Paul Auster, Kış Günlüğü’nden.
Yazmakta zorlandığımda arkadaşım bizzat ‘yazmak’ hakkında yazmaya başlarım. Mercek altına alınmak sanki tüm sükûnetini alır kalemimin. Tembelliği gider. Hamamböceği gibi kaçışmaya başlar. Unutulmayı arar. Bir yığın sûret bırakır ardında mürekkebbalığı misali. Evet. Öyle olur. Eylemi tarif ederken ben eylem bende eylenir. Yani hem oyalar hem oyalanır. Eğlenir. “Kün feyekün!” sırrını tefekküre bir pencere bulurum buradan. Elhamdülillah. Demek bazen ‘demek’ ile ‘olmak’ yaklaşır. Demek olmak olur. Olmaksa demek. Varlığın bilemediğimiz hangi katmanında emir ile varoluş yakınlaşır. Eylemin kendisi tezekküründe saklıdır sanki. İsmini anınca gelir. Tefekkür Halık Teala’nın pek sevdiği bir duadır. Bir şefaatçidir.
Yazmak, yazmak, yazmak. Bu da âdemiyet dergâhından bir zikirdir. Böyle zikrederken ben, bir de bakarım ki, yazmak dileğim gerçekleşmiş. Duam kabul olmuş. Maşaallah. Şükrolsun. Fakat o da ne? Başladığım yerde olmadığım gibi yolda da değilim. Düpedüz aşure karıştırmışım kalemimle. Ötüşümü daldan dala taşırmışım. Taştan taşa vurmuşum akarsu gibi. Zaten beni denemelere âşık eden başka nedir? Kâşifler çağına erişememiş, harikalar diyarı görememiş, kervanı göçmüş kendisi dağlar başında kalmış garibin beyaz kağıt üzerinde teselli bulması. Kendinden önce kurulmamış cümleler kurduğunu sanarak avunması. Bu sadedde demez mi mürşidim:
“Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.” Demek açlık tokluk yaratamaz. Aça tokluk ancak bahşedilir. Tokluk iddia edene ise açlık bile lütfedilmez.
Öyle ya. Üzerine basılmamış toprak kalmadı belki yeryüzünde. Fakat, hiç teessüf, daha kalemin dokunmadığı kalpler var. Kanatılmamış yaralar, kurulmamış cümleler var. Duyulmamış çağrışımlar, denenmemiş terkipler var. Kurulmamış bağlar var arkadaşım. Kurulmamış bağlar var. Hem de o kadar çok ki onlar. Herkes aynı kitabı okuduğu halde hiçkimse bitiremiyor.
Nasıl da heyecan sarıyor böyle söyleyince. Denizler mürekkep olsa bitmeyecek bu yazma/keşfetme işi. Cennete yakışır bir amele benziyor sonsuzluğuyla. Hem de sonsuzluğundan haber veriyor cennetin. Çünkü madeni biz değiliz. Evet. Aynen. Kalemi tutmakla mülk senin mi sandın? Mülk senin olsaydı böyle münkabız zamanlar yaşamazdın. Yoksunluğunu tatmazdın. Hakiki malik mülkünde acze düşmez. Yaratandır herşeyin asıl sahibi. Yaratabilendir. Bir özellik zatî ise sonsuzdur. Emanetçinin sıkıldığı zamanlar olur. Yoksunluk buhranları yaşar. Zaten o ‘tasarrufta rahat olmamasından’ tanınır. Çoban sorumluluğundaki sürü hakında sahibinden izinsiz tasarrufta bulunamaz. el-Emin olmak bu yüzden peygamber hüneri. Fıtrî takvasındaki salabeti ismete varmış. Başlarken nasıl emanetçiymiş. Öyle de bitirmiş. Hiç tereddüt etmemiş. İnsanlığın çobanı o tutulmuş. Biraz da bu nedenle sünnet-i seniyyeden yana şüpheye düşme arkadaşım. Bil ki: Sünnetinden şüphe edilecek kişi insanlığa peygamber tutulmazdı.
Nerede kalmıştık? Hah. Münkabız olduğum zamanların da bazı alametleri var: Silip tekrar yazmak herkesin yaşadığı türden. Tekerrür herkeste var. Onu tanırlar. Bir diğeri, eğer bilgisayarda yazıyorsanız, yazdığınız fontuyla, puntosuyla, satır aralığı veya sayfa düzeniyle oynamak. Bazı olur, konu güzelce gelir hatırınıza da, dökülmesinin zamanı gelmemiştir. Ritim henüz yakalanmamıştır. Dalgaya binememişsinizdir. Yoksa kıvam bulmak mı demeli ona? Parçaları toplamak mı? Bilemedim şimdi. Ancak vakt-i merhunu gelince boca edilir parmaklarınızdan.
Şunu da derim ki arkadaşım: “Bunu yazacağım inşaallah!” deyip karar vermek de bir nevi duadır. Zamanına gönderilmiş bir mektuptur. Samimiyseniz tekrar sizi bulur. Kabul olur. Siz başka işlerle meşgulken bile ikinci bir beyin (belki de o bir melek) mesele üzerinde çalışır. Delillerini toplar. Tecrübelerini depo eder. Dalgasını kollar. Destek olabileceğini düşündüğü şeyleri çeker alır hayattan. Seçe seçe kullanır. Bir yazının ortaya çıkış süreci asla yazıldığı zamanla sınırlandırılmamalıdır bu yüzden. Bu zan hatadır. Arkadaşım, yapılması değil, adanılması gereken işler bunlar. Ayçiçeğinin güneşe baktığı gibi bakmaya mecburuz el-Hâdî olan Allah’ın hidayet nuruna. Rüşdümüzün ilhamını beklemeye mecburuz. Yazmanın köksalma süreci filizlenmesinden daha uzun sürer. Şu eşikte sabır şarttır arkadaşım:
“(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. (...) Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir.”
Yaralarımız bize lazım arkadaşım. Çünkü onlar sayesinde ısrar sahibi oluyoruz. Kanadıkları zaman yazılarımız oluyor. Ve şifaları için bekliyoruz. Aciz kendisini yarasından tanıyor. Fakir kendisini yarasından tutuyor. Üstelik nakış gibi de birşeyler şunlar. Bizi ‘ben’ sahibi yapıyorlar. Beni can sahibi kılıyorlar. Şahsımıza münhasır desenler oluşturuyorlar. Herbirimiz kendi yaramızla imzalıyoruz yazdıklarımızı. Kendi kalıbımızla şekillendiriyoruz dileklerimizi. Karışmıyoruz. Karıştırmıyoruz. Hatta arkadaşım, Hazret-i Mevlana Celaleddin dermiş ki, “Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir.” Kabuklarını kaldırıp da cevap ver bakalım: Öyle midir?
Yazmakta zorlandığımda arkadaşım bizzat ‘yazmak’ hakkında yazmaya başlarım. Mercek altına alınmak sanki tüm sükûnetini alır kalemimin. Tembelliği gider. Hamamböceği gibi kaçışmaya başlar. Unutulmayı arar. Bir yığın sûret bırakır ardında mürekkebbalığı misali. Evet. Öyle olur. Eylemi tarif ederken ben eylem bende eylenir. Yani hem oyalar hem oyalanır. Eğlenir. “Kün feyekün!” sırrını tefekküre bir pencere bulurum buradan. Elhamdülillah. Demek bazen ‘demek’ ile ‘olmak’ yaklaşır. Demek olmak olur. Olmaksa demek. Varlığın bilemediğimiz hangi katmanında emir ile varoluş yakınlaşır. Eylemin kendisi tezekküründe saklıdır sanki. İsmini anınca gelir. Tefekkür Halık Teala’nın pek sevdiği bir duadır. Bir şefaatçidir.
Yazmak, yazmak, yazmak. Bu da âdemiyet dergâhından bir zikirdir. Böyle zikrederken ben, bir de bakarım ki, yazmak dileğim gerçekleşmiş. Duam kabul olmuş. Maşaallah. Şükrolsun. Fakat o da ne? Başladığım yerde olmadığım gibi yolda da değilim. Düpedüz aşure karıştırmışım kalemimle. Ötüşümü daldan dala taşırmışım. Taştan taşa vurmuşum akarsu gibi. Zaten beni denemelere âşık eden başka nedir? Kâşifler çağına erişememiş, harikalar diyarı görememiş, kervanı göçmüş kendisi dağlar başında kalmış garibin beyaz kağıt üzerinde teselli bulması. Kendinden önce kurulmamış cümleler kurduğunu sanarak avunması. Bu sadedde demez mi mürşidim:
“Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.” Demek açlık tokluk yaratamaz. Aça tokluk ancak bahşedilir. Tokluk iddia edene ise açlık bile lütfedilmez.
Öyle ya. Üzerine basılmamış toprak kalmadı belki yeryüzünde. Fakat, hiç teessüf, daha kalemin dokunmadığı kalpler var. Kanatılmamış yaralar, kurulmamış cümleler var. Duyulmamış çağrışımlar, denenmemiş terkipler var. Kurulmamış bağlar var arkadaşım. Kurulmamış bağlar var. Hem de o kadar çok ki onlar. Herkes aynı kitabı okuduğu halde hiçkimse bitiremiyor.
Nasıl da heyecan sarıyor böyle söyleyince. Denizler mürekkep olsa bitmeyecek bu yazma/keşfetme işi. Cennete yakışır bir amele benziyor sonsuzluğuyla. Hem de sonsuzluğundan haber veriyor cennetin. Çünkü madeni biz değiliz. Evet. Aynen. Kalemi tutmakla mülk senin mi sandın? Mülk senin olsaydı böyle münkabız zamanlar yaşamazdın. Yoksunluğunu tatmazdın. Hakiki malik mülkünde acze düşmez. Yaratandır herşeyin asıl sahibi. Yaratabilendir. Bir özellik zatî ise sonsuzdur. Emanetçinin sıkıldığı zamanlar olur. Yoksunluk buhranları yaşar. Zaten o ‘tasarrufta rahat olmamasından’ tanınır. Çoban sorumluluğundaki sürü hakında sahibinden izinsiz tasarrufta bulunamaz. el-Emin olmak bu yüzden peygamber hüneri. Fıtrî takvasındaki salabeti ismete varmış. Başlarken nasıl emanetçiymiş. Öyle de bitirmiş. Hiç tereddüt etmemiş. İnsanlığın çobanı o tutulmuş. Biraz da bu nedenle sünnet-i seniyyeden yana şüpheye düşme arkadaşım. Bil ki: Sünnetinden şüphe edilecek kişi insanlığa peygamber tutulmazdı.
Nerede kalmıştık? Hah. Münkabız olduğum zamanların da bazı alametleri var: Silip tekrar yazmak herkesin yaşadığı türden. Tekerrür herkeste var. Onu tanırlar. Bir diğeri, eğer bilgisayarda yazıyorsanız, yazdığınız fontuyla, puntosuyla, satır aralığı veya sayfa düzeniyle oynamak. Bazı olur, konu güzelce gelir hatırınıza da, dökülmesinin zamanı gelmemiştir. Ritim henüz yakalanmamıştır. Dalgaya binememişsinizdir. Yoksa kıvam bulmak mı demeli ona? Parçaları toplamak mı? Bilemedim şimdi. Ancak vakt-i merhunu gelince boca edilir parmaklarınızdan.
Şunu da derim ki arkadaşım: “Bunu yazacağım inşaallah!” deyip karar vermek de bir nevi duadır. Zamanına gönderilmiş bir mektuptur. Samimiyseniz tekrar sizi bulur. Kabul olur. Siz başka işlerle meşgulken bile ikinci bir beyin (belki de o bir melek) mesele üzerinde çalışır. Delillerini toplar. Tecrübelerini depo eder. Dalgasını kollar. Destek olabileceğini düşündüğü şeyleri çeker alır hayattan. Seçe seçe kullanır. Bir yazının ortaya çıkış süreci asla yazıldığı zamanla sınırlandırılmamalıdır bu yüzden. Bu zan hatadır. Arkadaşım, yapılması değil, adanılması gereken işler bunlar. Ayçiçeğinin güneşe baktığı gibi bakmaya mecburuz el-Hâdî olan Allah’ın hidayet nuruna. Rüşdümüzün ilhamını beklemeye mecburuz. Yazmanın köksalma süreci filizlenmesinden daha uzun sürer. Şu eşikte sabır şarttır arkadaşım:
“(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. (...) Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir.”
Yaralarımız bize lazım arkadaşım. Çünkü onlar sayesinde ısrar sahibi oluyoruz. Kanadıkları zaman yazılarımız oluyor. Ve şifaları için bekliyoruz. Aciz kendisini yarasından tanıyor. Fakir kendisini yarasından tutuyor. Üstelik nakış gibi de birşeyler şunlar. Bizi ‘ben’ sahibi yapıyorlar. Beni can sahibi kılıyorlar. Şahsımıza münhasır desenler oluşturuyorlar. Herbirimiz kendi yaramızla imzalıyoruz yazdıklarımızı. Kendi kalıbımızla şekillendiriyoruz dileklerimizi. Karışmıyoruz. Karıştırmıyoruz. Hatta arkadaşım, Hazret-i Mevlana Celaleddin dermiş ki, “Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir.” Kabuklarını kaldırıp da cevap ver bakalım: Öyle midir?