Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Haziran 2023 Perşembe

‘Ben’ bana zerkettiğim bir zehirdir

Zehirlendiğimin farkındayım. Daha acayibi 'kendimi zehirlediğimin de' farkındayım. Fakat beraber doğduğum bu yaradan kurtulamıyorum. Kendimi hayatımın merkezinden çekemiyorum. Konu ben değilim. Hiçbir zaman olmadım. Teori düzleminde biliyorum bunu. Âdemiyetim maksadına 'ben'i yerleştiremeyeceğim kadar karmaşıktır. Beni aşan işler var bende. Lakin pratikte savaş sürüyor.

İçimde pekçok yerlerim zaten olageleni kabullenemiyor. Son tırnağı sökülmedikçe. İtilene kadar direniyor. Sanrısından vazgeçemiyor. Sen say ki: Cümle beylikleri başkaldırmış imparatorluk gibiyim. Hükümdarlığım sözde kalmış. Tâcım soytarımın da maskarası olmuş. Hoşlarına gitmeyen hiçbirşeyi yaptıramadığım vezirlerle çevriliyim. Güya efendiyim. Ordularım sefer istemiyor. Halkım fermanımı dinlemiyor. Taht mı benim sırtımda? Yoksa ben mi tahtımdayım? Cevabı kesin değil arkadaşım. İşler razı oldukları şekilde sürerken etbaı tâbiyetten hiçbirşey alıkoymaz. Neden alıkoysun ki? Zira sultanlarının sultanı olurlar. (Her arzuladığını yerine getirirse sultan senin neyin olur arkadaşım?) Peki ya tersine döndüğünde ne olacak? Uçurumu inkâr ederek yürüyen en nihayet varmaz mı ona? İlla bedelleşilecek.

'Ben' nihayetinde parça. Ben nihayetinde parçayım. Kainatı olduran 'Kün/Ol'un içinde detaydan ibaretim. Olmasam olacak olanlarda hiçbir eksiklik olmaz. (Gün gelip olmadığımda apaçık göreceğim bunu zaten.) Ne geçmiş ne gelecek beni aramaz. Belli ki mümkînim. Zorunluluğum yok. Vacib değilim. Arızîyim. Kainat kiminse ben de Ona aidim. Varlık kimin hakkındaysa ben de Onun hakkındayım. Evren neye hizmet ediyorsa ben de Onun hizmetindeyim. Bundan başkası olamaz. Başkasını iddia edebilmem için varlığımı kainatın varlığından tastamam ayırabilmem lazım. Peki, haaa, şeeyy. Tasavvur olarak başarabiliyorum ya bunu? Kendimi ayrı birşey sayabiliyorum. 'Ben' diyorum mesela. ‘Onlar’ diyorum. Buna ne demeli şimdi?

Saymakla olmak bir midir arkadaşım? Peki ya ilişkilerim? Peki ya açlıklarım? Peki ya aczim? Ya aldığım nefes? Ya bastığım toprak? Ya içtiğim su? İzlediğim yıldızlar, okşadığım kedi, sevdiğim çiçek? Bütün bunları da muhtariyetime bağlayamam ya! Yönetemem ki. Yönetmek en nihayetinde yaratmakla ilgilidir. Yoktan yaratamadığımı nasıl mülküme alayım? O zaman? O zaman ben, varlığın başından sonuna planlı/takdirli bu yaratışın içinde, kainatı kuşatan ‘Kün/Ol’ içinde yani, bir parça olacağım. Mecburen detay kalacağım. Bütünlüğümün yanılsamasından kurtulacağım. Kurtulmalıyım. Yoksa sonum fenadır.

‘Emanetçilik’ sonuçta bir sanrıdır. Senin olmayana ‘olmuş gibi’ davranmaktır. Hakikate atılmış bir çiziktir. Gökler, yer, dağlar çekindi böyle birşeyi yüklenmekten. Kainata karşı "Ben de bütünüm!" demekten. Büyük resme karşı müstakillik iddiasında bulunmaktan. Heyhat. Ben neden çekinmedim? Sultanlık sandım oturduğum tahtı. Fakat aslında taht omuzlarıma konulmuştu. Sorumluluğu ağırdı. Yükü aynalıktı. 'Aynılık' değildi, yanlış anlama, ama yanlış anladı. Kendini 'Allah' sanmamalıydı Allah'ı gösteren.

Parçamı bir bütünlük gibi telakki etmemden itibaren 'çok zalim' ve 'çok cahil' oldum. Evet. Zira gösterdiğimden çok gösteremediğim vardı. Âlemler kadar bir bütünlüğün karşısında "Ben de bütünüm!" demek az birşey değildi. Bir de cür'eti hepten azdırıp, hepten zincirden çıkıp, kendi benciğimi herşeyin merkezine oturtmak? Bu 'benben'cilikte elbette bir kancıklık vardı. Allah eşyasını 'bilinmek istediği için' yaratmıştı. Ben bilineyim diye değil. Bilecek olanın da bir kıymeti yok değildi. Lakin seyirci sahneyi işgal ederse asıl gösteri güme gider. Sahnenin Sahibi de bu büyük edepsizliği elbette ağır şekilde te'dip eder.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: 'Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.'" Bahsedilen ahmaklığı kendime çok yakıştırıyorum. Zeka ahmaklığı gidermiyor üstelik. İddialarımın kırılması lazım. Üzülüyorum.

Mutsuzluğum da buradan kaynaklanıyor gibime geliyor. Merkezinde Allah'ın güzel isimlerinin, sıfatlarının, şuunatının olduğu âlemleri "Niye benim istediğim gibi olmadınız?" diye yargıladıkça sanki onlara sürtünüyorum. Bahtım da kaderine sürtünüyor. Bu sürtünmeden kıvılcımlar çıkıyor. Sıçrayıp ta kalbime kadar yakıyorlar. Yok, asla, hayır. Kader yolunu değiştirmiyor. O hep Allah'ın takdir ettiği gibi. Hayır üzere. Güzel. Ancak ben, karşı koyamadığım bu akış karşısında somurtup, bir de tersi yönde kulaç atmaya çalışıyorum: "Benim hayır sandıklarım neden olmuyor?" Bu sorunun zımmında şu iddia var: “Ben de (hâşâ) Allah gibi bir Allah değil miyim?” Karınca sele ne yapabilir? Hiiiç. Hiçbirşey. Fakat sel karıncaya birçok şey yapar. Model terziye kızamaz. Ama terzi modelini oturtur, kaldırır, üzerinde işler. İşte senle ben de mütekebbir karıncalar gibiyiz arkadaşım. Terzisine artistlik yapan modelleriz. Süreç canımızı çok sıkıyorsa bil ki yerimizi bilmemekten. Parçalığımızın bütünlüğüyle boğulmaktan kurtulamazsak daha çok yanacağız. Rabbü’l-Âlemîn Odur. Bütünün Sahibi’nden şifamızı dileyelim. O mutlaka lütfeder.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Bu gürültüyü biz istedik

Korkmayalım. Üzerimize üzerimize gidelim. Yaralarımızı deşelim. Tekrar be tekrar duvarlarımıza çarpalım. Kanatalım. Rahatlayalım. Aynı cansıkıcı cümleleri yazalım. Mutsuz da olalım. Fakat kendimize numara yapmayalım. En çok buradan kaybediyoruz. İnsan bir kere kendisine numara yapmaya başladı mı arkasını toplamak zor oluyor. Çünkü yalanın en zor farkedileni o. Neden böyle? 'Olmak istediğin şeyi' veya 'olman istenen şeyi' olduğun şey gibi görüyorsun. Arzuladığın hakikatinmiş gibi dile geliyor. Ne acı bir gönül aldatmacası. Arzuyla hakikat aynı giysiye büründü mü ikisini ayırmak zordur. Adım adım kendinle aran açılır ama sen bunu bilmezsin. Hakikatinden başka birşey olursun.

Geri de dönemezsin. Dönecek zaman kalmaz çünkü. Hem senin ayaklarında yolu tekrar alacak güç kalmaz. Ağır ağır olursun. Sızısı da yavaş yavaş birikir. Turist Ömer'in dediği gibi: "Vicdan azabı gibi peşimdesin." Küçük bir cansıkıntısı hayatının fon müziğidir. Her an hafiften çınlar ama gürlemek için boşluklarını arar. Yalnızlığını kollar. Bozuk bir musluktan ağlayan damlaların sesi gibi. Gece olup tüm sesler kesildiğinde onun gökgürültüsü işitilir.

Duymamak için iltifatlarla meşgul olursun. Daha çok gürültü istersin daha çok. Daha çok yetmeyince de daha daha çok. Kibir buradan doğar. Kibir aslının çağrısını duymamak için meşgul olmak istediğin gürültüdür. Muhtaçsın bu gürültüye. Arzularsın bu gürültüyü. 'Mış gibi' yaptığında gelen iltifatlarla. Arttığını görürsün. Daha çok 'mış gibi' yaparsın. Ne de olsa harekettir.

Hareket de bir sarhoşluktur. Dikkati azaltır. Gürültü de bir sağırlaşmadır. Seslerdeki mesajı şiddetiyle yokeder. İnsanlar sever de belki bu 'mış gibi' halini. Daha da kötüleştirir bu durumu. Boğulursun. En kötüsü: Arzuladığın şey içinde boğulursun. İnsan boğulmayı kendisi arzuladı mı onu kurtarmak güçleşir. İntiharından haberi olmayanı kurtarmak daha zor değil midir?

Kendi içindeki tekinsizlik insanı dışındaki şahitleri arttırmaya zorlar. Kişi içine doğru düşüyorsa dışına daha fazla tutunur. Eğer yalancı olmadığınıza kendiniz inanmıyorsanız daha çok şahit istersiniz doğruluğunuzu savunacak. Güzelliğinize inancınız zayıfsa daha sık güzel bulunmak iyi gelir. Bir de şu açıdan düşün: Tesettür güzelin özgüvenidir. Örtmekle değişmeyecek olana güveniştir o. Mürşidimin "Cesaretin menbaı imandır!" derken dayandığı hakikat de belki budur.

Eğer yeterince inansaydın cesaretle de savunurdun. Hatta onu savunmak 'savunmak' gibi de gelmezdi. Savunmadan savunurdun. Doğal birşey olurdu. 'Olması gereken şey' olurdu. Tıpkı dünyanın yuvarlak olduğunu söylemek gibi olurdu. Tıpkı yerçekiminin varlığını konuşmak gibi. Aksini söylemenin imkansızlığı, senin bu imkansızlığa duyduğun inanç, inandığını ifade ederken doğallığa dönüşürdü. İspatta abartıya kaçmazdın. Fellik fellik delil aramazdın. Sözü çoğaltmazdın. Doğallıktan gelen bir cesaret bulurdun. Saçların öyle güzeldi ki mesela açmanı gerektirmezdi. Her vakit ispatı gerekmezdi.

Yazmaya yeni başladığın zamanlarda 'yazabildiğini' duymaya çok ihtiyacın vardı. O yüzden aradın başkalarının ilgisini bu kadar. Bu kadar çok göze 'görsün' diye bakman içindeki zayıflıktandı. Zaman geçti. Zamanla geçti. Zayıflıklar (en azından bir konuda) azaldı. Önemsememek karizmatiktir. Aldırmazlık içinde bir kuvvet var. Aldırmazlık içinde aylak olmadığını gösterir. Aldırmamaya başladıysan denizin karar buluyor demektir. Bunu şimdi hissediyorsun.

Deniz karar buluyor. Ancak bu sefer de kendini motive etmekte zorlanıyorsun. Önceden iltifatların ardında saklı olan menfaatin bir motivasyon aracıydı. Gürültüyü arttırmakla mutlu oluyordun. Nihayetinde bir varlık artımıydı. Elinde değildi ama umuttu. Onlardan vazgeçmeyi bir derece öğrendin. Kafan duvarlara çarpa çarpa öğrendin. İsteye isteye ama verilmeye verilmeye öğrendin. Sevmeye de başladın. Fakat şimdi seni kim heyecanlı kılacak?

Arzu ettiğimizin hakikat olmadığını kabullenmemizin bedeli arzularımızın elimizden alınması. Nefis umduğu menfaatin gelmeyeceği yere motive olamıyor. Bu bizi durgunlaştırıyor. Tutuşumuz zayıflıyor. Tutunuşumuz azalıyor. Hayatın boşlukları daha görülür oluyor. Hareket ederken bu kadar görmezdik. Hızla hareket eden süratinden gelen bir yükselişle boşlukları aşabilir. Şimdi yavaşladık. Ayaklarımızın altında daha çok risk var.

Hayatımızı adadığımız dünyevî şeyler o kadar önemsiz gelmeye başladı ki bu sefer de yüzeyde yeterince kalamamaktan korkuyoruz. Arkadaşım, bu sözüme hakver, şu boğulma korkusu baştan gitmiyor. Sadece deniz değişiyor. Leyla'nın gözlerinden kaçıp Mevla'ya sığınıyorsun. O da bir deniz ki sonsuz. Ona dalıyorsun. Boğulmaya korktuğumuz denizlerden kaçmak için boğulmayı seveceğimiz denizler arıyoruz. Kalmayı katlanılır kılacak nedir? Yüzeyde kalmayı nasıl başaracağız? Bunun da cevabını bulacağız elbet. Kalmaya değer birşeyler ortaya çıkacak. Eğer severek kalamazsak inadına kalacağız. İnad da en az menfaat kadar bizi hayata bağlayacak. Bir yolunu bulacağız.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...