"Kaygılı olduğumda sığınağa girerim. Yolculuk etmeye hiç ihtiyaç duymam. Edebî belleğimin kürelerine gitmem yeter. Edebiyattan daha soylu bir vakit geçirme, daha oyalayıcı eşlik, daha nefis trans var mıdır?" Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti'nden.
Edebiyatla meşgul olmanın teselli edici bir yanı var. Nasıl olduğu bilinmez bir şekilde sizi iyileştiriyor. Bunu yaparken zâhiren ortaya koyduğunuz yeni birşey yok. Kendi ekseniniz etrafında dönüyor gibisiniz. Sizden akan cümleler yine size dönüyor. O kadar... Fakat öyle değil işte. Bu işte bir iş var. Sizden çıkan cümleler çıktıkları anda yaralarınızı iyileştirirken size dönen cümleler de döndükleri zaman başka birşey oluyorlar. Yazdıklarınızla hem rahatlıyor hem öğreniyorsunuz. Yaralarınızla bu şekilde meşgul olmak, dışarıdan birşey getirmeden, deva üretiyor. Sanki zehriniz ve balınız aynı kapta yaratılmışsınız. Yazdıkça zehrinizin yaktığı yere balınız çalınıyor. İyileşiyorsunuz. Yaralarını yalayan bir aslan gibisiniz. Derdinizin devası mürekkebinizde saklı.
Yaralarıyla meşgul olan insanların metinleri onlar ve bizler için neden iyileştiricidir? Ben bunu biraz 'incelmek'le ilgili görüyorum. İncelmek berekete sebep oluyor. İncelmekten kastım nedir? Bir önceki yazımda da dikkatlerinizi çekmeye çalışmıştım: Latifleşmek. Yaratanı biz olmadığımız fiiler âleminde, kendilik adına inceldikçe, fiilerimiz daha görkemli bir hal alıyor. Sahiplendikçe yitiriyoruz. Kungfu Panda'da Usta Ugvey'in dediği gibi: "Ne kadar çok alırsan, o kadar azına sahip olursun." Aczimiz ve fakrımız da tam bu noktada kazanca dönüşüyor. Biz, kendimiz olarak daha az varoldukça, aslında, kusurlarımızla engeli olduğumuz yaratışa yolveriyoruz. Önünden çekiliyoruz. Aradan çıkıyoruz. Bizim aradaki varlığımız yaratışa bir katkı yapmıyor. Hasenat bizim değil. Biz arada oldukça yaratış zarar görüyor. Seyyiemiz bizim. O yüzden 'kibir' kötü ve 'tevazu' iyi. Çünkü kibir perdeni kalınlaştırmaktır. Tevazu inceltmektir.
Nebiler elinde zuhur eden mucizeler, bir açıdan, onların varlıklarını ne kadar incelttiklerini de gösteriyor bize. Burada, dayanamayarak, mürşidimin Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ndeki 'el' bahsini alıntılayacağım. "Bu parça altın ve elmasla yazılsa liyakati var..." dedikten sonra diyor ki Bediüzzaman:
"Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, 'Attığın zaman sen atmadın!' sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizâma sevk etmesi, 'Ay yarıldı!' nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi, ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mu'cize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir."
Bediüzzaman'ın reşha, katre ve zühre bahsinde 'reşha' ile bize öğretmeye çalıştığı da bu bence. İnsan, 'ben' veya 'benim' olarak tarif ettiği alanlar adına varlığını azalttıkça, arızîleştirdikçe yani, perde arkasında işleyen ilim, irade ve kudretin tecelliyatı daha görkemli bir hal alıyor. Reşhanın, kendiliği ve sahipliği adına yitirdiği vücut, Allah'ın reşha üzerinden yarattıklarını daha mucizevî bir hale getiriyor. Bunu nebilerde görsek mucize diyoruz. Veliler bu letafete ulaştıklarında kerametleri zahir oluyor. 'Sen atmadın' hakikatinde 'Allah attı' adına inceleşenler Onun atışının muhteşemliğiyle ödüllendiriliyorlar.
Hem İhlas Risalesi'nde nazarımıza verilen 'ihlasın kerameti' de buradan bakınca daha anlaşılır oluyor. Öyle ya! Sırf Allah rızası için yaptığın şeyde benliğin adına incelmiş oluyorsun. Sen ve parçasal çıkarların olmuyor orada. Bütünün adına birşey yapılıyor. 'Kendin adına'lıktan 'Allah adına'lığa geçiyorsun. 'Bismillah' demiş oluyorsun bir nevi... Perde varlığını aradan çekiyorsun. Bu aradan çekiş 'amel ediş' anlamında değil 'sahipleniş' anlamında. Bu açıdan bakınca 'Elhamdülillah' da tastamam bir şeffaflaşma çabası değil mi? Allah bize hamdı emrettiği her yerde reşhalaşmayı da öğütlemiş olmuyor mu? Bu sıralar şu konuya dair tefekkür etmekteyim. Fakat ben de aradan çekileyim: Allahu'l-alem.
ihlas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ihlas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
30 Mart 2017 Perşembe
5 Kasım 2016 Cumartesi
Bir 'niyet çoğaltıcı' olarak sosyalmedya
Daha evvel de yazmıştım hakkında. "Ölüm hayatın bereketidir..." demiştim. Bunu derken dayanağım şu idi: Ölümün varlığı ile 'doldurulası' oluyordu hayat. Kabın sınırlılığı doldurulacağı fikrini doğuruyordu. (Kimse dibi olmayan kovayı doldurmak istemezdi.) Onun müphem bir son olarak ufukta duruşu ufuktan öncesini yeterlilik noktasında telaşlı kılıyordu. Hatta demiştim ki: Nasıl ki; tuzağın belirsizliği, dikkatimizi, karşımıza çıkabilecek her türden tehlikeye açık tutar ve rızkımızın biteceği korkusu bizi her gün çalışmaya iter; aynen öyle de; imtihan süresinin belirsizliği de her anın kıymetini anlamamızı sağlar. Zamanın sınırlanmasıyla sorulara ayrılan zaman bereketlenir.
Zamanın bereketi çokça fiildir. Fiilin tetikçisi bir önceki fiilin bitişidir. Tek başına yeterli olmayışıdır. Ölümüdür. Tek bir cevapla imtihan bitmez. Yüzlerce soru vardır. Her yeni soruya geçtiğinizde bir önceki sorunun cevabı ölür. Geçmişte kalır. Zaman devam eder. Bu gidişler karşısında insan bant işçisine dönüşür. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereketli soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Sonsuzluk arzumuz ve fena korkumuzdur bütün gayretlerimizin kaynağı. Arzu koşturur. Korku sakındırır. Biz de böylece yaşarız.
Mülk sûresinde buyrulduğu gibi: "Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de hayatı da yaratan Odur." Çünkü 'güzel işler yapmak' kendisini hayat kadar ölüme de borçludur. Kabın bir dibinin olması, yani doldurulması gerektiği hissi ve bitebileceği korkusu, oradan gelen sınırlılık/yetmeyebilirlik endişesi, 'daha fazlası' için bizi koşturur. Mü'minler hayırda yarışır. Kafirler şerde... Fakat en nihayetinde ölüm olmadan ve hatta bu ölüm 'müphem' olmadan bulamayız bu bereketi. Mürşidim bu sadedde der ki:
Burada bir nefes alalım. Mevzuyu değiştireceğiz. Fiil çoğaltmaktan (bu iyi birşeydi) niyet çoğaltmaya (bu kötü birşeydir) geçeceğiz. Bu bahsin başında Bediüzzaman der ki: "Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme..." Ne demektir bu? Burada bir ironi vardır aslında. Malumunuz üzere 'taayyün' birşeyi açığa çıkarmaktır, 'zulm' ise kökeni itibariyle 'karartmak' anlamına gelir. (Kötülük/haksızlık gibi manalar kelimeye sonra katılan anlamlardır.) Peki birşey açığa çıkarılmakla nasıl karartılmış olur? Yahut da açığa çıkartmakla karartma yapılabilir mi? Metnin devamı bu zulmün nasıl işleneceğini de tarif eder:
Sosyalmedyada yapılan ilan-ı aşklar üzerinden şöyle birşey karalamıştım vaktiyle: "Göstere göstere âşık oluyordu. Öyle ki; âşık olduğu gösterdiği miydi, gören miydi, göstermek miydi, belli olmuyordu."
Has dairede olanların 'göstere göstere' yaşanılmasında böyle bir riski hep görüyorum. Göstermenin pek kolaylaştığı bir çağın çocuklarıyız. Hatta gösterdiğimiz şeyin beğenisi ile itibar arıyoruz. Ancak şu tehlike hepimizin paylaşımlarında dolaşıyor: Göstermek o hissin asıl amacını ve hatta 'aslını' öldürüyor. Biraz cür'etle şöyle de diyebilirim: Başkalarına gösterme arzusu her niyetin şirki oluyor. Burada şirkten kastettiğim Allah'a eş/ortak koşmak değil, niyete eş/ortak koşmak. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur."
İhlassızlık amelin ölümüdür. Yapıldığı kadar kalmasıdır. Bizim de eylediklerimiz ellerimizde ölüyor. Çünkü onları ikincil niyetlerden koruyamıyoruz. (Koşmak durmanın ölümüdür. Durmak koşmanın...) Her fiilin ölümü bir diğerinin başlangıcı olduğu gibi her bir yeni niyet de bir diğerinin ölümü oluyor. Özellikle nafile ibadetlerimizi 'göstere göstere' yapmaktan sakındıran hadis-i şerifler bizi bu açıdan da düşündürmeli. Şunu doğru tayin etmek lazım: İnsan niyetini karar alarak değiştirmiyor. Ancak ikinci niyetler için aynı fiili istimal ettikçe, mesela gösterdikçe, fiilin amaçlarını çoğaltmış oluyor.
Amaçların çoğalışı fiilin bu amaçlardan hangisine yönelik işlendiği konusunda bir tehlike alanı oluşturuyor. İhlasın 'göstermekle' imtihanı burada. 'Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi' sırrı bu. Göstermek bir niyet çoğaltıcıdır. Âşık olduğunuzu gösterdiğinizde asıl âşık olduğunuz göstermek midir, gösterdiğiniz midir, gören midir? Sevgilinize aldığınız çiçeği paylaştığınızda çiçeğin amacı çoğalır. 1) Sevgilinizi mutlu etmek için. 2) Sizin sevgilisine çiçek alan bir erkek olduğunuzu göstermek için. 3) Bu paylaşımı görenlerin takdirini kazanmak için... Sizinkisi hangisinde kalacak? Değiştirip soralım: Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulacak mı? Bulmadığını söyleyecek babayiğit az olduğundan ikinci niyetlerin hayat bulacağı alanlardan kaçınmak önemli. Kalbimize sahip çıkamıyoruz çünkü.
Zamanın bereketi çokça fiildir. Fiilin tetikçisi bir önceki fiilin bitişidir. Tek başına yeterli olmayışıdır. Ölümüdür. Tek bir cevapla imtihan bitmez. Yüzlerce soru vardır. Her yeni soruya geçtiğinizde bir önceki sorunun cevabı ölür. Geçmişte kalır. Zaman devam eder. Bu gidişler karşısında insan bant işçisine dönüşür. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereketli soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Sonsuzluk arzumuz ve fena korkumuzdur bütün gayretlerimizin kaynağı. Arzu koşturur. Korku sakındırır. Biz de böylece yaşarız.
Mülk sûresinde buyrulduğu gibi: "Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de hayatı da yaratan Odur." Çünkü 'güzel işler yapmak' kendisini hayat kadar ölüme de borçludur. Kabın bir dibinin olması, yani doldurulması gerektiği hissi ve bitebileceği korkusu, oradan gelen sınırlılık/yetmeyebilirlik endişesi, 'daha fazlası' için bizi koşturur. Mü'minler hayırda yarışır. Kafirler şerde... Fakat en nihayetinde ölüm olmadan ve hatta bu ölüm 'müphem' olmadan bulamayız bu bereketi. Mürşidim bu sadedde der ki:
"İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen. Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadîr. Esmâü'l-Hüsnâ'da muzmer iksir-i ism-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen, iphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan. Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen, nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin. Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin."
Burada bir nefes alalım. Mevzuyu değiştireceğiz. Fiil çoğaltmaktan (bu iyi birşeydi) niyet çoğaltmaya (bu kötü birşeydir) geçeceğiz. Bu bahsin başında Bediüzzaman der ki: "Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme..." Ne demektir bu? Burada bir ironi vardır aslında. Malumunuz üzere 'taayyün' birşeyi açığa çıkarmaktır, 'zulm' ise kökeni itibariyle 'karartmak' anlamına gelir. (Kötülük/haksızlık gibi manalar kelimeye sonra katılan anlamlardır.) Peki birşey açığa çıkarılmakla nasıl karartılmış olur? Yahut da açığa çıkartmakla karartma yapılabilir mi? Metnin devamı bu zulmün nasıl işleneceğini de tarif eder:
"Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi. Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün. Nerede kaldı yalancı tasannu ve riyâ ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen. Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen."
Sosyalmedyada yapılan ilan-ı aşklar üzerinden şöyle birşey karalamıştım vaktiyle: "Göstere göstere âşık oluyordu. Öyle ki; âşık olduğu gösterdiği miydi, gören miydi, göstermek miydi, belli olmuyordu."
Has dairede olanların 'göstere göstere' yaşanılmasında böyle bir riski hep görüyorum. Göstermenin pek kolaylaştığı bir çağın çocuklarıyız. Hatta gösterdiğimiz şeyin beğenisi ile itibar arıyoruz. Ancak şu tehlike hepimizin paylaşımlarında dolaşıyor: Göstermek o hissin asıl amacını ve hatta 'aslını' öldürüyor. Biraz cür'etle şöyle de diyebilirim: Başkalarına gösterme arzusu her niyetin şirki oluyor. Burada şirkten kastettiğim Allah'a eş/ortak koşmak değil, niyete eş/ortak koşmak. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur."
İhlassızlık amelin ölümüdür. Yapıldığı kadar kalmasıdır. Bizim de eylediklerimiz ellerimizde ölüyor. Çünkü onları ikincil niyetlerden koruyamıyoruz. (Koşmak durmanın ölümüdür. Durmak koşmanın...) Her fiilin ölümü bir diğerinin başlangıcı olduğu gibi her bir yeni niyet de bir diğerinin ölümü oluyor. Özellikle nafile ibadetlerimizi 'göstere göstere' yapmaktan sakındıran hadis-i şerifler bizi bu açıdan da düşündürmeli. Şunu doğru tayin etmek lazım: İnsan niyetini karar alarak değiştirmiyor. Ancak ikinci niyetler için aynı fiili istimal ettikçe, mesela gösterdikçe, fiilin amaçlarını çoğaltmış oluyor.
Amaçların çoğalışı fiilin bu amaçlardan hangisine yönelik işlendiği konusunda bir tehlike alanı oluşturuyor. İhlasın 'göstermekle' imtihanı burada. 'Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi' sırrı bu. Göstermek bir niyet çoğaltıcıdır. Âşık olduğunuzu gösterdiğinizde asıl âşık olduğunuz göstermek midir, gösterdiğiniz midir, gören midir? Sevgilinize aldığınız çiçeği paylaştığınızda çiçeğin amacı çoğalır. 1) Sevgilinizi mutlu etmek için. 2) Sizin sevgilisine çiçek alan bir erkek olduğunuzu göstermek için. 3) Bu paylaşımı görenlerin takdirini kazanmak için... Sizinkisi hangisinde kalacak? Değiştirip soralım: Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulacak mı? Bulmadığını söyleyecek babayiğit az olduğundan ikinci niyetlerin hayat bulacağı alanlardan kaçınmak önemli. Kalbimize sahip çıkamıyoruz çünkü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...