Askerliğini kısa dönem yapan birisi olarak farkettiğim birşeydir: Askere 19'unda gitmiş birisiyle 27'sinde gitmiş birisinin itaati aynı olmuyor. Ve aynı şekilde askere 27'sinde gitmiş birisiyle 19'da gitmiş birisinin komutanına yüklediği anlam/karizma da aynı olmuyor. Olgunluğun böyle bir yanı da var. Daha çok sorguluyor. Daha az kapılıyor. Daha az asker oluyor. Evet, daha az asker olduğumuz, hem uzun dönemlerin hem de komutanlarımızın hemfikir olduğu birşeydir. Bu açıdan 15 Temmuz'un ardından harp okullarının kapatılması kadar normal karşılayacağım birşey yok.
O yaşlarda askeri sistem içine girmiş birisinin emir-komuta zincirinin hilafına hareket edebilmesi, demokrasiye saygı duyabilmesi veya kendisini halktan bir parça olarak görmeye devam etmesi, sonra giren birisine göre, daha zor. Yine Erdoğan'ın profesyonel askerliğe yanaşmaması da bu noktadan anlaşılır birşey. İçindeki erlerin hâlâ halkın evladı olduğu bir ordu elbette halkına kurşun sıkmakta profesyonel ordudan çekinceli olacaktır. Nitekim 15 Temmuz'da bunun hüsn-ü misallerini gördük.
2001 yapımı A.I. Artificial Intelligence (Yapay Zeka) filminin sordurduklarından birisidir: Allah, anne ve babayı, çocuklarına karşı karşılıksız bir sevgiyle/şefkatle neden doldurmuştur? Eskiden bu soruya daha farklı cevaplar verebilirdim. Fakat bugün, dünyayı yeni yeni anlamaya başladığımız o zayıf çağın psikolojimizi bozmaması için böyle bir himayenin şart olduğunu düşünüyorum. Bu aslında biraz da sinn-i kemale ermeden öncemizin insanlığa yakışır bir izzet içinde tamamlanması için gerekli. Yakınlarımızın beklentisiz sevgisi dünyalıların kalbimizi yormamaları açısından da kıymetli...
Beklentili sevgiler, hele böylesi acizlikle ve muhtaçlıkla dolu olduğumuz bir dönemde, bizi iradelerinin ellerinde maymuna çevirebilecek şeyler. (Mezkûr filmde, esas çocuğumuzun, anne sevgisini kazanmak için katlandıklarını hatırlayın.) Üstelik, çocuğun, etrafında yaşanılan her duygulanımı büyüklerinden daha ciddiye aldığı düşünülürse, süreç katmerli bir işkenceye dönüşebilir. George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da, yatılı okul yıllarını anlattığı bölümde şöyle diyor: "Birşeyden oldukça eminim, o da, yatılı okulların gündüz okullarından daha kötü olduğu. Evi bir sığınak olarak elinin altında olan bir çocuk daha şanslıdır."
Çocukların erken yaşlarda yatılı okula gönderilmesinin İngiliz eğitim sisteminin en büyük hatalarından birisi olduğunu düşünen Orwell, St Cyprian's'ta yaşadığı olaylardan o kadar etkilenmiştir ki, meşhur 'kara ütopyası' 1984'ü bu 'etkilenmişliğin' izleriyle doldurmuştur. 1984'ün okurları, her ne kadar onu bir Sovyet Rusya veya 'otoriter devlet' eleştirisi olarak bilseler de, Orwell'ın yatılı okul hayatına dair anlattıkları bu kitaptan çok açık izler taşır. Okul müdürü hakkında kurduğu şu cümleler adeta Big Brother'ın tarifidir: "Okulun içinde olsun dışında olsun, her yetişkinin, kuralları ihlal etmemizi engellemek için gönüllü olarak işbirliği yapacağını varsayıyordum. Sambo herşeye kadirdi. Ajanlarının her yerde olması doğaldı."
Orwell'ın yatılı okul sistemi hakkında öfkelendiği şey (bir yatılı okul mezunu olarak içtenlikle katılıyorum buna); daha doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramadıkları bir çağda, çocukların, 'küçük düşürücü bir yalakalıkla' birilerine yaranmak zorunda bırakılmasıdır. Garantisiz, menfaatçi ve istismarcı sevicilerle muhatap olmalarıdır. Evden ve ebeveynlerinden uzaklaşmaları, hayatlarının neredeyse tamamının okul idarecilerinin ellerine bırakılması ve bu idarecilerin de sevmek için (belki sadece 'aferin'den ibaret bir sevmek için) çocuklara her hatalarında kendilerini yetersiz/aptal hissettirmeleri... bütün bunlardır Orwell'ı yatılı sisteme düşman eden.
"Bana para yatırmıştı ve yatırdığı parayı prestij olarak geri almayı hedefliyordu. (...) En çok çeken yoksul ama zeki çocuklardı. Beyinlerimiz, para yatırdığı birer altın madeniydi ve bizi sıkıp kâr payını çıkarmalıydı. (...) Yetenekli çocukların kariyerini rekabete dayanan bir sınava bağlama faaliyeti, yalnızca oniki ya da onüç yaşında olduğu düşünüldüğünde, en iyi ihtimalle kötü birşey."
FETÖ ile devlet arasındaki gerilimin ayyuka çıkışını hatırlayalım: Dersanelerin kapanıyor olmasıydı FETÖ'yü devlete düşman eden. Öncesindeki hiçbir gerilim FETÖ'nün kontrolünü kaybetmesine ve cepheyi (kamuoyunun da haberdar olabileceği bir şekilde) genişletmesine sebep olmamıştı. Bunun örgüte vuracağı finansal darbe bir yana, ben, asıl mahrumiyetin örgütün insan kaynaklarında yaşanacağını yazmıştım o dönemde. Neden? Çünkü kariyerin sınav rekabetine bağlı olduğu bir düzende dersane sahibi olmak sadece dersane sahibi olmak değildir. Çocukluk psikolojisinden uzaklaşmamış bireylerin size muhtaç olmasıdır. Hele o çocuğu daha erken yaşlarda, diyelim Orwell'ın yatılı okula gittiği yıllarda, ele geçirmek, hayatını da ele geçirmektir. Zira ebeveyninden uzaklaşıp hayatının büyük bir dönemini sizinle geçiren bir çocuk daha kolay endoktrinasyona tâbi tutulabilir.
Hele bu çocuk bir de fakirse elde edilmesi daha kolaydır. Gördüğü iyiliklerle büyüklerine(!) borçlanan/bağlanan bir çocuk, vefasını göstermek için, gerekirse ailesini bile karşısına alabilir. Geçmişte, FETÖ'nün içinde, ailesi tarafından bulunmamak için adını değiştiren, evini boşveren, yerini saklayan, yurtdışına çıkması veya okulu bırakması istense bile ebeveynine danışmayacak olan birçok birey vardı. İnsanlar bu hale nasıl gelebildi? Kanaatimce, bunlar, hayatlarının sonraki yıllarında 'beklentili sevgilerine' muhatap oldukları insanların bağımlısı olarak ebeveynlerinden uzaklaşmışlardır.
Ancak bu noktada şuna dikkat etmek gerekir: Bu çocukları beklentili insanlara muhtaç eden de ebeveynlerinin 'beklentili sevgileri'dir. İyi bir üniversite olsun, kariyer olsun, iş olsun... Beklentiye giren ebeveyn çocuğunu 'koşulsuz sevgi' ekseninden uzaklaştırır. Çocuk kendisini bu koşulları sağlamaya mecbur hisseder. İzzetini/iradesini yitirmesine neden olsa bile başarmasına yardım edecek insanlara yapışır. Araç, amacın önüne geçer ve en nihayet ebeveyn çocuğunu başkaları hesabına kaybeder.
İşte, sıla-i rahim hakkında İslam'da (özellikle hadis-i şeriflerde) varolan vurgunun bir hikmeti de buradan bize gözkırpıyor. Dikkat edin: Toplumsal veya bireysel hayatımıza bela olan her ideoloji, her akım, her örgüt, önce çocukların/gençlerin aileleriyle olan bağlarına zarar veriyor. Koparırsa kazanıyor. Bediüzzaman'ın dinsizlik salgını hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendisine alıp' ifadesi, öncesi ve sonrasıyla beraber tefekkür edildiğinde, bu ince hikmet adına da önemli şeyler söylüyor:
"Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssü'l-esası, akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü'min kardeşlerine karşı, mânevî, muavenetkârâne bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'ân hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir."
İsterseniz, bunu, o günkü gibi sosyalizm veya komünizme, isterseniz biraz daha içimize taşıyıp modernizm ve reformizme uygulayın. Aynı şeyi göreceksiniz: Cemiyetlerin (cemaatlerden farklı olarak) yapısı böyledir. Cemaatler sıla-i rahimi tetiklerken, cemiyetler sıla-i rahimi keser atar. Daha somut konuşalım: Uydurulmuş din/indirilmiş din muhabbetinin ardında yatan şey, yine bir 'herkesin çocuklarını kendisine alma' operasyonudur.
Bugün ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını ve büyüklerini aşağılamaktan çekinmeyen şu dil, tıpkı geçmişteki emsalleri gibi, sıla-i rahmimize kastediyor. Kökümüzle rabıtamızı kesiyor. Halbuki bir bünyeye fayda verecek olan söylem, o bünyenin bütünü/geçmişini inkâr etmeyecek, uyum sağlayacak olan bir söylemdir. Hangi böbrek kalbini veya ciğerini kötülediği vücutta işe yarar? Bizim, cemaatlere (cemiyet haline gelmemeleri adına) getirdiğimiz makul eleştirilerin yanında, şu sıla-i rahim üzerine de eğilmemiz lazım. Sistem hangi noktalarda çocukların ebeveynleriyle bağlarının kopmasını tetikliyor? Bu soruya cevap arayalım. Ebeveynleriyle bağı kopan çocukların sokulamayacakları bir şekil yok. Kurtuluş en önce ailede. Ve çocuğun en güvenli sığınağını kaybetmemesinde. Çünkü hiçbir çocuk muhtaçlığının ardında izzetini yitirmedikçe 'kullanılır' olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder