Paul Auster etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Paul Auster etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2017 Çarşamba

İnsanın insana en yakın yeri yarasıdır

Allah gani gani rahmet eylesin. Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) 1980'lerde yaptığı Ramuzu'l-Ehadis derslerini izlerken çok şeyler öğreniyorum. Bunlardan bir tanesi de "Bir saat tefekkür bir sene ibadetten hayırlıdır!" hadis-i şerifine dair öğütlediği bakış açısıydı. Diyor ki, Esad Coşan Hocaefendi, mezkûr hadisi ders verdiği bölümde: Bazı olur, değil bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler bir saatlik tefekkürümüzün neticesi olarak gerçekleşir.

Mesela: Gayrimüslim bir adam, bir saat düşünse ve farketse ki, İslam hak dindir; ve kalbinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip İslam'a girse ardından; ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir saatlik tefekkürün neticesi olur. Yine bir mü'min, herhangi bir ibadet hakkında, bir saatlik bir tefekkür neticesinde 'onda devamlı olma' kararına varsa, daha sonra yaptığı bu türden ibadetlerin tamamı o bir saatlik tefekkürünün neticesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da yine bu sadeddendir.)

Aynı hadisle ilgili olduğunu düşündüğüm bir başka dersi de mürşidim bana vermişti. İnsanın kendi tefekkürü sonucu eriştiği bir kararın, marifetin veya delilin, dışarıdan kendisine nakledilen herhangi bir bilgiye göre neden daha kıdemli olduğunu anlatıyordu sanki. Neresi mi? Hemen alıntılayayım: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır."

Peki 'merkezden harice bakmak' ne demek? Paul Auster, bir açıdan otobiyografisi sayılabilecek Kış Günlüğü'nde içine doğru konuşurken diyor ki: "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" Şununla hemdem bir hakikati de, Chateaubriand, Atala/Rene isimli kitabında, 'Şaktas' karakteri üzerinden ifade ediyor: "Kalp, insanların yaralarını iyi etmek için gereken devayı, ancak kendileri balta ile yaralandıkları zaman veren şifalı ağaçlar gibidir."

İşte, mürşidime de "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi, çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!" dedirten bu sırrın bir vechini yukarıdaki hadise ve metne bakar görüyorum. Yani; bir insan kendi içinden dışına doğru konuşmuyorsa başkasının içine de dokunamaz. Dışarıdan söylenen dışarıya söylenir. İçeriden söylenen içeriye söylenir. Bu tıpkı çıplak sesle yetişilmeyecek yerlere telefonla erişebilmek gibidir. Yaralarımız, zaaflarımız veya hayatın her köşesinde en insan olduğumuz yanlarımız; aynı zamanda ötekimize en yakın olduğumuz yerlerimizdir. Kalbin iletkenliğidir bu. Bizden olan ahizeye fısıldarız, bin diyar ötemizdeki kulaklar titreşir.

Şöyle bir örnek üzerinden düşünmeye devam edelim: Ellerini birbirlerine doğru uzatmış iki insanın birbirlerine en yakın noktaları nereleridir? En uzun parmaklarının ucu mu? Zahiren, evet. Peki hakikatte? Hakikatte bu fiilin bir öncesi vardır. Daha içeride bir yerde sevgiden eller birbirlerine dokunmadan yabancı eller birbirlerine uzanamaz. Yine birbirlerinin gözlerine bakan insanlar için de aynı şey söylenebilir. Aradaki mesafe ne kadar olursa olsun, iki insan birbirlerinin gözlerine bakıyorsa, en yakın yerleri burunları değil gözleridir. Fiziksel yakınlaşmalar aslında daha içeride meydana gelmiş yakınlaşmaların neticesidir. Bidayet değil nihayettirler. Başlangıç değil sonuçturlar.

Şu da mümkündür: Sizinle aynı yaralara sahip birisi sizi kendisine doğru çeker. Sizin hastalığınıza devası olan kişi de sizi kendisine doğru çeker. Çünkü deva da yaradandır. Bu tıpkı parmağı yaralı birisinin parmağında yarabandı gördüğü birisine bant istemek için yaklaşması gibidir. Bunlar manevî çekimlerdir. Her zaman fiziksel nedenler bulamazsınız. Velilerin cazibesi burada saklıdır. Okuyunca "Sanki benden bahsediyor!" dediğimiz kitaplardaki sır da burada saklıdır. Ve bir mürşid de kendi yaralarına doğru konuştukça size doğru konuşmuş olur. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" diyen bir âlim, nefsinin davuluna vurdukça, nefsinizin derisinden ses getirir. Mevlana Celaleddin-i Rûmi Hazretleri bu bahiste der ki: "Peygamber’in (a.s.m.) savaşı sulha sebep oldu. Bu ahirzamandaki sulh o savaş yüzündendir."

Şöyle de olabilir mi: Belki yaralarımız insandan insana fizikötesi yollar açan karadeliklerimizdir. Bu son yazdığımı anlamak için biraz bilimkurgu filmi izlemiş olmak gerekiyor. (Örneğin: Interstellar/Yıldızlararası'nı anımsayalım.) Neşet Ertaş merhumun, 'kalpten kalbe bir yol vardır görülmez' diyerek ifade ettiği sır, evrenin her köşesinde varolduğu düşünülen ve iki yer arasında ışıktan daha hızlı mesafe alınmasını sağlayan solucan delikleri gibi birşey olabilir mi? Yoksa nasıl oluyor, bin yıl öncesinden gelen bir metin, sanki sizin için yazılmış gibi hissettiriyor? Veya nasıl oluyor: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor!"

Belki de bizim kestiremediğimiz bir delikten geçiyor onlar. Belki gizli bir ip gibiler. 'Sapasağlam bir kulp' ve 'kopmayacak halat' gibiler. O deliklerden/deliklerimizden geçerek zaman üstü bir boyutta bizi birbirimize dikiyorlar. Biz buna kardeşlik diyoruz. İlmeklendiğimize duyduğumuz sevgiden dikişi ve Terzi'yi hissediyoruz.

Enfüsî tefekkürü afakî tefekkürden daha umumî ve güçlü kılan yanı; onun, insandan insana, gönülden gönüle, zamandan zamana giden bu karadelikleri keşfediyor/çalıştırıyor olması olabilir mi? Ve bir saat tefekkürü, bir sene nafile ibadetten daha faziletli kılan şey, böylesi bir sırr-ı akrebiyete dokunması olabilir mi? Edebiyatın sihri burada mı yatıyor? Hem meselenin tecrübî bir tarafı da var: Bizzat denediğin elbette dışarıdan kulağına gelen gibi olmaz. İçinde yaşadığın hem deney hem bilgidir. Dışarıdan gelense sadece bilgidir. Diline bal değmişin balı bilişi, elbette, sadece kavanozda görmüşün bilişi gibi değildir.

O halde içinden dışına doğru, kendi yaralarından başkalarının yaralarına doğru, merkezden muhite doğru, konuş/yaz arkadaşım. Kaleminin ucu önce yaralarına batsın. Kanamasından da korkma. Senin kanın, hem sana, hem başkalarına şifadır. Çünkü sözünün/acının isbatıdır. 'İçlerinden biri' olduğunun delilidir. İnsanlıkta birsiniz. İzin ver, canına değsin ki, sonra cümlesinin canına değsin. Mürşidimin de dediği gibi: "Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir."

28 Eylül 2015 Pazartesi

Tutmaya çalışıyorsun, fakat ellerin küçük

Allah'ın olanı sahiplenmek nasıl sağlıksız ve eziyet verici birşeydir, bunu size hayatımdan iki örnek ve Kur'an-ı Hakîm'den iki ayetle anlatmak istiyorum. Aslında bu örnekler 'iki yaratılmışlık sınırı' ve dolayısıyla sıkıntıma, ayetler de bu sınırlılıktan gelen sıkıntıyla barışmama vesile olan devalara işaret ediyorlar. Evet, az evvel yanyana anmakla da kastettiğim gibi; ben, yaratılmışlık sınırlılığı ile sıkıntılarımız arasında bir bağ görüyorum. Çoğu sıkıntının da sınırlarımızla barışmamaktan kaynaklandığı düşüncesine sahibim. Bu sınırlarla barışmak meselesi, aslında acziyetle barışmaya dayanır. Mahluk/kul oluşunla barışırsın en özünde. Ancak acziyete varmadan evvel, şunu konuşmak isterim ki: İnsan, sonsuzdan kalbinin bir yerinde (latife-i rabbaniye) haberdar ve onu ister/aç olduğundan, galat ile küçük dünyasında dahi onun tezahürünü ister. Bediüzzaman'ın muhabbet ve beka tevehhümü arasında kurduğu ilgi, bu noktada da öğreticidir:

"İnsanın fıtratında bekàya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi bekà tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekàdan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü bekà olmazsa muhabbet edemez."

Beka tevehhümü, sevmek, firâk, acı ve bu acının sezgisi/öngörüsü olan korku bir yönüyle yazmakla olan tuhaf sorunuma temas ediyor. Hani fıkradır, anlatılır: Temel, yürürken ilerisinde bir muz kabuğu görmüş ve söylenmiş: "Ula yine düşeceğum!" Bence korkularımız da Temel'in bu sezgisine benziyor. Mahlukata dair muhabbetimizin bir beka tevehhümüne/sonsuzluk sanrısına bağlı olması, diğer taraftan da gitmelere dair binler kere şahitliğimiz (ve yine öyle olacağına dair sezgimiz) korkularımızın analığını yapıyor. Bunun yazmak halini şöyle tadıyorum:

Ne zaman bir yazının sonuna gelsem, "Acaba bir tane daha yazabilecek miyim?" diye endişe ediyorum. Okuyana bu endişem komik gelebilir. Beni de Temel'le eş tutabilirler. Ama, ne yalan söyleyeyim, yaşıyorum bunu. Sebebi de ölüm korkusu falan değil. Doğuştan sahip olduğum ölmek hastalığı dışında, çok şükür, ölümcül bir hastalığa sahip değilim. Ben daha çok 'tükenme' korkusu çekiyorum. Çünkü biliyorum/seziyorum: Ben sonlu birşeyim. Bir kovanın suyu (ne kadar büyük olursa olsun) biter. Mantığım bunu her an söylüyor: Herkes kendi kıyametine koşmaktadır. Yani kovasının bitişine... Peki, yazmasam ne olur? Hiçbir şey olmaz. İşte ben de yazmayınca bana kalacak olan bu 'hiçbir şeyden' korkuyorum. Sonradan varolan yokluktan korkar. Tanır zira. Daha önce yokolmuştur.

Tam da bu noktada imdadıma Lokman'ın (sûresinin) 27. devası yetişiyor: "Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir."

Bu ayetle/ayete bakınca ferahlıyorum. Mürşidimin dersini hatırlıyorum: Yükünü gemiye bırak... Yazmak benimle ilgili birşey değil. Ben kalem olan ağacım. Mürekkep edilen denizim. Bahaneyim. Vesileyim. Benim varlığım tükense de tükenmeyecek olan bir sonsuz ilhamdan besleniyorum. Bütün mahlukat böyle besleniyor. İlham da hava gibi bir gıdadır. Ruhumuzun rızkıdır. Mezkûr ayeti tefsir ederken Bediüzzaman'ın ilham ve vahiy arasındaki nüanslara dair yaptığı analizler ve bu ayeti ilham penceresinden okuyuşu gönlümü genişletiyor: "Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır."

Yazmaktan öncesi de bizim istimdatımız/feryadımız değil mi? Kafamızda bir telaşlar var. Hayatımızda birşeyler oluyor. Şahit olduğumuz sancılar dürtüyor bizi. Bazı şeyler sinemize dokunuyor. Dertliyiz. Yazmalıyız. Yazmamak yokluk gibi görünüyor. Paylaşmak istiyoruz. Farkettirmek istiyoruz. Karşı koymak istiyoruz. İkna etmek istiyoruz kendimizi ve başkalarını vs... Bela deyince yalnız bedene musallat olanlar mı anlaşılır? Bedensel bir yokluğa maruz kalma mıdır yalnız musibet? Manevî çok yaralarımız var ki, yazmak onların devası gibidir. Tıpkı Paul Auster'ın Kış Günlüğü'nde dediği gibi:

"Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta baştan beri içinde yara taşıyan birisin (yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?)..." Bu biraz, Bediüzzaman'ın Sözler'e başlarken dediği şeye benzemez mi: "Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Veya şuna: "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Yazmayı sahiplenmemek, onunla ilişkiyi 'yaratmak' düzeyinde değil 'yansıtmak' düzeyinde kurmak, insanı benimkisi gibi bir endişeden kurtarıyor. Yani 'tükenme' endişesinden. Çünkü biliyorsun: 'Rabbinin kelimeleri bitmeden o denizler tükenir...' Yazmak benim kovamla ilgili bir mesele değilse, o zaman sonlanmasından da korkmamalıyım. Çünkü 'herşeyin hazinesi yanında olan' Zat, o hazineden yine bana verebilir. Demek iman etmek böyle de insana iyi gelen birşey. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Yazı uzadı. Ama sözümü yemeyeyim. Paylaşmaya söz verdiğim ikinci sıkıntım 'tükenmekle' değil 'tutmakla' ilgili. Şöyle ki: Gün boyunca bazen hakkında yazılabilir birkaç konu aklıma geliyor. Fakat değil hepsi hakkında birşeyler karalamak, onları tutabilmek bile mümkün olmuyor çoğu zaman. Sağa sola notlar almıyor değilim. Ama bazen o notun bana ne hatırlatması gerektiğini bile unutuyorum. İlhamın doğasında varolan tutma sorunu, tıpkı Nilüfer Kuyaş'ın Başka Hayatlar'da dediği gibi karşıma çıkıyor: "İşaretler zorlanamaz, sadece beklenir, çünkü bazen gelmezler, görünmezler." O an etrafını çevirip yakalayamazsanız, lafız bedenine bürünmemiş manalar çabuk terk-i diyar eylerler. Siz yaratmadınız çünkü. Ancak üzerinden aktığı oluksunuz. İlhamın bir yaratış değil, duyuş olduğu buradan da anlaşılır:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Bunu sadece yazmakta değil, okumakta da yaşadığım bir sıkıntı olarak nakletmeliyim aslında: Okuduğum şeylerin de aklımda kalmaması beni çok üzer(di). Hem yazmakta, hem okumakta varlığa yetişemeyişimin bende bıraktığı bu gibi yaraları (evet, her yara bir yetişemeyişin de belirtisidir) iyileştiren ayetler ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın vahyi 'tutmak' hususunda gösterdiği telaşa deva olanlardı: "(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak da bize aittir."

Kıyame sûresinde geçen bu ayetler nasıl devam oldu? Anlatayım: Yine 'Yükünü gemiye bırak...' dedi bana bu ayetler. Nasıl ki vahyin aktarımı Allah'ın hıfzındaysa, hakikatin de vücudu Allah'ın himayesinde. Neden hepsi dilinden/kaleminden dökülmeye mecburmuş gibi davranıyorsun ki? Sahibi sen misin? Neden Alîm olan Allah'ın ilminde kalması yetmiyormuş gibi bir de hafızanda herşeyin kalmasını istiyorsun? Neden ellerin bu kadar küçükken bu kadar çok tutmak istiyorsun? Kayyum olan, Hafîz olan, Hak olan, 'sonsuz kudret eli' olan sen değilsin ki. Neden varlıkta işgal ettiğin alanı bu kadar önemsiyorsun? Aslolan sen değilsin ki. Kabında kalanla yetin. Eğer Allah, kaleminden çıkmasını istiyorsa o sözcüklerin, elbette senin kaleminden çıkacaktır. Vücuda gelmesini istiyorsa, elbet birisi yazacaktır. Ötesinden sana ne? Ne biliyorsun? Belki o ilhamların bir kısmı da akmak için vardır, tutmak için değil.

İşte böyle. İki ayetten aldığım iki teslimiyet dersi. Yazmaya ve okumaya dair iki ders... İki yaramın tedavisi anlamında bana çok faydalı oldu. Tutmaya çalışmıyorum artık. Tükenmekten de korkmuyorum. Huzur, aslolmadığımı anlamakla ilgili. Ve bu da aslında bir kelime-i tevhid sırrıdır. 'La ilahe illallah' dediğinde "Allah'tan başka ilah yoktur!" demiyorsun sadece. "Ben de ilah değilim!" diyorsun. O zaman arkadaşım, 'ilahmış gibi davranmayı' keseceksin. Ne kaynağı senmiş gibi yapacaksın, ne de hırsla tutmaya çalışacaksın. Tâbi ve parça olacaksın. Sahip ve asıl olmayacaksın. Çok mu cüretkâr buldunuz bu finali? Fakat benim kanaatim kat'idir: Her yaramız aslında dilimizle dediğimiz kelime-i tevhidi kalbimizle yapamadığımızdan.

13 Mart 2015 Cuma

Olmasa yazar mıydın yaraların?

“Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?”
Paul Auster, Kış Günlüğü’nden.


Yazmakta zorlandığımda arkadaşım bizzat ‘yazmak’ hakkında yazmaya başlarım. Mercek altına alınmak sanki tüm sükûnetini alır kalemimin. Tembelliği gider. Hamamböceği gibi kaçışmaya başlar. Unutulmayı arar. Bir yığın sûret bırakır ardında mürekkebbalığı misali. Evet. Öyle olur. Eylemi tarif ederken ben eylem bende eylenir. Yani hem oyalar hem oyalanır. Eğlenir. “Kün feyekün!” sırrını tefekküre bir pencere bulurum buradan. Elhamdülillah. Demek bazen ‘demek’ ile ‘olmak’ yaklaşır. Demek olmak olur. Olmaksa demek. Varlığın bilemediğimiz hangi katmanında emir ile varoluş yakınlaşır. Eylemin kendisi tezekküründe saklıdır sanki. İsmini anınca gelir. Tefekkür Halık Teala’nın pek sevdiği bir duadır. Bir şefaatçidir.

Yazmak, yazmak, yazmak. Bu da âdemiyet dergâhından bir zikirdir. Böyle zikrederken ben, bir de bakarım ki, yazmak dileğim gerçekleşmiş. Duam kabul olmuş. Maşaallah. Şükrolsun. Fakat o da ne? Başladığım yerde olmadığım gibi yolda da değilim. Düpedüz aşure karıştırmışım kalemimle. Ötüşümü daldan dala taşırmışım. Taştan taşa vurmuşum akarsu gibi. Zaten beni denemelere âşık eden başka nedir? Kâşifler çağına erişememiş, harikalar diyarı görememiş, kervanı göçmüş kendisi dağlar başında kalmış garibin beyaz kağıt üzerinde teselli bulması. Kendinden önce kurulmamış cümleler kurduğunu sanarak avunması. Bu sadedde demez mi mürşidim:

“Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.” Demek açlık tokluk yaratamaz. Aça tokluk ancak bahşedilir. Tokluk iddia edene ise açlık bile lütfedilmez.

Öyle ya. Üzerine basılmamış toprak kalmadı belki yeryüzünde. Fakat, hiç teessüf, daha kalemin dokunmadığı kalpler var. Kanatılmamış yaralar, kurulmamış cümleler var. Duyulmamış çağrışımlar, denenmemiş terkipler var. Kurulmamış bağlar var arkadaşım. Kurulmamış bağlar var. Hem de o kadar çok ki onlar. Herkes aynı kitabı okuduğu halde hiçkimse bitiremiyor.

Nasıl da heyecan sarıyor böyle söyleyince. Denizler mürekkep olsa bitmeyecek bu yazma/keşfetme işi. Cennete yakışır bir amele benziyor sonsuzluğuyla. Hem de sonsuzluğundan haber veriyor cennetin. Çünkü madeni biz değiliz. Evet. Aynen. Kalemi tutmakla mülk senin mi sandın? Mülk senin olsaydı böyle münkabız zamanlar yaşamazdın. Yoksunluğunu tatmazdın. Hakiki malik mülkünde acze düşmez. Yaratandır herşeyin asıl sahibi. Yaratabilendir. Bir özellik zatî ise sonsuzdur. Emanetçinin sıkıldığı zamanlar olur. Yoksunluk buhranları yaşar. Zaten o ‘tasarrufta rahat olmamasından’ tanınır. Çoban sorumluluğundaki sürü hakında sahibinden izinsiz tasarrufta bulunamaz. el-Emin olmak bu yüzden peygamber hüneri. Fıtrî takvasındaki salabeti ismete varmış. Başlarken nasıl emanetçiymiş. Öyle de bitirmiş. Hiç tereddüt etmemiş. İnsanlığın çobanı o tutulmuş. Biraz da bu nedenle sünnet-i seniyyeden yana şüpheye düşme arkadaşım. Bil ki: Sünnetinden şüphe edilecek kişi insanlığa peygamber tutulmazdı.

Nerede kalmıştık? Hah. Münkabız olduğum zamanların da bazı alametleri var: Silip tekrar yazmak herkesin yaşadığı türden. Tekerrür herkeste var. Onu tanırlar. Bir diğeri, eğer bilgisayarda yazıyorsanız, yazdığınız fontuyla, puntosuyla, satır aralığı veya sayfa düzeniyle oynamak. Bazı olur, konu güzelce gelir hatırınıza da, dökülmesinin zamanı gelmemiştir. Ritim henüz yakalanmamıştır. Dalgaya binememişsinizdir. Yoksa kıvam bulmak mı demeli ona? Parçaları toplamak mı? Bilemedim şimdi. Ancak vakt-i merhunu gelince boca edilir parmaklarınızdan.

Şunu da derim ki arkadaşım: “Bunu yazacağım inşaallah!” deyip karar vermek de bir nevi duadır. Zamanına gönderilmiş bir mektuptur. Samimiyseniz tekrar sizi bulur. Kabul olur. Siz başka işlerle meşgulken bile ikinci bir beyin (belki de o bir melek) mesele üzerinde çalışır. Delillerini toplar. Tecrübelerini depo eder. Dalgasını kollar. Destek olabileceğini düşündüğü şeyleri çeker alır hayattan. Seçe seçe kullanır. Bir yazının ortaya çıkış süreci asla yazıldığı zamanla sınırlandırılmamalıdır bu yüzden. Bu zan hatadır. Arkadaşım, yapılması değil, adanılması gereken işler bunlar. Ayçiçeğinin güneşe baktığı gibi bakmaya mecburuz el-Hâdî olan Allah’ın hidayet nuruna. Rüşdümüzün ilhamını beklemeye mecburuz. Yazmanın köksalma süreci filizlenmesinden daha uzun sürer. Şu eşikte sabır şarttır arkadaşım:

“(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. (...) Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir.”

Yaralarımız bize lazım arkadaşım. Çünkü onlar sayesinde ısrar sahibi oluyoruz. Kanadıkları zaman yazılarımız oluyor. Ve şifaları için bekliyoruz. Aciz kendisini yarasından tanıyor. Fakir kendisini yarasından tutuyor. Üstelik nakış gibi de birşeyler şunlar. Bizi ‘ben’ sahibi yapıyorlar. Beni can sahibi kılıyorlar. Şahsımıza münhasır desenler oluşturuyorlar. Herbirimiz kendi yaramızla imzalıyoruz yazdıklarımızı. Kendi kalıbımızla şekillendiriyoruz dileklerimizi. Karışmıyoruz. Karıştırmıyoruz. Hatta arkadaşım, Hazret-i Mevlana Celaleddin dermiş ki, “Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir.” Kabuklarını kaldırıp da cevap ver bakalım: Öyle midir?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...