Ağlamak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ağlamak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2017 Pazartesi

Din kimin elinde sopalaşır?

"Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince: Onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır)." (Bakara sûresi, 26)

Buharî'de, Tevhid bölümünde geçen bir hadis-i şerif var, okudukları Kur'an'ın gırtlaklarından aşağıya inmeyeceği kişilerden haber veriyor. Ben, haber verilen bu hakikatin bir vechini, bencileyin, 'İslamî her tür bilgiyi salt bir entelektüellik aracı haline getirenlerde' görüyorum. Hakikaten de böylesi insanlardan bugün mebzul miktarda var. Bunlar için, emek verdikleri meslek veya meşrep, bir kemal ve iman yolculuğunun sahil-i selamete çıkaracak gemisi değil, bir başka mesleğe veya meşrebe tefevvuk etme aracı. Hadi, şunu edepli söyledim, daha edepsizini de diyeyim: Caka satmak için dine emek veriyorlar. Üzerinden birşey olmak için onunla meşgul oluyorlar.

Kur'an'ı da okusalar böyle. Hadislere de müracaat etseler böyle. Fıkıh da öğrenseler böyle. Tarikata da intisap etseler böyle... Böyle, böyle, böyle oğlu böyle... Hakikati inhisarları altında almalarından tanıyorsunuz onları. Eylediklerinin gırtlaklarından aşağıya inmediğini ise en çok 'merhamet ve muhabbet zayıflığından' teşhis ediyorsunuz. Dilleri bıçak gibi. Elleri yapmaktan çok yıkmaya meyyal. Yumrukları havada. Herbiri dinimizin bir güzel tarafı olan bu mesleklerden hangisine el atsalar, diğerlerinin kafasını sopalamaya kullanıyorlar onu.

Dert; şu örgütten, bu cemaatten, falanca dernekten, filanca tarikatten olmaktan ötede bir yerde. Onları kibrin aracı kılmakla başlıyor sorun. Hangisini kullandığınız çok da önemli değil. Hepsinden elinize uyacak bir sopa yapabiliyorsunuz. Ders verdikleri hakikatle içinizde bir yere varmaktan öte, nüfuzları vesilesiyle dışınızda birilerini ezmeyi amaçlamanızla gösteriyor kendisini arıza.

Kim/neyi tutarak bir diğerini dövüyor olursa olsun, hakikat değişmiyor, dininin artık seküler bir amacı var. Üzerine mesai sarfettiği şey uhrevî de olsa, onla bu dünyada bir zafer arzuluyor. Konumunu kaybettirecek olana öfkeleniyor. Dilindeki kalbinin amacı değil çünkü. Dilindeki gırtlaktan yukarısının amacı. Dünyasının amacı. Dünya herkese yetmediğinden üzerinde boğuşmak kaçınılmaz. Eğer kalbine inseydi böyle olmazdı.

Kalbine inseydi duygulanırdı. Kalbine inseydi Kur'an da, sünnet de, fıkıh da, tasavvuf da, tarikat de, nurculuk da bir diğerine karşı merhamete ve muhabbete vesile olurdu. Bir bütünün parçaları gibi hissettirirdi. (Bu noktada Kur'an okurken duygulanmayı öğütleyen ayetleri ve hadisleri hatırlayalım.) Biz, herhangi bir filmi izlerken bile, 'kalbimize indiğini' duygulanmaktan anlıyoruz. Bir söz kalbimize girmişse orada bir fırtına estiriyor. Bazen gözlerimiz yaşarıyor. Bazen gönlümüz kanatlanıyor. Bazen de korkuyoruz. Bunların hepsi duyguya dair şeyler. İnsanı değiştiren şeyler. Dakikleştiren şeyler.

Ancak dilindekinin gırtlağından aşağıya inmediği insanda bu böyle mi? Bilakis. Onlarda din kalp katılığını arttırmaya bir vesile. Daha çok öğrendikçe daha da merhametsizleşiyor. Daha çok okudukça daha da fazla nefret ediyor. Daha çok öğrenmek daha kolay kusur bulmaya bir araç. DAİŞ'te İslamî metinleri sizden-benden daha çok bilen birileri yok mudur? Mebzul miktarda vardır. Peki onlardaki arıza nedir? İşte, bence, arıza budur. Kur'an'ın Furkan oluşu, yani doğruyla yanlışı birbirinden ayırışı, sadece hakikatin doğrusunu ve yanlışını ortaya koyuşuyla değil, ona yaklaşan niyetin doğruluğunu veya yanlışlığını ortaya koyuşuyla da delilleniyor.

Kim Kur'an'a hangi niyetle yaklaşsa niyetine göre birşeyler alarak uzaklaşıyor. Fasığın fıskı artıyor. Mü'minin imanı artıyor. Kafirin küfrü artıyor. Onunla başkalarına tefevvuk etme niyetinde olanın da bulduğu 'başkalarını dövecek araçlar' oluyor. Bu, sadece Kur'an'ın kendisi için geçerli değil, Kur'anî olan herşey için geçerli. Dinî her ilmin böyle bir yanı var. Ona ne niyetle yaklaşırsanız onda eliniz bollaşarak uzaklaşıyorsunuz.

Bugün fıkıh ile tasavvufu, tasavvuf ile fıkhı, nurculuk ile tasavvufu, tasavvuf ile nurculuğu, hadis ile fıkhı, Kur'an ile hadisi, cemaatle tarikati, tarikatle cemaati dövmeye çalışanların arkaplanı başka nasıl açıklanır ki? Bence, bu tür sapmalar, DAİŞ'in yaşça küçük biraderleridir. Dini, öncelikle kendi içinde kemale ve Allah'ın rızasına varma yolcuğu olarak algılamayanlar, onunla sosyolojik düzlemde bir yerlere varmaya çalışırlar. Bu, hangi meşrepte veya meslekte görülse görülsün, arızadır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Gönülçelen ayetler...

İlk kez Cemalnur Sargut’tan duymadım elbette. Ama bardağı taşıran son damla oldu diyeyim. Şöyle söylüyor Ferda Yıldırım ile söyleşilerinden oluşan Kur’an ile Var Olmak kitabında: “Onun için Arapça okuduğumuz şeylerin de manasını bilmek lazım. Ben, Tebbet sûresinde Allah diyerek hüngür hüngür ağlayan insan gördüm. Tebbet sûresi, Ebu Leheb’in yanışını anlatan bir sûredir. Orada ağlanacak birşey yok. Sadece ibret almak gerekir. Şunu demek istiyorum: O sûrede aşk yok. İdrâksiz olanların sıkıntısı anlatılıyor. Manayı bilmezsek yanlış yerde ağlayıp yanlış yerde gülüyoruz.
İnsanın âlemi ‘bildiğinden ibaret’ sanması kötü. Halbuki son cümlesinden alırsak; Cemalnur Sargut’un da Kur’an’ın manasının sonuna geldiğini, o hiçbiri bir diğerinin üstünü kapatmayan yetmiş libaslı hurinin bütün güzelliklerini keşfettiğini, yani sonsuzu bitirdiğini söyleyemeyiz. (Arapça bilse bile.) O halde Cemalnur Sargut’un da bu ağlanacak/gülünecek tesbiti kendi malumatına tâbidir. Bir üst mertebeye geçildiğinde neye ağlandığını veya neye gülündüğü o üst perdedeki bilişe ve duyuşa bağlıdır.
Buna, Babam ve Oğlum filminden çok kusurlu bir örnek vereceğim. Çetin Tekindor’un “Kollarımı açaydım. ‘Gitme!’ diyeydim!” dediği o sahnede burnunun direği sızlamayan yoktur herhalde. Fakat filme o sahneden başlamış bir başkasının ağlayabileceği birşey yoktur. Hatta nakletseniz, naklettiğiniz insanlar eğer filmi bilmiyorlarsa, size gülebilirler: “Adam çıktı arabadan, üstünü başını yırttı, açtı kollarını: ‘Kollarımı açaydım. ‘Gitme’ diyeydim’ dedi. Hepimiz ağladık.” O cümleye ağlamak, o filmi bilmeye bağlıdır. Baba ve oğlun aralarındaki acı ilişkiyi, pişmanlıklarını, filmin sergüzeştisi içinde öğrenmemiş birisine cümlenin nakli hiçbir anlam ifade etmeyebilir.
Hadi, o örnek çok kusurlu idi, bir tane daha vereyim. Mesela; Newton’un başına elma düşme hadisesi. Bu olay, eğer onun yerçekiminin keşfi ile ilgisini bilmiyorsanız, alelade bir hadisedir. Fakat yerçekiminin keşfini bilenler, o olayı anlattığınız anda yerçekimi kanununu hatırlarlar. Cümle/hadise aynıdır, fakat bilişin düzeyine göre tepki farklı olur.
Bediüzzaman, 20. Söz’de kıssa-yı Kur’aniyeler için de böyle bir tesbitte bulunur: “Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." O eserde bu konuya dair verdiği birçok örnek de var. Bakara sûresinin ismini aldığı İsrailoğullarının inek kesme kıssası, tâlim-i esma kıssası vs. (Lem’alar’a uzanırsak: 1. Lem’a ve 2. Lem’a da Hz. Yunus ve Hz. Eyyub kıssalarıyla örneğe dahil olur.) Fakat 25. Söz’de bu kıssa-ı Kur’aniye’ye kıssa-yı Musa üzerinden bir zengin bakış daha katıyor:
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdeta asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar." Demek kıssa aynı kalmakla birlikte, verdiği ders başka başka olabilir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir yönü de budur zaten. Her tekrar, zâhire bakanın gözünde tekrar, tefekkür edenin gözünde yeni bir farkındalıktır.
Yalnız Sargut’un günahını almamalıyım. Başkalarından da duydum bu itirazı. Kur’an’a verilen tepkinin (mesela gözyaşının) doğrudan mealiyle ilgili olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat var. Yani ‘mealinin hüzünlendirici bir manası varsa ağlanmalı bir tilavete’ diyorlar. Böylesi itirazları işittiğimde ben de diyorum ki: O mananın mealden ibaret olduğunu nereden biliyorsunuz? Veyahut o mealden yalnız sizin düşündüğünüz tepkinin doğacağından, ötesinin manasız veya cahillik eseri olduğundan nasıl emin oluyorsunuz? Ya ağlayan sizden daha farklı bir mana çıkarıyorsa?
Örneğin; Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) gözyaşlarına boğulduğu “Bugün dininizi tamamladım!” ayet-i celilesi, bir müjdeyi haber vermiyor mu? Ama hayır, Hz. Ebu Bekir’in tepkisi böyle olmuyor, çünkü o ‘dinin tamamlanması’ müjdesi içinde Allah Resulünün görevinin tamamlandığı ve artık gideceği haberini de işitiyor. Bu bir meal bilgisi değildir dikkatinizi çekerim. Üst bir farkındalıktır, tefekkür ve feraset işidir. Sargut Hanımefendinin ‘ağlanmaz’ dediği Tebbet sûresinde bir üst farkındalık yaşamışsa birisi ve ağlamışsa ona, bu bilmezlik/cahillik eseri midir? Yoksa aksine daha büyük bir farkındalığın ürünü müdür?
Buna dair 25. Söz’de, yani nam-ı diğerle Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde Bediüzzaman’ın çok ince tesbitleri var. Örneğin; bir miras ayetinde veya faizin yasaklanışında veya taaddüd-ü zevcat bahsinde ayetin koyduğu hükmün nasıl bir denge unsuru olduğunu öyle bir zikrediyor ki; eğer içtimaî hayatın sağlıkla devamını bir büyük nimet bilenlerdenseniz ‘Elhamdülillah’ deyip gözleriniz yaşarmadan edemiyorsunuz. Hepsi birbirine bağlı çünkü. Rububiyet hikmetle, hikmet adaletle, adalet rahmetle… Hatta bu açıdan bakarsanız Tebbet sûresinde altı çizilen Ebu Leheb’in azabı meselesi dahi Ebu Leheb misallerin ettiklerinin karşılığını bulacağı müjdesiyle bugün azap çeken binlerce mazluma bir tesellidir. Gözyaşlarına boğduracak bir mesajdır. Bir umuttur. Bir kurtuluş ve intikam müjdesidir. Nasıl mealine bakıp yalnız, ağlanmasını yanlış görebilirsiniz?
Hatta hatırlıyorum, 6. Söz’ün başında geçen “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” ayet-i kerimesini, yine o söz ışığında şöyle bir rahmet tecellisi olarak konuşmuştuk geçenlerde: “Malik-i Hakiki’nin zaten kendisinin olan mülkü senden satın almaya ihtiyacı mı var? Fakat öyle latif söylüyor ki, emrini; emir gibi değil, teklif gibi. Zaten senin kârına olan ve yapmazsan da canın yanacak bu alışverişi gönülçelen bir üslûpla süslüyor. ‘Zaten hepsi benim. Yapma da göreyim!’ demiyor. Bir çocuğun gönlünü eğler gibi, tenezzülat-ı ilahiye ile diyor ki: ‘Hadi, bana sat elindekileri ki, daha çok şeyler kazanasın!’ Şimdi bu ayete bakıp, insan, onun arkasındaki rahmet elini görmezse, hata etmez mi?”
Böyle kat kat rahmete sarılı bir vahyin mesajını dinlerken, senin havas aklın almamış, ama onun avam kalbi bir köşesinden farketmiş, ağlamış, olabilir. Buna nasıl bilmezlik veya hata diyebilirsin? İnsan malumatına bu kadar köle olmamalı. Bu kadar ‘bildim’ dememeli ki, bilinmezlerin âlemi lütf-u ilahî ile ona açılmalı. Ferasetini kuşanıp baksan, “O sûrede aşk yok!” demezsin. Tebbet’i dinleyip ağlayanın da, sevinenin de sana verecek bir dersi var. Yeter ki; bildiğini bilmenin sonu zannetme. İlmi, malumundan ibaret görme. (Bitirirken son bir not: Kur'an'ın tefekkürünü, ona ağlamaktan daha çok önemseyen bir insanım, arz ederim.)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...