Korkmayalım. Üzerimize üzerimize gidelim. Yaralarımızı deşelim. Tekrar be tekrar duvarlarımıza çarpalım. Kanatalım. Rahatlayalım. Aynı cansıkıcı cümleleri yazalım. Mutsuz da olalım. Fakat kendimize numara yapmayalım. En çok buradan kaybediyoruz. İnsan bir kere kendisine numara yapmaya başladı mı arkasını toplamak zor oluyor. Çünkü yalanın en zor farkedileni o. Neden böyle? 'Olmak istediğin şeyi' veya 'olman istenen şeyi' olduğun şey gibi görüyorsun. Arzuladığın hakikatinmiş gibi dile geliyor. Ne acı bir gönül aldatmacası. Arzuyla hakikat aynı giysiye büründü mü ikisini ayırmak zordur. Adım adım kendinle aran açılır ama sen bunu bilmezsin. Hakikatinden başka birşey olursun.
Geri de dönemezsin. Dönecek zaman kalmaz çünkü. Hem senin ayaklarında yolu tekrar alacak güç kalmaz. Ağır ağır olursun. Sızısı da yavaş yavaş birikir. Turist Ömer'in dediği gibi: "Vicdan azabı gibi peşimdesin." Küçük bir cansıkıntısı hayatının fon müziğidir. Her an hafiften çınlar ama gürlemek için boşluklarını arar. Yalnızlığını kollar. Bozuk bir musluktan ağlayan damlaların sesi gibi. Gece olup tüm sesler kesildiğinde onun gökgürültüsü işitilir.
Duymamak için iltifatlarla meşgul olursun. Daha çok gürültü istersin daha çok. Daha çok yetmeyince de daha daha çok. Kibir buradan doğar. Kibir aslının çağrısını duymamak için meşgul olmak istediğin gürültüdür. Muhtaçsın bu gürültüye. Arzularsın bu gürültüyü. 'Mış gibi' yaptığında gelen iltifatlarla. Arttığını görürsün. Daha çok 'mış gibi' yaparsın. Ne de olsa harekettir.
Hareket de bir sarhoşluktur. Dikkati azaltır. Gürültü de bir sağırlaşmadır. Seslerdeki mesajı şiddetiyle yokeder. İnsanlar sever de belki bu 'mış gibi' halini. Daha da kötüleştirir bu durumu. Boğulursun. En kötüsü: Arzuladığın şey içinde boğulursun. İnsan boğulmayı kendisi arzuladı mı onu kurtarmak güçleşir. İntiharından haberi olmayanı kurtarmak daha zor değil midir?
Kendi içindeki tekinsizlik insanı dışındaki şahitleri arttırmaya zorlar. Kişi içine doğru düşüyorsa dışına daha fazla tutunur. Eğer yalancı olmadığınıza kendiniz inanmıyorsanız daha çok şahit istersiniz doğruluğunuzu savunacak. Güzelliğinize inancınız zayıfsa daha sık güzel bulunmak iyi gelir. Bir de şu açıdan düşün: Tesettür güzelin özgüvenidir. Örtmekle değişmeyecek olana güveniştir o. Mürşidimin "Cesaretin menbaı imandır!" derken dayandığı hakikat de belki budur.
Eğer yeterince inansaydın cesaretle de savunurdun. Hatta onu savunmak 'savunmak' gibi de gelmezdi. Savunmadan savunurdun. Doğal birşey olurdu. 'Olması gereken şey' olurdu. Tıpkı dünyanın yuvarlak olduğunu söylemek gibi olurdu. Tıpkı yerçekiminin varlığını konuşmak gibi. Aksini söylemenin imkansızlığı, senin bu imkansızlığa duyduğun inanç, inandığını ifade ederken doğallığa dönüşürdü. İspatta abartıya kaçmazdın. Fellik fellik delil aramazdın. Sözü çoğaltmazdın. Doğallıktan gelen bir cesaret bulurdun. Saçların öyle güzeldi ki mesela açmanı gerektirmezdi. Her vakit ispatı gerekmezdi.
Yazmaya yeni başladığın zamanlarda 'yazabildiğini' duymaya çok ihtiyacın vardı. O yüzden aradın başkalarının ilgisini bu kadar. Bu kadar çok göze 'görsün' diye bakman içindeki zayıflıktandı. Zaman geçti. Zamanla geçti. Zayıflıklar (en azından bir konuda) azaldı. Önemsememek karizmatiktir. Aldırmazlık içinde bir kuvvet var. Aldırmazlık içinde aylak olmadığını gösterir. Aldırmamaya başladıysan denizin karar buluyor demektir. Bunu şimdi hissediyorsun.
Deniz karar buluyor. Ancak bu sefer de kendini motive etmekte zorlanıyorsun. Önceden iltifatların ardında saklı olan menfaatin bir motivasyon aracıydı. Gürültüyü arttırmakla mutlu oluyordun. Nihayetinde bir varlık artımıydı. Elinde değildi ama umuttu. Onlardan vazgeçmeyi bir derece öğrendin. Kafan duvarlara çarpa çarpa öğrendin. İsteye isteye ama verilmeye verilmeye öğrendin. Sevmeye de başladın. Fakat şimdi seni kim heyecanlı kılacak?
Arzu ettiğimizin hakikat olmadığını kabullenmemizin bedeli arzularımızın elimizden alınması. Nefis umduğu menfaatin gelmeyeceği yere motive olamıyor. Bu bizi durgunlaştırıyor. Tutuşumuz zayıflıyor. Tutunuşumuz azalıyor. Hayatın boşlukları daha görülür oluyor. Hareket ederken bu kadar görmezdik. Hızla hareket eden süratinden gelen bir yükselişle boşlukları aşabilir. Şimdi yavaşladık. Ayaklarımızın altında daha çok risk var.
Hayatımızı adadığımız dünyevî şeyler o kadar önemsiz gelmeye başladı ki bu sefer de yüzeyde yeterince kalamamaktan korkuyoruz. Arkadaşım, bu sözüme hakver, şu boğulma korkusu baştan gitmiyor. Sadece deniz değişiyor. Leyla'nın gözlerinden kaçıp Mevla'ya sığınıyorsun. O da bir deniz ki sonsuz. Ona dalıyorsun. Boğulmaya korktuğumuz denizlerden kaçmak için boğulmayı seveceğimiz denizler arıyoruz. Kalmayı katlanılır kılacak nedir? Yüzeyde kalmayı nasıl başaracağız? Bunun da cevabını bulacağız elbet. Kalmaya değer birşeyler ortaya çıkacak. Eğer severek kalamazsak inadına kalacağız. İnad da en az menfaat kadar bizi hayata bağlayacak. Bir yolunu bulacağız.
Sessizlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sessizlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
3 Temmuz 2017 Pazartesi
26 Mayıs 2015 Salı
Dudaksız adamın mum üflemesi
Ne çok tartışıyoruz. Ne çok ikna çabası. Belki ikna değil peşinde koşulan, kendini isbat. O yüzden böylesine şehvetli. Doğru yerde olduğunu önce kendine isbat etmeye çalışıyorsun. Bunun için gerekirse kalp de kırıyorsun, diş de. Dişin de kırılıyor tabii. Fakat eline geçen nefretin yorgunluğundan fazlası değil. Geceleri daha rahat uyuyor musun? Belki. Belki bu yorgunluk da diğerleri kadar rahat uyutuyor. Ancak sabahları yumrukların sıkılı uyanıyorsun. Böyle bir hayat gitmiyor. Stres, uyumsuzluğunun delilidir. Ters yönde olduğunu gösterir.
Sürekli düşülen bir kuyu gibi. Etrafında olan binlerce şey, beyninde onlar hakkında dönen binlerce fikir, hepsini aktarmaya yetmeyecek kadar az parmak, az hız, az cümle, az kelime. Neden bu hırs? Bitirmek için. Az sürede daha çok şey yapmak için... Belki bitirmeye çalışmamalı. Bitmeyecek çünkü. Galiba sessizlik böyle böyle mantıklı bir hale geliyor. Yorgunlukla karışınca sessizlik ahlak oluyor.
Babam çok az konuşurdu. (Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu.) Daha küçükken hayret ederdim ondaki bu hale. Çünkü küçüklüğümden beri gevezeliğimle bilinirim. Susmam için yalvarıldığında bile susmakta zorlanırım. Abim bazen "Beş dakika birşey söylemeden durabilecek misin?" derdi bana. Eziyet gibi gelirdi. Bitiremezdim. Unuturdum. Öyle birşey denediğimizi unuturdum. Herhangi bir değişiklik ona ses olarak tepki vermemi gerektiriyordu sanki. O zaman yazmayı da bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Kalemle yazarken daha yavaştım. Dayanamazdım uzun süre yazmaya. Beynimde olaylar daha hızlı, kalemle ona yetişmek zordu. Yazmak için başına oturduğum cümlelerin çoğu yazamadan akıp gidiyordu. Şimdi gitmiyor mu? Onparmak yazarken sanki yetişebiliyorum onlara. Belki beynim de biraz hız kesti. Ortada bir yerde buluştuk.
Dudaksız adamın mum üflemesi... Bediüzzaman Lahikalarda kullanıyor bu örneği. Yapılacak iş çok zor olmayabilir. Ama sizdeki bir eksiklik veya ziyadelik, o işi sizin için zor kılar. İşte ben bu yüzden babamın sessizliğine hayret ediyordum. Bir insan bütün gün konuşmadan nasıl durur? O sessizlikte nasıl sıkılmaz/boğulmaz? Bunlar babama dair bugün bile hayret ettiğim şeyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam demiş ki: "El-veledü sırru ebîhi./Çocuk babasının sırrıdır." Fakat babam da benim için bir sırdı. O bende bir sır okuyor muydu, görüyor muydu, arıyor muydu; bilmiyorum. Ben büyüdükçe onun sırrına daha çok yaklaşıyorum. Ama aynı zamanda yaklaştıkça gizemi artıyor. Sessizlik daha sevimli gelmeye başlıyor.
Büsbütün sustuğum zamanlar da olacak galiba. Ölümden de önce. Şimdilik insanlardan kaçma suretinde bir yalnızlık arzusu var. Sosyalmedya beni daha konuşkan kıldı, bu doğru, ama her yeni şeyin bir ifratı olur. Muhtemelen ondan da bıkacağım. Geçmişte bıraktığım pekçok yeni şey gibi bu da mazide kalacak. Onu da unutacağım. Orada da unutulacağım. Ve abim artık 'beş dakika' tutmayacak. Epeydir tutmuyor zaten. Yirmi yıldan da fazla geçti üzerinden. Bu da biraz o sırra yaklaştığımı göstermez mi? Yalnız kendi kafanın içinde yaşamak. Değiştiremediğin, zaten sana çok da aldırmayan dünyanın ilgisinden/kavgasından soğumak. Belki çokları acıyacaklar halinize. "Vah, vah... Öyle yalnız, kurudu kaldı. Bir baltaya sap olamadı." Evet, ama baltalarınız çok yorucuydu ve sap yalnız takılmak istedi. Hemcinslerini kesmek belki canını acıtıyordu, olamaz mı?
Siyerlerde böyle birşey görmedim, ama hep merak ederim. Acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetin evvelinde Hira'da bağrına sığındığı o yalnızlıklar nasıl çekiştiriliyordu Kureyş'te? "Vah, vah... Mecnun olacak galiba!" mı diyorlardı? Hz. Hatice anneme acıyorlar mıydı? "Bahtsız kadın, gün görmedi!" falan? Cahiliyeden herşey beklenir. Ya bugün öyle yalnızlıklara çekilseydi Allah Resulü? Uzay asrındayız ya azizim. Psikologlarımız aman verirler miydi? Yoksa asosyal damgasını yapıştırıp, üzerine birçok yeni teşhis de katıp, tedaviye mi çalışırlardı? Sahi kim anormal, kim normal, bu norm kimin normu? Bana "Girişken ol. Sakın baban gibi naçar olma!" diyen kişi babamın zekatı kadar 'adam' sayılmazdı ki gözümde! İlgisizliğiyle döverdi babam onu.
Sürekli düşülen bir kuyu gibi. Etrafında olan binlerce şey, beyninde onlar hakkında dönen binlerce fikir, hepsini aktarmaya yetmeyecek kadar az parmak, az hız, az cümle, az kelime. Neden bu hırs? Bitirmek için. Az sürede daha çok şey yapmak için... Belki bitirmeye çalışmamalı. Bitmeyecek çünkü. Galiba sessizlik böyle böyle mantıklı bir hale geliyor. Yorgunlukla karışınca sessizlik ahlak oluyor.
Babam çok az konuşurdu. (Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu.) Daha küçükken hayret ederdim ondaki bu hale. Çünkü küçüklüğümden beri gevezeliğimle bilinirim. Susmam için yalvarıldığında bile susmakta zorlanırım. Abim bazen "Beş dakika birşey söylemeden durabilecek misin?" derdi bana. Eziyet gibi gelirdi. Bitiremezdim. Unuturdum. Öyle birşey denediğimizi unuturdum. Herhangi bir değişiklik ona ses olarak tepki vermemi gerektiriyordu sanki. O zaman yazmayı da bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Kalemle yazarken daha yavaştım. Dayanamazdım uzun süre yazmaya. Beynimde olaylar daha hızlı, kalemle ona yetişmek zordu. Yazmak için başına oturduğum cümlelerin çoğu yazamadan akıp gidiyordu. Şimdi gitmiyor mu? Onparmak yazarken sanki yetişebiliyorum onlara. Belki beynim de biraz hız kesti. Ortada bir yerde buluştuk.
Dudaksız adamın mum üflemesi... Bediüzzaman Lahikalarda kullanıyor bu örneği. Yapılacak iş çok zor olmayabilir. Ama sizdeki bir eksiklik veya ziyadelik, o işi sizin için zor kılar. İşte ben bu yüzden babamın sessizliğine hayret ediyordum. Bir insan bütün gün konuşmadan nasıl durur? O sessizlikte nasıl sıkılmaz/boğulmaz? Bunlar babama dair bugün bile hayret ettiğim şeyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam demiş ki: "El-veledü sırru ebîhi./Çocuk babasının sırrıdır." Fakat babam da benim için bir sırdı. O bende bir sır okuyor muydu, görüyor muydu, arıyor muydu; bilmiyorum. Ben büyüdükçe onun sırrına daha çok yaklaşıyorum. Ama aynı zamanda yaklaştıkça gizemi artıyor. Sessizlik daha sevimli gelmeye başlıyor.
Büsbütün sustuğum zamanlar da olacak galiba. Ölümden de önce. Şimdilik insanlardan kaçma suretinde bir yalnızlık arzusu var. Sosyalmedya beni daha konuşkan kıldı, bu doğru, ama her yeni şeyin bir ifratı olur. Muhtemelen ondan da bıkacağım. Geçmişte bıraktığım pekçok yeni şey gibi bu da mazide kalacak. Onu da unutacağım. Orada da unutulacağım. Ve abim artık 'beş dakika' tutmayacak. Epeydir tutmuyor zaten. Yirmi yıldan da fazla geçti üzerinden. Bu da biraz o sırra yaklaştığımı göstermez mi? Yalnız kendi kafanın içinde yaşamak. Değiştiremediğin, zaten sana çok da aldırmayan dünyanın ilgisinden/kavgasından soğumak. Belki çokları acıyacaklar halinize. "Vah, vah... Öyle yalnız, kurudu kaldı. Bir baltaya sap olamadı." Evet, ama baltalarınız çok yorucuydu ve sap yalnız takılmak istedi. Hemcinslerini kesmek belki canını acıtıyordu, olamaz mı?
Siyerlerde böyle birşey görmedim, ama hep merak ederim. Acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetin evvelinde Hira'da bağrına sığındığı o yalnızlıklar nasıl çekiştiriliyordu Kureyş'te? "Vah, vah... Mecnun olacak galiba!" mı diyorlardı? Hz. Hatice anneme acıyorlar mıydı? "Bahtsız kadın, gün görmedi!" falan? Cahiliyeden herşey beklenir. Ya bugün öyle yalnızlıklara çekilseydi Allah Resulü? Uzay asrındayız ya azizim. Psikologlarımız aman verirler miydi? Yoksa asosyal damgasını yapıştırıp, üzerine birçok yeni teşhis de katıp, tedaviye mi çalışırlardı? Sahi kim anormal, kim normal, bu norm kimin normu? Bana "Girişken ol. Sakın baban gibi naçar olma!" diyen kişi babamın zekatı kadar 'adam' sayılmazdı ki gözümde! İlgisizliğiyle döverdi babam onu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...