Dalga etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dalga etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2025 Cuma

Yoksa Kuantum fiziği evrenin canlılığının mı delili?

"Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevâhir-i ferdiye hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah'ın böyle çok hayvanları var." Hakikat Çekirdekleri'nden...

Bediüzzaman'ın, 16. Lem'a'ya, cevaplayarak başladığı sual şudur: "Kardeşlerimizden Çaprazzade Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten, bu geçen Ramazan'da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular..." Mürşidimin izahatı Ehl-i Sünnet'in 'keşfe' ve 'kadere' bakışındaki derinliği de ifade eder: 1) Evet. İbn-i Arabî Hazretlerinin de dikkatleri çektiği gibi: Velinin keşfi müçtehidin içtihadı gibidir. İsabet de edebilir, hata da... "Gördükleri kesinlikle vukû bulacaktır!" diye birşey yoktur. 2) Kaderin de katmanları vardır. 'Kesin'lerin yazıldığı katmana 'kader-i mübrem' denir. İhtimallerin yazıldığı daireye de 'kader-i muallak' tabir edilir. Keşf sahiplerinin nazarları kesinlik makamına kadar nadiren çıktığından okumaları da şartlarla bağlanır. Eğer şartları gerçekleşirse keşf de gerçekleşir. Maşaallah. Yok, şartları vukû bulmazsa, keşf de hakikat olmaz:

"'Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.' Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü, mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş..."

Bugünlerde 'Tuhafı Aşma Zamanı'nı okuyorum. Yazarı: Philip Ball. Altbaşlığı içeriğini de fısıldıyor: 'Kuantum Fiziğine Farklı Bir Bakış.' İtiraf ederim ki: Alana dair yaptığım her okuma hem hayretimi hem de sorularımı arttırıyor. Zaten Kuantum fiziğini anlamak, bizzat üstadlarının da altını çizdiği üzere, tastamam mümkün değildir. Yani "Ben Kuantum fiziğini anladım!" diyen her cüretkâr yalan söyler. O sebeple haddimi aşıp 'anladığımı' söylemem. Hatta okuduğum metinleri de tam kavrayıp kavrayamadığımdan emin olamıyorum. (Ne de olsa fizikçi değilim.) Fakat bazı soru işaretlerinin kaynağını anladığım kesin. Mesela: 'Çift Yarık Deneyi' nâmıyla meşhur tecrübenin uzmanları niye hoplattığını anlayabiliyorum. Çünkü imâsı bir tür 'fizikötesi'lik içeriyor. En azından alışılanı aşan şeyler var onda. Evet. Atomaltı âlemindeki işler pek de atomüstü âlemindekine benzemiyor gibi. Örneğin: Dalga hareketi yapan birşey, gözlendiğini anladığı an, tanecik refleksleri gösterebiliyor. Detaylarını alıntılamayacağım. Yazıyı uzatacaktır. Meraklısını Google Hoca'ya havale edeyim. Çizgifilmle yapılmış izahlar bile bulabilirsiniz.

İşte, bu türden metinleri ne zaman okusam, zihnim hemen mürşidimin yukarıdaki mektubuna gidiyor. İçimden şöyle geçiriyorum: Acaba, Kuantum fiziği denilen şey, âdemoğlu keşfinin 'daire-i kudret'ten 'daire-i irade ve ilme' geçişinde yaşadığı sancıların tezahürü müdür? Yani, maddenin bu denli inceldiği yerde, fehmimiz, kaderin varoluşla ilişkisine mi dokunmaktadır? Bir gözlemcik mesafeden dalganın tanecik haline geldiği, gözlenmediğindeyse birinin birçok gibi hareket edebildiği bu alan, Allah'ın "Kün/Ol!" emrine karşı birin/birçoğun hiçbir farkının bulunmadığını mı ihtar eder bizlere? Seçimlerimizin etkisini mi fısıldar? Burada bir sırr-ı imtihan mı saklıdır? Soruları çoğaltabilmek mümkün. Cevapları bulabilmekse ben gibileri pek aşıyor.

Lakin şu kadarı var ki: 'Kader-i muallak' tâbir edilen alanda, yani şartlarla bağlı gerçekleşeceklerde, insan amelleriyle bir varlık/yokluk vesilesine dönüşebiliyor. Nitekim Bediüzzaman'ın yukarıdaki cevabının sonunda deniliyor ki: "Evet, Ramazan-ı Şerifte, bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef, camilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref' eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden fütuhat da verilmedi."

İhtimaller âleminde muallakta duranlar 'oluşturacağımız talep çekimiyle' kudret tarafından varlıkla lütuflandırılabilir. Anladığım kadarıyla duanın bir fonksiyonu da budur. Yani, dua, ihtimaller âlemine doğru oluşturulmuş bir cazibedir. Bir nevi çekim kuvvetidir. Hüsnüzannın da en az onun kadar kuvvetli bir cazibe olduğunu söyleyebiliriz. Aksine, yapılan suizanların da, 'kötüyü kendine celbeden' yanları bulunabilir. Nihayetinde gözlemcinin dikkati varlığın varoluşuna etkide bulunabiliyor. Hâşâ, bu etki, 'yaratmak' etkisi değil, 'çağırmak' etkisi... Şartlara bağlı olan şeyleri etkileyebiliyoruz. Elbette bu çağrımız kader-i mübreme sirayet etmiyor. Kader-i mübrem, Hak Tealanın mutlak bir şekilde bildiği, takdir ettiği, kuşattığı alanı ifade ediyor. Fakat, daire-i ilim ve irade, keşfimize yaklaştıkça ihtimaller içermeye başlıyor. Kader-i mübremi bilemediğimiz için ihtimallerle sınanıyoruz. İyi ihtimalleri çağırmakla vazifeliyiz. Kötü ihtimallere karşı istiazeyle sorumluyuz. Duasız ehemmiyetimiz yok. Çünkü, çekim gücümüzü dahil etmediğimiz bir hayatta, hayra vesile olmak da mümkün değil. İlla çağırır hallerde bulunmalıyız.

Kitapta en ilginç bulduğum teori, dalga fonksiyonunu kıran meçhulün, bir tür 'canlılık emaresi' olarak okunmasıydı. Yani, kimilerine göre, evren hayat sahibi olduğu için gözleme tepki veriyordu. Tadımlık olarak o kısmı alıntılamak istiyorum:

"Şu anda elimizde olan tek şey ipuçları ve tahminler. Bu aşamada bunları daha net odaklamaya çalışmak, (korkarım) bazı fizikçilere telaşla siper aldıracak, neredeyse şiirsel bir ifade gerektirebilecek riskli bir iş. Sözgelimi Chris Fuchs'un önerisi: 'Dünya dokunuşumuza duyarlıdır. Klasik olarak hayal edilemez biçimlerde uçup gitmesine sebep olan şey sahip olduğu bir tür canlılıktır! Kuantum mekaniğinin tüm yapısı, böyle temel (harika) bir duyarlığın ışığında akıl yürütmek ve bilgi işlemekten ibaret olabilir.' Fuchs'un kastettiği; Heisenberg'in kuantum belirsizliğini 'yüksek çözünürlüklü mikroskobun yarattığı rahatsızlık' yanlış tarifinin işaret ettiği anlamda 'insan gözlemcinin dünyayı rahatsız etmesi' değildir. Daha ziyade mikroskobik dünyanın her türden etkileşime duyarlı olmasıdır. (...) Şayet yapısı buysa bizim aktif failler olarak müdahalelerimiz önem taşır."

Evet, İslam, binbeşyüz yıldır, hatta tâ ilk insan Âdem aleyhisselamdan beri, imtihanımızın bu önemde yattığını söylüyor zaten. Müdahalelerimiz varlığı etkiliyor. Yaratmıyor, hâşâ, ama çağırıyor. Dualanıyor. Kainat bizim müdahalelerimize iyi-kötü tepki veriyor. Tıpkı bugün, çevreye verdiğimiz zararlara, kirliliğe, israfa, isyana 'küresel ısınma, iklim değişikliği, salgınlar vs.' gibi şekillerde hiddetler gösterdiği gibi. O yüzden iradelerimiz mesuldür. Sorumluluktan kaçamazlar. İlla mizana vurulurlar. Öyle ya, seçimleriyle ebediyet âleminde cennetler/cehennemler şekillendiriliyor, az şey midir yani? Tıpkı şairin dediği gibi: "Cehennem dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendi götürür." Cenab-ı Hak bizi hayır götürenlerden eylesin. Âmin. Âmin.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Dalga denizin nabzıdır

"Herşey dışarıya akar. Fotoğraflar geçmişleri, kitaplar sözcüklerini, duvarlar sesleri akıtır." Patti Smith, M Treni'nden.

Susan Fletcher'ın Gümüş Karası Deniz'inde okuduğumu hatırlıyorum. Şöyle diyordu: "İnci dalgayla doğar. Dalga denizin nabzıdır. Okyanusu ve içindeki herşeyi canlı tutar..." Benzer birşeyi de, mürşidim, Nebe sûresinin 7. ayetini (Kısa bir meali: 'Dağları zemininize kazık ve direk yaptım') tefsir sadedinde, dağlar hakkında söylüyor:

"Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, 'el-hikmetü lillâh' der."

Nabız neyin işaretidir? Kendi bedenlerimizden hareketle düşünelim: Temiz kanın, yani oksijenle temizlenmiş kanın, karbondioksitten arındırılmış kanın vücudun içerisine sevkedildiğinin, öyle değil mi? Nihayetinde bu da bir teneffüstür/nefeslenmedir. Veya teneffüs kanununun bir parçasıdır.

Teneffüs kanunu ile kastettiğim ise özetle şudur: Nefeslenmek birşeyin kendisinden taşarak veya kendisine katarak yaşadığı rahatlamadır. Yani; birşey, içindekiyle dışındaki dünya arasında bir etkileşim yaşıyorsa, yani ona bir parça katılıyor veya bir parçasını ona terkediyorsa ve bununla da bir sükûnet sağlanıyorsa, bu türden eylemelerin tamamı teneffüs fiiline dahildir. Ve biz böylesi nefeslenmeleri dışarıdan dalgalanma olarak okuruz.

İnsanın duyguları ve bunların sonucu olarak meydana gelen fiileri birer dalgalanma olduğu gibi, denizin yükselişleri ve inişleri de birer dalgalanmadır. Bütününe bakıldığında görülen hakikat o şeyin nefeslenmesidir. Kendisine verebileceği zararlardan kurtulmasıdır. Örneğin: Akıttırdığı gözyaşları hüznün içeride yapacağı yıkımı engeller. Tenden akan ter koşucunun hararetini alır. Bunlar içten dışa taşmalardır. Yani bir tür dalgalanmalardır.

Demek; dalgalar denizin, dağlar zeminin nefes almasını sağlıyor. Yani; birşeyin içinden yükselenler ve tekrar kendisine dönenler, bu hareketleriyle aslında o şeyin (veya içindekilerin) canlılığının da delili oluyor. Yaşananın yavaşlığı veya hızlılığı durumu değiştirmiyor. Tıpkı kaplumbağa ile tavşanın farklılığın ikisini birden canlı olmaktan alıkoymaması gibi. Veya kavak ağacı ile ceviz ağacının büyüme hızlarının ikisinin de 'ağaç olmasına' engel olmaması gibi.

Dikkat edin! Bedenimiz de aynı hareketi yapıyor aslında. Eğer biz tastamam su olsaydık, yani bedenimiz bir su birikintisi olsaydı, ciğerlerimizin o birikintideki hareketini nasıl algılardık? O yükselişlerin/inişlerin bedenimize kattığı hareket de dalgalanma gibi olmaz mıydı? Ciğerimizin her çıkışında ve inişinde meydana gelen dalgacıklar, giderek küçülerek, bedenimizin kenarlarına vurmaz mıydı? (Aslında her an benzeri şeyler oluyor ama katılığımız müşahademizi zorlaştırıyor.) O halde şunu söylemenin artık yanlış olmayacağını düşünüyorum ben: "Dalgalanan herşeyde bir canlılık vardır." Çünkü bir nefeslenmenin delilidir. Bizim ciğerimiz kalkıp indiği gibi, deniz de kalkıp iner, dalgalanır. Zemin de dağ dağ dalgalanır. Birisinin hareketindeki yavaşlık diğerinin hızıyla uyuşmadığı için kanunun dışına atılamaz. Dalgalanmanın olduğu heryerde bir nabız atıyor demektir.

Yine mürşidim bir yerde diyor ki: "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal, mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal. Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal. Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle. Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez."

Denilebilir ki: İnsan, nasıl kendisini sarsan büyük bir olay yaşadığında daha derinden ve daha koca nefesler alır ve etkileri vücuda daha hızlı yayılır, aynen öyle de, arz da veya deniz de büyük olaylar yaşadığında aldığı nefesler kocamanlaşır. Tsunami denilen deprem sonrası dev dalgaların veya fırtınalarda gemicilere zor anlar yaşatan benzerlerinin denizin heyecanı olarak tarif edilmesi imkansız mıdır? Hem yine, benzer şekilde, Kur'an'daki kıyamet tasvirlerinde yeralan 'dağların yürütülmesi' hakikati, zeminin kıyameti yaşamaktan ve üzerindeki kudret tasarrufunun sarsıcılığından nasıl heyecanlanacağını, bir açıdan, anlatmaz mıdır?

Öyle ya! Daha çok gerilen daha büyük nefesler alır. Daha çok korkan daha sık nefes alır. Daha sarsıcı şeyler yaşayan daha tempolu nefes alır. Ben de bu dalgalanma bahsinde, kendimce, dalgalanan herşeye bakışımızı Hayy ism-i şerifinin gölgesine taşıyacak bir bakış açısı geliştirdim. "Dalgalanan herşeyin hayatla bir ilgisi var!" diye düşündüm. Bu gitmeleri-gelmeleri bir varolma telaşı gibi tahayyül ettim. Her yorumun hakkı olan o cümleyle bitirelim: Allahu'l-alem.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....