Zamanın bereketi çokça fiildir. Fiilin tetikçisi bir önceki fiilin bitişidir. Tek başına yeterli olmayışıdır. Ölümüdür. Tek bir cevapla imtihan bitmez. Yüzlerce soru vardır. Her yeni soruya geçtiğinizde bir önceki sorunun cevabı ölür. Geçmişte kalır. Zaman devam eder. Bu gidişler karşısında insan bant işçisine dönüşür. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereketli soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Sonsuzluk arzumuz ve fena korkumuzdur bütün gayretlerimizin kaynağı. Arzu koşturur. Korku sakındırır. Biz de böylece yaşarız.
Mülk sûresinde buyrulduğu gibi: "Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de hayatı da yaratan Odur." Çünkü 'güzel işler yapmak' kendisini hayat kadar ölüme de borçludur. Kabın bir dibinin olması, yani doldurulması gerektiği hissi ve bitebileceği korkusu, oradan gelen sınırlılık/yetmeyebilirlik endişesi, 'daha fazlası' için bizi koşturur. Mü'minler hayırda yarışır. Kafirler şerde... Fakat en nihayetinde ölüm olmadan ve hatta bu ölüm 'müphem' olmadan bulamayız bu bereketi. Mürşidim bu sadedde der ki:
"İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen. Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadîr. Esmâü'l-Hüsnâ'da muzmer iksir-i ism-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen, iphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan. Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen, nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin. Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin."
Burada bir nefes alalım. Mevzuyu değiştireceğiz. Fiil çoğaltmaktan (bu iyi birşeydi) niyet çoğaltmaya (bu kötü birşeydir) geçeceğiz. Bu bahsin başında Bediüzzaman der ki: "Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme..." Ne demektir bu? Burada bir ironi vardır aslında. Malumunuz üzere 'taayyün' birşeyi açığa çıkarmaktır, 'zulm' ise kökeni itibariyle 'karartmak' anlamına gelir. (Kötülük/haksızlık gibi manalar kelimeye sonra katılan anlamlardır.) Peki birşey açığa çıkarılmakla nasıl karartılmış olur? Yahut da açığa çıkartmakla karartma yapılabilir mi? Metnin devamı bu zulmün nasıl işleneceğini de tarif eder:
"Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi. Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün. Nerede kaldı yalancı tasannu ve riyâ ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen. Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen."
Sosyalmedyada yapılan ilan-ı aşklar üzerinden şöyle birşey karalamıştım vaktiyle: "Göstere göstere âşık oluyordu. Öyle ki; âşık olduğu gösterdiği miydi, gören miydi, göstermek miydi, belli olmuyordu."
Has dairede olanların 'göstere göstere' yaşanılmasında böyle bir riski hep görüyorum. Göstermenin pek kolaylaştığı bir çağın çocuklarıyız. Hatta gösterdiğimiz şeyin beğenisi ile itibar arıyoruz. Ancak şu tehlike hepimizin paylaşımlarında dolaşıyor: Göstermek o hissin asıl amacını ve hatta 'aslını' öldürüyor. Biraz cür'etle şöyle de diyebilirim: Başkalarına gösterme arzusu her niyetin şirki oluyor. Burada şirkten kastettiğim Allah'a eş/ortak koşmak değil, niyete eş/ortak koşmak. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur."
İhlassızlık amelin ölümüdür. Yapıldığı kadar kalmasıdır. Bizim de eylediklerimiz ellerimizde ölüyor. Çünkü onları ikincil niyetlerden koruyamıyoruz. (Koşmak durmanın ölümüdür. Durmak koşmanın...) Her fiilin ölümü bir diğerinin başlangıcı olduğu gibi her bir yeni niyet de bir diğerinin ölümü oluyor. Özellikle nafile ibadetlerimizi 'göstere göstere' yapmaktan sakındıran hadis-i şerifler bizi bu açıdan da düşündürmeli. Şunu doğru tayin etmek lazım: İnsan niyetini karar alarak değiştirmiyor. Ancak ikinci niyetler için aynı fiili istimal ettikçe, mesela gösterdikçe, fiilin amaçlarını çoğaltmış oluyor.
Amaçların çoğalışı fiilin bu amaçlardan hangisine yönelik işlendiği konusunda bir tehlike alanı oluşturuyor. İhlasın 'göstermekle' imtihanı burada. 'Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi' sırrı bu. Göstermek bir niyet çoğaltıcıdır. Âşık olduğunuzu gösterdiğinizde asıl âşık olduğunuz göstermek midir, gösterdiğiniz midir, gören midir? Sevgilinize aldığınız çiçeği paylaştığınızda çiçeğin amacı çoğalır. 1) Sevgilinizi mutlu etmek için. 2) Sizin sevgilisine çiçek alan bir erkek olduğunuzu göstermek için. 3) Bu paylaşımı görenlerin takdirini kazanmak için... Sizinkisi hangisinde kalacak? Değiştirip soralım: Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulacak mı? Bulmadığını söyleyecek babayiğit az olduğundan ikinci niyetlerin hayat bulacağı alanlardan kaçınmak önemli. Kalbimize sahip çıkamıyoruz çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder