"Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor." İkinci Söz'den.
Tevhid öyle bir bütünlüktür ki varlıkta öncelik-sonralık bırakmaz. Ezel nazarında toplar herşeyi. Kader kitabında toplar. 'Emir/nehiy-muhatap' üçgeninde dahi bu bütünlüğün izleri okunur. Yani, Allah birşeyi emrettiğinde veya nehyettiğinde bizlere, sırtımıza yük bırakır gibi istemez. Bize rağmen istemez. Bize karşı istemez. Hesapta olmayan birşeymiş gibi gelmez o bize. Ya? İstediği şey aslında canımızın da çektiğidir. Kısa bir mealiyle "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!" diyen Fussilet sûresi de aslında bunu söyler. Çünkü canımız da Allah'ın bir mahluku olarak tevhid bütünlüğüne uygun yaratılmıştır. Ezelde görülmüştür. Kaderde yazılmıştır. Vahid-i Ehad ne emretse veya yasaklasa 'canı isteyerek' gelir veya gider. Hepsi üzerine yaratıldıkları yasaları tanır.
Evet. Elhamdülillah ki Elhamdülillah. Şeriatta her ne varsa aynı zamanda cana da iyi gelendir onlar. Maruf o bütünlüğe tanıdık olandır. Münker tanıdık gelmeyendir. Reddedilendir. Fakat irade bazen 'ruha iyi gelen'le 'nefse iyi gelen'i birbirinden ayıramaz olur. İnsan tek parça değil bir şirket gibidir. Yaratılışının farklı adaları ve her bir adanın kendine göre bir varlık algısı/kaygısı vardır. Nefsin varlık algısı/kaygısı daha cismanî ve aceleciyken ruhun varlık algısı/kaygısı daha bâkî şeylere bakar. Kalp de bir derece öyledir. Vicdan da. Akıl da. Fakat nefsimiz, cismaniyetimizi varlığımızın tek parçası sandığımız ölçüde, sesi en baskın çıkandır. Ve kendi varlık algısının/kaygısının diğer bütün parçalardan daha önemli olduğuna bizi inandırmaya çalışır. Başarır da çoğu zaman.
Kim kendisine müracaat etse görür bunu: Ruh varlığını hayrı yapmakta ve şerden kaçmakta buluyor. 'Lezzet-i ruhaniye' dediğimiz şeyler de hayırlı olanı yapmaktan gelen 'geçmeyen lezzet'ler. Ne kadar güzel şey yapsak o kadar geçmeyen lezzet sahibi oluruz. Diyelim: Zor durumda olan bir arkadaşımıza, tam da en ihtiyaç duyduğu bir vakitte, yardım ettik. Bu yardım, bir lezzet-i ruhanî, yani geçmeyen bir ferahlık olarak bizde kalır. Ne zaman hatırlasak mutlu oluruz. Ne zaman anımsasak lezzet duyarız. Allah, ruhun ve kalbin varlık algısına uygun ameller yaptıkça, içimize küçük cennetler bırakır. Rızasına uygun ameller sayısınca cennet zerrecikleri oluşturulur kalbimizde. (Günahta ise, hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, kalp karartan cehennem lekecikleri oluşur.) Cennetlik insan daha cennete gitmeden önce kalbiyle cennete dönüşür. Yüreğinde cenneti yaşar. Dilinde cenneti konuşur. İçinde öteki dünyaya bir delil/nümune bulur. Hem inşaallah. Hem elhamdülillah.
Bu noktada artık diyebiliriz ki: Vicdan sahibine 'tevhid bütünlüğünde iyi gelecek' şeyleri hatırlatan bir çağrı cihazı gibi öter durur. Fıtrat, tevhid bütünlüğünün bir parçası olarak, o tevhid bütünlüğüne uygun hareket edildiğinde ferahlar, aksi yönde gidildiğinde sızılanır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'fıtrat-ı zişuur' olan vicdan 'ne için yaratıldığını-yaratılmadığını' farkeden, hisseden, sezen, sezdiren, hissettiren bir farkındalıktır. Şuurumuz başka birçok alt-şuurun üzerine kurulmuş ve renklerinden beslenen bir üst-şuurdur. Nasıl? Ne demek? Kastettiğim parçalardan herbirinin onlara kulak verdiğimiz ölçüde farkındalığımıza sinyal göndermeleri. İnsan ne zaman bu sinyallere kendini kapatırsa kalbi mühürlenir.
Mürşidimin Birinci Söz'ün ahirinde dediği "Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir..." tesbiti 'ücreti nasıl anladığımızla' bizdeki karşılığı bulacak birşey. Şöyle ifade edeyim onu da: Her insan bu üç ihtiyacı duyar. Yani size birisi bir iyilik ettiğinde veya nimetlendirildiğinizde onu edenin/eyleyenin ismini anmak, ona teşekkür etmek ve onun bu iyiliği/nimeti niye size verdiğini düşünmek istersiniz. Kendisine ona erişmekle sevindiği birşey verilen hangi insan bu üç ihtiyacı duymaz? Kapınıza bir gül bırakılsa, bırakanın ismini bilmek/anmak, niye bıraktığını merakla tefekkür etmek ve ona teşekkür etmek istemez misiniz?
O halde bilmeliyiz ki: Allah'ın bizden istediği ücret insanların istediği türden değildir. Önce 'amel' sonra 'ücret' tasarımı yapılmamıştır onda. Ücret ve amel arasında mesafe yoktur. Yani emir/nehiy ile saadet arasında mesafe yoktur. Abdurreşid Şahin abinin Holografik Bakış programında sıklıkla söylediği gibi: "İbadetin karşılığı değil kendisi saadettir." Tevhid bütünlüğünde hepsi aynı andadır. Ezel hepsini bir görür. Kader hepsini bir yazar. Amel lezzetten ayrılmaz. Saadet eylemden koparılmaz. İman cennetin parçasıdır. Zaten bize emredilenler canımızın da istediği şeylerdir. Yani cennet için çabalamak cenneti yaşamaktır. Bir şartla ki: Can canlılığını Karun gibi kendi ürünü sanmaya. Allah'ın mülkünü mülk edinmeye. Eğer, varlığı sana bağışlanmış hediyeler gibi görmeye başlarsan, hakkında endişe ettiklerinin bile nimet olduklarını görürsün. Varlığa dair ne varsa nimettir. Fakat, maalesef, yalnızlığın sancısını tatmayan kapısına bırakılmış güllerin sahibini aramaz.
Ücret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ücret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
29 Ekim 2015 Perşembe
1 Eylül 2015 Salı
Tavuğu verirken kazı aklından bile geçirmemek veya ihlas
"Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet sûresi, 11)
Bir park yerindesin. Sağında solunda seninkinden başka araba yok. Belki bir tatil günü ve orası da işyerin. Arabalara ayrılmış bölümler var. Bölümler dediysem duvarlar/kilitler değil, çizgiler. Çizgiler ve belki en fazla numaralar. Elinde güç olmayan sınırlar. Senin bölümün hangisidir biliyorsun. Oraya parketmek zorunda değilsin. Arabayı parketmek zorunda bile değilsin. Öylece bırakabilirsin. Ama yapamıyorsun. İçinden bir ses 'doğru olanı yapmanı' hatırlatıyor. Dedim ya: Bir tatil günü. Yoğunluk yok.
Belki senden başka parkedecek araba bile yok. Arabanı nizamî parketmen o gün için doğru/zorunlu olmayabilir. Ama hayır. Sen yine de nizamî olanı tercih ediyorsun. İçinde bir yer sızlıyor. Dişağrısı gibi. Deli ediyor seni. Bundan dolayı ödüllendirilecek falan değilsin. Aksini yaparsan ceza görecek değilsin. Park yerinde elinde sopayla kimse beklemiyor. İçinde bir yer var, susturamadığın. O seni mecbur ediyor böyle yapmaya. Ve sen onun sıkıntısını gidermekle ödülünü pekala almış oluyorsun. Doğru olanı yapmaktan daha büyük ödül var mı? "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur..." Biliyorsun.
"Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar..." Sagopa'nın bir şarkısında geçiyordu. Kafana takılmıştı. Ve daha geçen gün okuduğum Piano Piano Bacaksız tokatlamıştı vicdanının yüzünü: "Namuslu olmak insanın doğal halidir..." Halbuki ben de onu bir ihsanmış gibi algılıyordum başkalarına. Fazladan birşey. Dünyaya 'o bunu haketmeksizin' kattığım bir güzellik. Tamamiyle benden. Yukarıdan bir bağış, biraz da kibirle. Kendimi 'veren el' gibi görüyordum onları yaparken. İbadet ederken bile Allah'a bağış yapar gibiydim. "Bugün dört rekat fazladan kıldım. İki sayfa fazla Kur'an okudum. Şu kadar sadaka/zekat verdim. Şöyle şöyle yardımlar ettim. Eh, epey fark attım diğer müslümanlara. Herhalde cehenneme gitmem!" Bunların tamamı kafanda dolanırken hissettiğin şey, hiç yalan söyleme şimdi, kibirdi. İyi birisi olmak istiyordum, ama bunu ihsan eder gibi istiyordum. Halbuki gerçekten iyi birisi olsaydım bunun iyi birisi olmak olduğunu bilmeyecektim. Korkum gitmeyecekti. Akıbetimden emin olmayacaktım. Bu bana 'olmazsa olmaz' gibi gelecekti. Kendimde bir 'ilerilik' görmeyecektim onları yapmakla.
"Kim olsa aynı şeyi yapardı!" Ah, ne güzel cümleydi o. Fakat ben onu kullanırken bile 'kim olsa aynı şeyi yapmayacak ancak ben yaparım' diye düşünüyordum. Âdettendi onu söylemek. Nakşibendîce ne 'terk-i hesti' ne de 'terk-i terk'i becerebilmiştim. İkisini de hatırlıyor. İkisini de arşivliyor. İkisiyle de gizli gizli övünüyordum. İyilik oradaydı. Yapmıştım işte onu. O zaman ben iyilerdendim. Allah'ı esir almıştım (hâşâ) onunla. Nazlanmaya hakkım vardı. Benden başkası yapamamıştı çünkü onu. Ben yapmıştım.
Sonra bir İşaratü'l-İ'caz okuması ve rastladığım bir ihlas tarifi rahatsız etti toz konduramadığım egomu: "İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." Yani hiçbir şeyi düşünmememek yapmaktan başka. Ne 'ne olduğunu' ne 'ne olacağını' ve ne de 'nasıl bir kemale erdiğini' onunla. "Bana seni gerek seni..." diyebilmek cenneti düşünmeden. İyiliği sadece iyilik olduğu için, hatta iyilik olduğunu bile bilmeden, namusluluğun doğal/fıtrî halimiz olduğunu düşünerek yapmak onu. İkinci bir niyet karışmadan. Ötekinin de menfaat ihtimalini tartmadan/ikirciklenmeden hak olanı seçmek. Şer ile hayır arasında kaldığında, şerre olabilirlik kapısının açık olduğundan bile haberdar olmamak. Böyle olabilir mi bir insan?
Olurmuş meğer. Hz. Aişe annemiz anlatıyor: "Bir adam, Resulullah aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın...' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala Hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]
Şimdi anlıyorum, mürşidimin, hakiki kemal hakkında neden şöyle söylediğini: "(...) hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Yani kim/ne diyecek diye bakmadan iyi olmak. "Bana ne getirecek?" veya "Bana ne zararı dokunacak?" demeden iyi olmak. Tavuğu verirken kazı aklına bile getirmemek. Gelse de memnun olmamak. O meziyet zatının bir özelliği olduğu için öyle olmak. Şıklardan doğruyu seçmek değil, diğer şıklardan haberdar bile olmamak. Doğru o olduğu için ve doğrudan başkası kaçınılmaz olduğu için öyle olmak. Sanıyorum Allah Resulü efendim de Hz. Aişe anneme bunu söylemek istiyordu. Ve arkadaşım, arabayı parkeden adam da bize bunu söyledi. Sen de işittin. Ben de yazdım. Çünkü yazmak doğrusuydu.
[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)
Belki senden başka parkedecek araba bile yok. Arabanı nizamî parketmen o gün için doğru/zorunlu olmayabilir. Ama hayır. Sen yine de nizamî olanı tercih ediyorsun. İçinde bir yer sızlıyor. Dişağrısı gibi. Deli ediyor seni. Bundan dolayı ödüllendirilecek falan değilsin. Aksini yaparsan ceza görecek değilsin. Park yerinde elinde sopayla kimse beklemiyor. İçinde bir yer var, susturamadığın. O seni mecbur ediyor böyle yapmaya. Ve sen onun sıkıntısını gidermekle ödülünü pekala almış oluyorsun. Doğru olanı yapmaktan daha büyük ödül var mı? "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur..." Biliyorsun.
"Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar..." Sagopa'nın bir şarkısında geçiyordu. Kafana takılmıştı. Ve daha geçen gün okuduğum Piano Piano Bacaksız tokatlamıştı vicdanının yüzünü: "Namuslu olmak insanın doğal halidir..." Halbuki ben de onu bir ihsanmış gibi algılıyordum başkalarına. Fazladan birşey. Dünyaya 'o bunu haketmeksizin' kattığım bir güzellik. Tamamiyle benden. Yukarıdan bir bağış, biraz da kibirle. Kendimi 'veren el' gibi görüyordum onları yaparken. İbadet ederken bile Allah'a bağış yapar gibiydim. "Bugün dört rekat fazladan kıldım. İki sayfa fazla Kur'an okudum. Şu kadar sadaka/zekat verdim. Şöyle şöyle yardımlar ettim. Eh, epey fark attım diğer müslümanlara. Herhalde cehenneme gitmem!" Bunların tamamı kafanda dolanırken hissettiğin şey, hiç yalan söyleme şimdi, kibirdi. İyi birisi olmak istiyordum, ama bunu ihsan eder gibi istiyordum. Halbuki gerçekten iyi birisi olsaydım bunun iyi birisi olmak olduğunu bilmeyecektim. Korkum gitmeyecekti. Akıbetimden emin olmayacaktım. Bu bana 'olmazsa olmaz' gibi gelecekti. Kendimde bir 'ilerilik' görmeyecektim onları yapmakla.
"Kim olsa aynı şeyi yapardı!" Ah, ne güzel cümleydi o. Fakat ben onu kullanırken bile 'kim olsa aynı şeyi yapmayacak ancak ben yaparım' diye düşünüyordum. Âdettendi onu söylemek. Nakşibendîce ne 'terk-i hesti' ne de 'terk-i terk'i becerebilmiştim. İkisini de hatırlıyor. İkisini de arşivliyor. İkisiyle de gizli gizli övünüyordum. İyilik oradaydı. Yapmıştım işte onu. O zaman ben iyilerdendim. Allah'ı esir almıştım (hâşâ) onunla. Nazlanmaya hakkım vardı. Benden başkası yapamamıştı çünkü onu. Ben yapmıştım.
Sonra bir İşaratü'l-İ'caz okuması ve rastladığım bir ihlas tarifi rahatsız etti toz konduramadığım egomu: "İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." Yani hiçbir şeyi düşünmememek yapmaktan başka. Ne 'ne olduğunu' ne 'ne olacağını' ve ne de 'nasıl bir kemale erdiğini' onunla. "Bana seni gerek seni..." diyebilmek cenneti düşünmeden. İyiliği sadece iyilik olduğu için, hatta iyilik olduğunu bile bilmeden, namusluluğun doğal/fıtrî halimiz olduğunu düşünerek yapmak onu. İkinci bir niyet karışmadan. Ötekinin de menfaat ihtimalini tartmadan/ikirciklenmeden hak olanı seçmek. Şer ile hayır arasında kaldığında, şerre olabilirlik kapısının açık olduğundan bile haberdar olmamak. Böyle olabilir mi bir insan?
Olurmuş meğer. Hz. Aişe annemiz anlatıyor: "Bir adam, Resulullah aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın...' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala Hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]
Şimdi anlıyorum, mürşidimin, hakiki kemal hakkında neden şöyle söylediğini: "(...) hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Yani kim/ne diyecek diye bakmadan iyi olmak. "Bana ne getirecek?" veya "Bana ne zararı dokunacak?" demeden iyi olmak. Tavuğu verirken kazı aklına bile getirmemek. Gelse de memnun olmamak. O meziyet zatının bir özelliği olduğu için öyle olmak. Şıklardan doğruyu seçmek değil, diğer şıklardan haberdar bile olmamak. Doğru o olduğu için ve doğrudan başkası kaçınılmaz olduğu için öyle olmak. Sanıyorum Allah Resulü efendim de Hz. Aişe anneme bunu söylemek istiyordu. Ve arkadaşım, arabayı parkeden adam da bize bunu söyledi. Sen de işittin. Ben de yazdım. Çünkü yazmak doğrusuydu.
[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...