ebeveyn etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ebeveyn etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Haşir mü'minler için "Ordaaa bir kööy vaar uzaaktaaa!" değildir

Bir süredir Haşir Risalesi okumaları yapıyorum. Aşinaları bilirler: Haşir Risalesi Rum sûresinin 50. ayetiyle başlar. Estağfirullah. Yanlış söyledim. Esere başlarken hatırlatılan ilk ayet bu değildir. İlk ayet besmeledir. İkinci olarak bu ayet-i kerime zikredilir. Ve kısa bir meali de şu şekildedir: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir, O herşeye hakkıyla kàdirdir."

Daha meal düzeyinde bu ayetle muhatap olduğumuzda dahi şunu farkederiz: 1) Cenab-ı Hak baharı 'haşrin bu dünyadaki bir delili olarak' nazarımıza vermektedir. 2) Bahara (ve elbette baharımsı bütün oluşlara) 'rahmet' penceresinden bakmamızı dilemektedir. 3) Bahardan 'kudret' dersi çıkarmamızı buyurmaktadır. Ben de ders arkadaşlarıma bu makamda derim ki: Bu ayet-i kerimede haşrin hem 'delili' var hem 'muktazisi' var hem de 'imkanı' var. Nasıl? Açalım: 

1) Bahardaki dirilişler nazara verilmekle haşrin 'bir kanun olarak' her vakit câri olduğuna hatırlatma var. Yani kıyametten sonra muhatap olacağımız haşir büsbütün gaybımızda bir hâdise değil. "Ordaaa biiir köy var uzaaaktaaa!" diye iman etmiyoruz. Ya? Bu dünyada hep olagelen bir kanunun devamı, parçası, sonucu olarak haşri görüyoruz. Çünkü Cenab-ı Hak varlığı dirilişlerle muhatap kılıyor zaten sürekli. Baharda en külliyetlisini gördüğümüz şey aslında başka şekillerde de hep hayatımızda. Her anımızda. Dolayısıyla, haşre iman ettiğimizde, büsbütün gaybımızda olan birşeye iman etmiş olmuyoruz. Evet. Dünyada zaten yaşadığımız bir kanunun ahirette de geçerli olacağını kavrıyoruz sadece. Daha doğrusu: Kanuna biz de dahil oluruz. Milyonlarca türün dahil olduğu bu düzenden hariçte kalamayacağımızı idrak ediyoruz. Burayı biraz daha açarsam: 

Nasıl ki, Newton, Galileo'nin farkettiği yasayı uzaya yaymayı akıl etti. Yani dedi ki: "Küremizdeki çekim yasası diğer kürelerde neden geçerli olmasın?" Böylece okuması 'yerçekimi yasası' seviyesinden 'kütle çekim kanunu' mertebesine çıktı. Böylece elindeki verilerden daha kapsamlı bir çıkarım yaptı. Aynen öyle de: İnsanoğlu da Rum sûresinin 50. ayetinin uyandırıcılığı sayesinde idrak etti: "Baharda gördüğüm şey bütün varlık için de, dolayısıyla âdemoğulları için de, neden geçerli olmasın? Böylesi bir kanun da bütün zamanlara/mekanlara yayılmış olamaz mı?" Mealdeki ifadesiyle yeniden kurgularsak: Yeryüzünü ölümünün ardından dirilten Allah insan türünü böyle bir diriliş kanunundan hariçte tutar mı? Üstelik o varlığın en değerlisidir. En kapsamlısıdır. En akıllısıdır. En sanatlısıdır. En çok rahmete muhtaç olanıdır. Yani en acizidir.

2) Ayet bizi sadece delille muhatap kılmıyor. Ya? Bir de 'muktazi' açıklaması yapıyor. Ne demek bu? Onu da açalım. Aklımıza gelebilir ki: "Allah neden böyle birşey yapmaya mecbur olsun? Onu yaratmaya, tabir-i caizse, sevkedecek ne zorunluluk var?" Hâşâ. Samed olan Zat-ı Zülcelal'i elbette zorunda bırakacak hiçbir kuvvet yok. İlah olan zorunda bırakılamaz. Zorunda bırakılan da ilah olamaz. Fakat kemaliyle O böyle murad ediyor. Yani rahmet olarak müşahade ettiğimiz aslında Cenab-ı Hakkın uluhiyetinin kemalidir. Büyüklüğünün şanıdır. Belki biraz da bu hikmetle besmele bize 'Uluhiyeti' ihtar ettikten hemen sonra 'Rahmaniyeti' ve 'Rahimiyeti' hatırlatır. Demek uluhiyetin kemalini dünyamızda rahmet/rahimiyet tecellileri sayesinde okuruz. "Gizli bir hazineyken bilinmek istedim!" sırrına bu yamaçtan yaklaşırız. Elhamdülillah.

Evet. Allah yaratmaya mecbur değildir. Hâşâ. Ama Zat-ı Uluhiyeti kemalini bir de bununla gösterir. Kusurlu bir temsille açarsak: Ebeveyn çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamaya mecbur değildir. Fiziksel olarak hiçbir çocuk ebeveynine güç yetiremez. Boyun eğdiremez. Lakin ebeveyn merhameti iktiza eder ki: İhtiyaçlar karşılansın. Hatta yeri geldiğinde kucakta taşınsın. Yani çocuk kendisini kuvvetiyle/tehditiyle taşıtmaz. Ebeveyn olmanın büyüklüğü, güzelliği, keremi, şânı, merhameti, kemali, civanmertliği o çocuğu kucakta taşıtır.

İşte, aynen böyle de, Cenab-ı Hak 'yeniden diriltmeye' elbette mecbur değildir. Kimse onu böyle bir zorunluluğa sokamaz. Hâşâ. Fakat O böylece bize rahmetini, keremini, kemalini, sonsuz Esmaü'l-Hüsna'sını tekrar tekrar göstermek dilemiştir. Her giden geri dönmekle sevinir. Her acıkan doymakla sevinir. Her özleyen kavuşmakla sevinir. Her yıkılan onarılmakla sevinir. Her kuruyan yeşermekle sevinir. Her unutan hatırlamakla sevinir. Bütün bunlar ayrı ayrı boyutlarda birer haşirdir. Varlık, varlığın kıymetini anlamak için, yoklukla da tanıştırılır. Haşir kanunu bize böyle söyler. Rahmet eseri olarak böyle yaratışlarda bulunan bir Allah'ın merhameti/hikmeti yine iktiza eder ki, insan türü de kendi kışında kalmasın, açlığında boğulmasın, özlemiyle tutuşmasın. Mahvolmasın. Yokolmasın. Küsmesin. O da tekrar ruhunun alıştığı varlık lezzetine geri dönsün. Zat-ı Zülcemalin pahabiçilmez esma tecellilerine yeniden mazhar olsun.

3) Ayet bizi sadece muktaziyle de muhatap kılmıyor. Ya? Bir de işin 'imkan' yönü var. Evet. Aynen. Mesela: Yine aklımıza şöyle bir itiraz gelebilir ki: "Tamam. Allah'ın rahmetinin böyle iktiza ettiğini kabul ettim. Fakat bakalım gücü yeter mi? Yapabilir mi? Muradı bu yönde olsa da muktedir olmayabilir? Fail muktedir olmazsa dileğini de yerine getiremez." 

İşte, ayet-i kerimenin 'kudret'le ilgili kısmı da gözümüzü bu ikinci şüphenin abesliğine açıyor. Nasıl? Bir baharda milyonlarca türü tekrar varlık sahasına çağıran, aynı toprak üzerinde bu kadar şümûllü yaratışlarda bulunan, hem de bunu birkaç gün zarfında vücuda getiren Zat-ı Kudret'in imkanından nasıl uzak olabilir ki, insan gibi tek bir türü tekrar varlığa çağıramasın? Her yıl bahar gibi bir eserine bizi şahit kılan Halık-ı Zülcelal'in böyle birşeyi 'başaramayacağını' düşünmek hâmâkât eseri değilse nedir? Zira yaptıkları ortadadır. O yapıştaki imkan şahitliğimizdedir. Ve siyasal klişe olarak tekrar edilegeldiği gibi: Yapılanlar yapılacakların teminatıdır. Dolayısıyla: Haşrin imkansızlığına hükmetmek ancak kainattaki oluşların inkârıyla mümkündür. Bu ise seçilmiş bir körlüktür. Hatta, o kadarcık da değildir, bile-isteye aptallıktır.

Arkadaşlar, uzattım, kusura bakmayın. Fakat son olarak Noel Carroll'un Sanat Felsefesi isimli eserinden yapacağım şu alıntıya da değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum:

"(...) Bu düşünceleri ortaya koymanın çok kullanışlı bir yolu var. Kitap boyunca kullanacağımız için bu aşamada açıklamakta yarar var. 'X, y için gerek koşuldur!' demek, 'Y yalnızca x varsa var!' demektir. Birisinin prenses olması ancak kadın olması halinde söz konusu olabilir. Kadın olmak prenses olmaya 'yeter koşul' değildir. Ama gereklidir. Birisinin prenses olması için önce kadın olması gerekir. Bir insan kadın olup prenses olmayabilir. Ama prenses olup kadın olmaması sözkonusu değildir. Kadınlık prenseslik için gerek koşuldur. Ya da formüle etmek gerekirse: 'Y ancak ve ancak kadın olursa prenses olabilir.' Bu noktada 'Y kadındır!' koşulu, 'Y prensestir!' gerçeği için gerek koşul olup değiştirilemez bir gerekliliktir. 

Ancak 'Eğer y kadınsa o halde prensestir!' diyemeyiz. Kadınların çoğu prenses değildir. Kadın olmak prenses olmak için yeter koşul değildir. Prensesliği sağlamak için kâfi değildir. Başka birşey daha gerekir. Olası aday olarak y'nin kraliyet soyundan gelmesi ve bunun da sözkonusu ülkenin kanunlarıyla belirlenmesi gerekir. O halde 'Eğer y kraliyet soyundan gelen bir kadınsa o zaman y prensestir!' diyebiliriz. Yani önermenin öncül koşulu 'Y bir kadındır ve uygun kraliyet soyundan gelmektedir!' - 'Y prensestir!' şeklindeki sonuç koşulun gerçekliğini garanti eder. Bu örnekte, kadın olmak ve kraliyet soyundan gelmenin herbiri 'gerek koşul'ken, birlikte prenseslik için 'yeter koşul'u sağlıyorlar. (...)" 

Mezkûr ayetin kapısını 'çözümsel felsefe'nin bu metoduyla tekrar çalarsak şunu göreceğiz: 'Rahmet' ile 'kudret' tek başlarınayken 'gerek şart'tırlar. Yani haşrin yaratılması için 1) Herşeye gücü yetecek bir kudret gerekir. 2) O kudreti yaratmaya sevkedecek engin bir rahmet gerekir. Eğer kudret olup da rahmet olmazsa, fail muktedir olur, ancak yaratmaya gerek duymaz. Eğer rahmet olup kudret olmazsa, fail istekli olur, ancak yaratmaya kudreti yetmez. Yani ikisinin birden varlığıyla ancak 'yeter şart' tamamlanmış olur. Ve o zaman sonucun kesinliğine gitmek gerekir artık: "Fail eğer sonsuz bir rahmet ve kudret sahibiyse kesinlikle haşri yaratacaktır." Çünkü rahmet varlığı hiçliğe atmaya kıymaz. Küstürmeye çalışmaz. Kudret de o rahmetin emrindeyken hiçbirşeyi şeyi kışında bırakmaz. İnşaallah.

Ya Allah, ya Rahman, ya Kadîr. Çokça baharlar tattık. Rahmet eserlerini gördük. Ümitlendik. Böyle bir sahip kölesini terketmez. Sen bizi yine o sonsuz Uluhiyetin, Rahmaniyetin ve Kadîriyetinle kışlarımızdan kurtar. Yoksun kalışlarımızı sana şikayet ediyoruz. Acizliğimiz de ilmindedir. Mü'min gönüllerine baharlar ver. Âlem-i İslam'ın hazanını gülistana çevir. Bunları değiştirmek için ne gerekiyorsa yeter derecede Senin dairendedir. Bizi Esmaü'l-Hüsna'nın bereketinden mahrum etme ya Rabbi. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi hürmeti seyyidi'l-mürselin.

16 Kasım 2016 Çarşamba

Allah, anne ve babayı, çocuklarına karşı karşılıksız bir sevgiyle neden doldurmuştur?

"Kim, rızkının Allah tarafından genişletilmesini, ecelinin uzatılmasını isterse sıla-i rahim yapsın." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 3289

Askerliğini kısa dönem yapan birisi olarak farkettiğim birşeydir: Askere 19'unda gitmiş birisiyle 27'sinde gitmiş birisinin itaati aynı olmuyor. Ve aynı şekilde askere 27'sinde gitmiş birisiyle 19'da gitmiş birisinin komutanına yüklediği anlam/karizma da aynı olmuyor. Olgunluğun böyle bir yanı da var. Daha çok sorguluyor. Daha az kapılıyor. Daha az asker oluyor. Evet, daha az asker olduğumuz, hem uzun dönemlerin hem de komutanlarımızın hemfikir olduğu birşeydir. Bu açıdan 15 Temmuz'un ardından harp okullarının kapatılması kadar normal karşılayacağım birşey yok.

O yaşlarda askeri sistem içine girmiş birisinin emir-komuta zincirinin hilafına hareket edebilmesi, demokrasiye saygı duyabilmesi veya kendisini halktan bir parça olarak görmeye devam etmesi, sonra giren birisine göre, daha zor. Yine Erdoğan'ın profesyonel askerliğe yanaşmaması da bu noktadan anlaşılır birşey. İçindeki erlerin hâlâ halkın evladı olduğu bir ordu elbette halkına kurşun sıkmakta profesyonel ordudan çekinceli olacaktır. Nitekim 15 Temmuz'da bunun hüsn-ü misallerini gördük.

2001 yapımı A.I. Artificial Intelligence (Yapay Zeka) filminin sordurduklarından birisidir: Allah, anne ve babayı, çocuklarına karşı karşılıksız bir sevgiyle/şefkatle neden doldurmuştur? Eskiden bu soruya daha farklı cevaplar verebilirdim. Fakat bugün, dünyayı yeni yeni anlamaya başladığımız o zayıf çağın psikolojimizi bozmaması için böyle bir himayenin şart olduğunu düşünüyorum. Bu aslında biraz da sinn-i kemale ermeden öncemizin insanlığa yakışır bir izzet içinde tamamlanması için gerekli. Yakınlarımızın beklentisiz sevgisi dünyalıların kalbimizi yormamaları açısından da kıymetli...

Beklentili sevgiler, hele böylesi acizlikle ve muhtaçlıkla dolu olduğumuz bir dönemde, bizi iradelerinin ellerinde maymuna çevirebilecek şeyler. (Mezkûr filmde, esas çocuğumuzun, anne sevgisini kazanmak için katlandıklarını hatırlayın.) Üstelik, çocuğun, etrafında yaşanılan her duygulanımı büyüklerinden daha ciddiye aldığı düşünülürse, süreç katmerli bir işkenceye dönüşebilir. George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da, yatılı okul yıllarını anlattığı bölümde şöyle diyor: "Birşeyden oldukça eminim, o da, yatılı okulların gündüz okullarından daha kötü olduğu. Evi bir sığınak olarak elinin altında olan bir çocuk daha şanslıdır."

Çocukların erken yaşlarda yatılı okula gönderilmesinin İngiliz eğitim sisteminin en büyük hatalarından birisi olduğunu düşünen Orwell, St Cyprian's'ta yaşadığı olaylardan o kadar etkilenmiştir ki, meşhur 'kara ütopyası' 1984'ü bu 'etkilenmişliğin' izleriyle doldurmuştur. 1984'ün okurları, her ne kadar onu bir Sovyet Rusya veya 'otoriter devlet' eleştirisi olarak bilseler de, Orwell'ın yatılı okul hayatına dair anlattıkları bu kitaptan çok açık izler taşır. Okul müdürü hakkında kurduğu şu cümleler adeta Big Brother'ın tarifidir: "Okulun içinde olsun dışında olsun, her yetişkinin, kuralları ihlal etmemizi engellemek için gönüllü olarak işbirliği yapacağını varsayıyordum. Sambo herşeye kadirdi. Ajanlarının her yerde olması doğaldı."

Orwell'ın yatılı okul sistemi hakkında öfkelendiği şey (bir yatılı okul mezunu olarak içtenlikle katılıyorum buna); daha doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramadıkları bir çağda, çocukların, 'küçük düşürücü bir yalakalıkla' birilerine yaranmak zorunda bırakılmasıdır. Garantisiz, menfaatçi ve istismarcı sevicilerle muhatap olmalarıdır. Evden ve ebeveynlerinden uzaklaşmaları, hayatlarının neredeyse tamamının okul idarecilerinin ellerine bırakılması ve bu idarecilerin de sevmek için (belki sadece 'aferin'den ibaret bir sevmek için) çocuklara her hatalarında kendilerini yetersiz/aptal hissettirmeleri... bütün bunlardır Orwell'ı yatılı sisteme düşman eden.

"Bana para yatırmıştı ve yatırdığı parayı prestij olarak geri almayı hedefliyordu. (...) En çok çeken yoksul ama zeki çocuklardı. Beyinlerimiz, para yatırdığı birer altın madeniydi ve bizi sıkıp kâr payını çıkarmalıydı. (...) Yetenekli çocukların kariyerini rekabete dayanan bir sınava bağlama faaliyeti, yalnızca oniki ya da onüç yaşında olduğu düşünüldüğünde, en iyi ihtimalle kötü birşey."

FETÖ ile devlet arasındaki gerilimin ayyuka çıkışını hatırlayalım: Dersanelerin kapanıyor olmasıydı FETÖ'yü devlete düşman eden. Öncesindeki hiçbir gerilim FETÖ'nün kontrolünü kaybetmesine ve cepheyi (kamuoyunun da haberdar olabileceği bir şekilde) genişletmesine sebep olmamıştı. Bunun örgüte vuracağı finansal darbe bir yana, ben, asıl mahrumiyetin örgütün insan kaynaklarında yaşanacağını yazmıştım o dönemde. Neden? Çünkü kariyerin sınav rekabetine bağlı olduğu bir düzende dersane sahibi olmak sadece dersane sahibi olmak değildir. Çocukluk psikolojisinden uzaklaşmamış bireylerin size muhtaç olmasıdır. Hele o çocuğu daha erken yaşlarda, diyelim Orwell'ın yatılı okula gittiği yıllarda, ele geçirmek, hayatını da ele geçirmektir. Zira ebeveyninden uzaklaşıp hayatının büyük bir dönemini sizinle geçiren bir çocuk daha kolay endoktrinasyona tâbi tutulabilir.

Hele bu çocuk bir de fakirse elde edilmesi daha kolaydır. Gördüğü iyiliklerle büyüklerine(!) borçlanan/bağlanan bir çocuk, vefasını göstermek için, gerekirse ailesini bile karşısına alabilir. Geçmişte, FETÖ'nün içinde, ailesi tarafından bulunmamak için adını değiştiren, evini boşveren, yerini saklayan, yurtdışına çıkması veya okulu bırakması istense bile ebeveynine danışmayacak olan birçok birey vardı. İnsanlar bu hale nasıl gelebildi? Kanaatimce, bunlar, hayatlarının sonraki yıllarında 'beklentili sevgilerine' muhatap oldukları insanların bağımlısı olarak ebeveynlerinden uzaklaşmışlardır.

Ancak bu noktada şuna dikkat etmek gerekir: Bu çocukları beklentili insanlara muhtaç eden de ebeveynlerinin 'beklentili sevgileri'dir. İyi bir üniversite olsun, kariyer olsun, iş olsun... Beklentiye giren ebeveyn çocuğunu 'koşulsuz sevgi' ekseninden uzaklaştırır. Çocuk kendisini bu koşulları sağlamaya mecbur hisseder. İzzetini/iradesini yitirmesine neden olsa bile başarmasına yardım edecek insanlara yapışır. Araç, amacın önüne geçer ve en nihayet ebeveyn çocuğunu başkaları hesabına kaybeder.

İşte, sıla-i rahim hakkında İslam'da (özellikle hadis-i şeriflerde) varolan vurgunun bir hikmeti de buradan bize gözkırpıyor. Dikkat edin: Toplumsal veya bireysel hayatımıza bela olan her ideoloji, her akım, her örgüt, önce çocukların/gençlerin aileleriyle olan bağlarına zarar veriyor. Koparırsa kazanıyor. Bediüzzaman'ın dinsizlik salgını hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendisine alıp' ifadesi, öncesi ve sonrasıyla beraber tefekkür edildiğinde, bu ince hikmet adına da önemli şeyler söylüyor:

"Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssü'l-esası, akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü'min kardeşlerine karşı, mânevî, muavenetkârâne bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'ân hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir."

İsterseniz, bunu, o günkü gibi sosyalizm veya komünizme, isterseniz biraz daha içimize taşıyıp modernizm ve reformizme uygulayın. Aynı şeyi göreceksiniz: Cemiyetlerin (cemaatlerden farklı olarak) yapısı böyledir. Cemaatler sıla-i rahimi tetiklerken, cemiyetler sıla-i rahimi keser atar. Daha somut konuşalım: Uydurulmuş din/indirilmiş din muhabbetinin ardında yatan şey, yine bir 'herkesin çocuklarını kendisine alma' operasyonudur.

Bugün ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını ve büyüklerini aşağılamaktan çekinmeyen şu dil, tıpkı geçmişteki emsalleri gibi, sıla-i rahmimize kastediyor. Kökümüzle rabıtamızı kesiyor. Halbuki bir bünyeye fayda verecek olan söylem, o bünyenin bütünü/geçmişini inkâr etmeyecek, uyum sağlayacak olan bir söylemdir. Hangi böbrek kalbini veya ciğerini kötülediği vücutta işe yarar? Bizim, cemaatlere (cemiyet haline gelmemeleri adına) getirdiğimiz makul eleştirilerin yanında, şu sıla-i rahim üzerine de eğilmemiz lazım. Sistem hangi noktalarda çocukların ebeveynleriyle bağlarının kopmasını tetikliyor? Bu soruya cevap arayalım. Ebeveynleriyle bağı kopan çocukların sokulamayacakları bir şekil yok. Kurtuluş en önce ailede. Ve çocuğun en güvenli sığınağını kaybetmemesinde. Çünkü hiçbir çocuk muhtaçlığının ardında izzetini yitirmedikçe 'kullanılır' olmaz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...