nesil idealinin içinin sünnetten beslendiği söylenemez. Çünkü İslam’da, müslümanlık, şu an yaşanamayacak, ancak ileride bir Altın Nesil’in hakikatine erebileceği birşey değildir. İslam’ın işi bugünledir. Bugünün hakkını vermek iledir. Yarın ise takdir-i Hüda’ya bırakılmıştır. Yarın gelecek bir nesil uğruna bugünden vazgeçilemez. Hatta eğer bir Altın Nesil’den bahsedilecekse, buna layık ancak Asr-ı Saadet dönemi olabilir. Çünkü onlar zamanlarının hakkını en çok verenlerdir.

Burada bir nefes alalım. Sizi Orwell’ın Bir Peri Masalı: Hayvan Çiftliği kitabına götürmek istiyorum. Okuyanlar bilirler, ama azıcık anlatayım: Aslında eser, fantastik bir öykü içeriyor. Çiftlik şartlarından rahatsız olan hayvanlar, en zekileri domuzların başkanlığında direnişe geçiyorlar ve çiftliği ele geçiriyorlar. Daha sonraları ise çiftlik içinde, kendi aralarında yaşadıkları olaylar, tüm hayvanlarını etkileyen yönleriyle aktarılıyor. Acı, kandırılma, ihanet, fedakârlık, hayaller, hayaller. Daha iyi bir gelecek için bugün çektirilen çileler, sonuç için süreçte yapılan fedakârlıklar. Daha güzel günler görmek hayaliyle yola çıkan devrim, en nihayet daha kötü bir düzene ulaşmış olarak sonlanıyor.

Ben de işte Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Fedai haline gelebiliyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Düpedüz masal bu çünkü. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Vesayetin yerine vesayet geçiyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Yalnızca Batının sorunu değil kandırılmışlık. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar. Bakıyorsunuz; her sapkın ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Bugünü görmezden getiren bir ütopya. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır...” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur ve akılla kestirilir bir yolda koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, altın nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece. Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Yoksa onun derdi, müminin bugününün rıza dairesi içinde yaşanması mı? Yarınları ise tevekkülle Onun takdirine bırakması mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince. Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz. Birileri her zaman bizden ütopyaları için bugünden vazgeçmemizi istiyor.

Bence Gülen’in ‘sapmaları’nın en büyük nedenlerinden birisi de bu: Tasdik yerine tasavvuru yerleştirmesi. Bir hayal uğruna hakikatten tavizler vermesi. Halbuki bu yol, husulumeşkuk bir sonuç için, süreç içinde kırılmalara neden oluyor. Olup olmayacağı Allahın takdirinde birşey için bugünden vazgeçebiliyorsunuz böylece. Ve tâbilerinizi de böylece köleleştirebiliyorsunuz. Çünkü ütopya köleleştirir. Yarın için bugününüzü ister sizden. Afyondur, zincirdir. Her ütopya bir yalancı cennettir. Önden giden atlı olmanızı ister. Fedai olmanızı ister. Fakat sonra yola çıktığınız yerden ne kadar sapmış olduğunuzu farkettirmez. Çünkü ‘hareket’ odaklıdır. Düşünmeden deli gibi hareket. Hareket odaklıdır Gülen’in düşünce dünyası. Bediüzzaman gibi sürecin her an tefekkürle sorgulandığı bir alana karşılık gelmez. Sürekli aksiyon ister ki, düşünmeye fırsat kalmasın. Yapılsın, yapılsın, yapılsın. Sonu düşünülmeden ve sorgulanmadan yapılsın.

Bu da bir çok kimliklilik yaratır işte. Yarın için bugünden vazgeçenler, bugün girdikleri her şekli de yine aynı yarın adına savunur hale gelebilirler. Artık her omurgasızlık ve kıvrılma, “Bir hikmeti vardır!” uyarısıyla içselleştirilebilir. Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısında çok güzel yakaladığı ve örneklendirdiği gibi; onlar süreci sorgulayan Hz. Musa olmak niyetinde değillerdir çünkü. Sonuç odaklı Hz. Hızır mesleğindedirler kendilerince. Fakat ulu’l-azm olan Hz. Hızır değil, Hz. Musa’dır. Yolu daha makbul olan Hz. Musa’dır. Hatırlarsınız, hatırlatırsınız, ama hatırlamazlar. Ütopyaların peşinde koşmak çok şehvetlidir çünkü.



12 Mart 2013 Salı

Her ütopya köleleştirir...

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hayvan Çiftliği’ni her hatırlayışımda bu soru beynimde yankılanıyor. Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle meşru, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar.

Bakıyorsunuz; her ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. Birisi diyor ki: “Büyük bir Türk İslam imparatorluğu kuracağız!” Geç içeri, diyorsunuz. Birisi diyor ki: “Asırlardır devleti olmamış Kürtlere bir devlet vereceğiz. Kürdistanları olacak...” Ona da: Buyur bakalım, diyorsunuz. Sonra bir başkası alıyor sazı eline diyor ki: “Altın nesil gelecek. Her yer saadete garkolacak.” Nasıl olacak bu iş, demeden onu da buyur ediyorsunuz. Sonra daha başkaları geliyor. Niceleri kürsüyü dolduruyor. Kimisi Osmanlı’yı kuruyor. Kimisi Hun imparatorluğuna dönüyor. Kimisi Sümerlere uzanıyor. Kimisi daha da acayip hülyalara kapılıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur hedefler peşinde koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece... Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Başkalarının ütopyaları peşinde koşmaktan çok yoruldum. Çok genç gördüm kendi hayatından vazgeçmişti abilerinin, şeyhlerinin, hocalarının, komutanlarının hayali için. Siz bana gösterin: Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Osmanlı’yı tekrar kurmak, altın nesil getirmek veya bilmem ne birliği kurmak... Kur’an’ın böyle bir ütopyası var mı? Allah aşkına söyleyin, var mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince... Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Kaç kişide bu cevapları kaldırabilecek cesaret var? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...