"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur." Maide sûresi, 32'den...
"Hürriyet budur ki; kanun-u adaletten başka kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın." Münazarat'tan...
Fakat anlamıyorsun, neden isyanlardayım? Seni de ikindi vakti vurursa birileri. Seni de sırf milletin için, sırf ırkın için, sırf yazdıkların için, sırf farklı konuştuğun için mahkûm ederlerse ölüme. Senin de ardından boynu bükük bakarsa evlatların. Senin de eşin, eşiğin ağlarsa arkandan, her yıldönümünde, ölüm gününün. O zaman senin arkandan da; “Haketti şu Türk!” derse birileri. O zaman insafsızlaşırsa dünya sana, tıpkı bugün olduğu gibi. O zaman da adalet yerini bulmaz, kan kurumaz, akıllar yatışmazsa. İnan bana, imanım olsun, hem imanın olsun; o gün ben senin arkandan da yas tutacağım. Tıpkı bugün Hrant’ın arkasından olduğu gibi.
Mevzu bir millet değil, mevzu bir ideoloji değil, mevzu bir dil değil, mevzu üç beş gen, farklı bir ten, bir koku, bir renk değil. Mevzu bir mucize-i hilkat, bir insan, bir hayat. Öyle ikindi vakti, öyle nedensiz kıyılan bir can! “Neden böyle şeyler yazıyorsun?” diye soruyorsun. Sormamalısın! Ben Türkiyem, ben ülkem, ben İstanbul, ben Sivas, ben Anadolu, ben dünya bu kadar kolay can alınan bir yer olmasın diye uğraşıyorum. Hem bu kadar kolay, nedensiz ve pisipisine ölünen bir mezarlık olmasın. Yalnız kendim için de istemiyorum. Yalnız Ermeniler için de istemiyorum. Yalnız Kürtler için, yalnız Türkler için, yalnız Lazlar için, yalnız Çerkezler için de istemiyorum. Hepimiz için, hepimizin çocukları için, hatta o silahı tutan ellerin çocukları için de istiyorum. Türkiye bu kadar kolay, bu kadar rahat, bu kadar hissiz, bu kadar övgüyle adam öldürülen ve bununla ayrıca da kuytu köşelerde iftihar edilen bir yer olmasın. Yalnız buna dua ediyorum. Yalnız buna çabalıyorum.
Şimdi sen soruyorsun; “Üzerinize neden öyle şeyler yazdınız? Hepimiz Ermeniyiz falan?” Arkadaşım, bizi değiştiren üç beş gen olsa da; üç beş harflik yazıyla bir millet değişmez. Fakat o küçümsediğin üç beş harf sayesinde belki bir milletin bahtı değişir. Bir kafa değişir, bir arıza değişir, bir zihniyet değişir, bir yanlış değişir, bir mevsim değişir.
Sana daha nasıl anlatayım hislerimi? Ben bugün, tıpkı halifeliğinin ilk gününde minbere çıkmış Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibiyim. Ve aynı cümleyle haykırıyorum yüzlere: “Benim yanımda, hakkını alıncaya kadar, en zayıfınız, en kuvvetlinizdir! Ve benim yanımda, üzerindeki hakkı teslim edinceye kadar, en güçlünüz, en zelilinizdir!” Ben işte bu haykırıştan cesaret alıyorum o cümleyi söylerken, yazarken, telaffuz ederken. Bugün tıpkı onun gibiyim. Bu yüzden cesaretliyim. “Evet” diyorum. “Evet, Hrant’ın hakkı alınıncaya kadar, en güçlümüz odur, onun ruhudur ve adalet sağlanıncaya kadar hepimiz Ermeniyiz.”
Not: 2012'de yazdığım bir yazı. Birkaç küçük dokunuşta bulundum sadece. Bence bu blogda olması gereken bir yazıydı.
Hrant Dink etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hrant Dink etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Ocak 2015 Pazartesi
10 Kasım 2013 Pazar
Neden Hrant Dink?
"Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" 1996 yapımı Öldürme Zamanı (A Time to Kill) filminin gündemimize soktuğu en sağlam soru buydu. Çok sayıda ünlü oyuncuyu kadrosunda barındıran film, savunma avukatının mahkemede yaptığı konuşma ile meşhurdu. Siyahi bir kız çocuğunun ırkçı beyazların saldırısına uğramasının ardından yaşananları aktaran filmde, Matthew McConaughey'in canlandırdığı avukat, küçük kızın başına gelenleri aktardıktan sonra, sözlerini şöyle sonlandırıyordu: "Şimdi o çocuğun beyaz bir kız çocuğu olduğunu düşünün."
Bediüzzaman'ın Kur'an kıssalarına bakışta vurguladığı birşey var: Onları sadece kıssa olarak görmemeyi, içlerinde küllî düsturların aramayı öğütlüyor sıklıkla. 20. Söz'de en açık ifadesini bulan bu hakikat, sair sözlerde de (özellikle Kur'an'daki tekraratın hikmetinin anlatıldığı yerlerde) vurgulanıyor. 20. Söz'deki şekliyse şöyle: "(...) bil ki, Kur'ân-ı Hakîm'de bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır."
Başka bir yerde bu küllî düsturların miktarını makam sayısınca da arttırıyor: "Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. (...) o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir."
Yani kıssa-yı Musa hangi sûrede, hangi makamda geçiyorsa; oraya münasip bir küllî düsturu anlatıyor bizlere. Bir tane değil, çok tane. Kıssa aynı olsa da her yerde dersi farklı. (Burada parantez içi bir bilgi daha vereyim: Hz. Musa aleyhisselamın kıssası Kur'an'da en çok tekrar edilen kıssadır.)
Ben bu kıssa dersini ilk Kenan Demirtaş abiden aldığım için onun bir örneğini unutamam. Newton'un başına elma düşmesi hadisesiyle bu meseleyi izah eden Kenan abi, şöyle demişti o zamanlar: "Nasıl ki, Newton'un başına elma düşmesi, sadece bir elma düşmesinden ibaret değildir; yani kıssanın içini bilen hemen aklına yerçekimi kanununu getirir; öyle de Kur'an kıssaları da böyle küllî kanunların uçları hükmünde, her zaman ve her yerde geçerli dersleri saklarlar içlerinde."
Ben de Kur'an'a hep bu açıyla bakmaya çalışıyorum o dersten sonra. Bugünlerde okuduğum Müminûn sûresi de bana—belki sırf öyle baktığım için—bir güzel yüzünü daha gösterdi. Yine anlatılan kıssa-yı Musa'ydı. Kardeşi Harun'la, Firavun'a gittikten sonra, Firavun kavminin haklarında söyledikleri aktarılıyordu. Şöyle diyordu 47. ayeti: "Bu yüzden, 'Kavimleri bize köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?' dediler."
Daha önce de bu konu hakkında bir yazı yazdım. Okuyanlar bilirler. Hz. Musa ve Firavun'un kıssasında ırkçılık ve ulus-devlet zihin kodları bağlamında büyük dersler olduğunu düşünüyorum ben. Burada da duydukları hakikati reddeden bir kavmin, bunu reddediş gerekçesinin altı çiziliyor adeta: 'Kavimleri bize köle iken...' Adeta, muhatap oldukları mürşidlerin ait oldukları kavmin, o dönemde kendi kast sistemlerinde aşağıda olmasını, onların hakikatsizliklerine bir delil olarak anıyorlar. Ki bilirsiniz: O dönemde İsrailoğulları, Mısırlıların köleleri hükmünde alt bir sınıf idiler.
Ne ilginçtir ki; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın Mekke'de başlayan tebliği de şirk önderleri tarafından yine sırf bu gerekçelerle inkâr edilmişti. Velid gibi, Ebu Cehil gibi bazılarının, peygamberliğini reddetmedikleri, ancak kendilerine değil de Haşimoğulları'nın yetimine nübüvvetin gelmesini kaldıramadıklarını rivayet edilir.
Galiba kendini üst gören kavimlerin, milletlerin uğradığı imtihanlardan birisi de budur: Aşağıda gördükleri kavimlerin içinden çıkan mürşidlerle irşad edilme. Tarih boyunca görülmüştür ki, üst sınıflar(!) bu imtihanı aşmakta zorlanmışlardır. Çünkü, Ene Risalesi'ndeki ifadesiyle; "(...) nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Sırf kendi milletinden olduğu için haksızı savunurken, yine kendi milletinden olmadığı için haklıyı haksız bulur. Hatta Allah'ı bile sırf kendi kavminin hakkını gözetmediğini düşündüğü için haksızlıkla suçlayabilir.
Şualar'daki mahkeme savunmalarında da Bediüzzaman, o zamanın Firavunları tarafından kimliği üzerinden geliştirilen benzeri iddiaları anar ve onlara cevaplar verir: "(...) bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan (...) bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için 'O Kürttür, siz Türksünüz. O Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz' deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması (...) hangi kanun buna müsaade eder?"
Demek ki; başta sorduğumuz "Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" sorusu, aslında Kur'an'ın bize her zaman nefsimize sormamızı teklif ettiği ve cevabı "Evet, etkiler..." ise bununla mücadele etmemizi salık verdiği birşeydir. Ki, zikrettiğimiz sûrenin, aynı sayfadaki ilk ayeti şöyle der: "Hiçbir ümmet, kendi ecelinin önüne geçemez, onu geciktiremez de..." Yani insanlar gibi ümmetler de, milletler de ölümlüdür. Ölümün herkesi insan olmak zemininde eşitlediği bir dünyada, üstünlük hangi bulanık aklın iddiasıdır?
Belki bazılarına tuhaf bir bağlantı gibi gelebilir, ama yine Firavunane asabiyetlerin arttığı ve deşildiği bir dönemde, başka birisinin değil de Hrant Dink'in öldürülmesi bu noktada manidardır. Çünkü Hrant Dink, aynı zihniyet için sadece 'doğruyu söyleyen birisi' değil; aynı zamanda 'aşağı görülen bir milletten doğruyu söyleyen birisi'dir.
Hepimiz Türkiyeliyiz. Ve biliyoruz ki; bu topraklarda Ermeni demek, bir zamanlar bir hakaret etme şekli olarak kullanılırdı. (Belki bazıları için halen öyle.) Şimdi utanarak andığım bu hatıralar, Kur'an'a bakarken bazı bazı kurşun yemiş gibi sarsılmama neden oluyor. Biz bu kafada kalırsak, İsrailoğullarını aşağılayan kavm-i Firavun'dan ne farkımız olur? Matthew McConaughey'in o cümlesi, farklı versiyonlarıyla hepimiz için geçerli. Herkes elini kalbinin üzerine koysun ve kendi cümlesini düşünsün.
Bediüzzaman'ın Kur'an kıssalarına bakışta vurguladığı birşey var: Onları sadece kıssa olarak görmemeyi, içlerinde küllî düsturların aramayı öğütlüyor sıklıkla. 20. Söz'de en açık ifadesini bulan bu hakikat, sair sözlerde de (özellikle Kur'an'daki tekraratın hikmetinin anlatıldığı yerlerde) vurgulanıyor. 20. Söz'deki şekliyse şöyle: "(...) bil ki, Kur'ân-ı Hakîm'de bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır."
Başka bir yerde bu küllî düsturların miktarını makam sayısınca da arttırıyor: "Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. (...) o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir."
Yani kıssa-yı Musa hangi sûrede, hangi makamda geçiyorsa; oraya münasip bir küllî düsturu anlatıyor bizlere. Bir tane değil, çok tane. Kıssa aynı olsa da her yerde dersi farklı. (Burada parantez içi bir bilgi daha vereyim: Hz. Musa aleyhisselamın kıssası Kur'an'da en çok tekrar edilen kıssadır.)
Ben bu kıssa dersini ilk Kenan Demirtaş abiden aldığım için onun bir örneğini unutamam. Newton'un başına elma düşmesi hadisesiyle bu meseleyi izah eden Kenan abi, şöyle demişti o zamanlar: "Nasıl ki, Newton'un başına elma düşmesi, sadece bir elma düşmesinden ibaret değildir; yani kıssanın içini bilen hemen aklına yerçekimi kanununu getirir; öyle de Kur'an kıssaları da böyle küllî kanunların uçları hükmünde, her zaman ve her yerde geçerli dersleri saklarlar içlerinde."
Ben de Kur'an'a hep bu açıyla bakmaya çalışıyorum o dersten sonra. Bugünlerde okuduğum Müminûn sûresi de bana—belki sırf öyle baktığım için—bir güzel yüzünü daha gösterdi. Yine anlatılan kıssa-yı Musa'ydı. Kardeşi Harun'la, Firavun'a gittikten sonra, Firavun kavminin haklarında söyledikleri aktarılıyordu. Şöyle diyordu 47. ayeti: "Bu yüzden, 'Kavimleri bize köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?' dediler."
Daha önce de bu konu hakkında bir yazı yazdım. Okuyanlar bilirler. Hz. Musa ve Firavun'un kıssasında ırkçılık ve ulus-devlet zihin kodları bağlamında büyük dersler olduğunu düşünüyorum ben. Burada da duydukları hakikati reddeden bir kavmin, bunu reddediş gerekçesinin altı çiziliyor adeta: 'Kavimleri bize köle iken...' Adeta, muhatap oldukları mürşidlerin ait oldukları kavmin, o dönemde kendi kast sistemlerinde aşağıda olmasını, onların hakikatsizliklerine bir delil olarak anıyorlar. Ki bilirsiniz: O dönemde İsrailoğulları, Mısırlıların köleleri hükmünde alt bir sınıf idiler.
Ne ilginçtir ki; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın Mekke'de başlayan tebliği de şirk önderleri tarafından yine sırf bu gerekçelerle inkâr edilmişti. Velid gibi, Ebu Cehil gibi bazılarının, peygamberliğini reddetmedikleri, ancak kendilerine değil de Haşimoğulları'nın yetimine nübüvvetin gelmesini kaldıramadıklarını rivayet edilir.
Galiba kendini üst gören kavimlerin, milletlerin uğradığı imtihanlardan birisi de budur: Aşağıda gördükleri kavimlerin içinden çıkan mürşidlerle irşad edilme. Tarih boyunca görülmüştür ki, üst sınıflar(!) bu imtihanı aşmakta zorlanmışlardır. Çünkü, Ene Risalesi'ndeki ifadesiyle; "(...) nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Sırf kendi milletinden olduğu için haksızı savunurken, yine kendi milletinden olmadığı için haklıyı haksız bulur. Hatta Allah'ı bile sırf kendi kavminin hakkını gözetmediğini düşündüğü için haksızlıkla suçlayabilir.
Şualar'daki mahkeme savunmalarında da Bediüzzaman, o zamanın Firavunları tarafından kimliği üzerinden geliştirilen benzeri iddiaları anar ve onlara cevaplar verir: "(...) bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan (...) bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için 'O Kürttür, siz Türksünüz. O Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz' deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması (...) hangi kanun buna müsaade eder?"
Demek ki; başta sorduğumuz "Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" sorusu, aslında Kur'an'ın bize her zaman nefsimize sormamızı teklif ettiği ve cevabı "Evet, etkiler..." ise bununla mücadele etmemizi salık verdiği birşeydir. Ki, zikrettiğimiz sûrenin, aynı sayfadaki ilk ayeti şöyle der: "Hiçbir ümmet, kendi ecelinin önüne geçemez, onu geciktiremez de..." Yani insanlar gibi ümmetler de, milletler de ölümlüdür. Ölümün herkesi insan olmak zemininde eşitlediği bir dünyada, üstünlük hangi bulanık aklın iddiasıdır?
Belki bazılarına tuhaf bir bağlantı gibi gelebilir, ama yine Firavunane asabiyetlerin arttığı ve deşildiği bir dönemde, başka birisinin değil de Hrant Dink'in öldürülmesi bu noktada manidardır. Çünkü Hrant Dink, aynı zihniyet için sadece 'doğruyu söyleyen birisi' değil; aynı zamanda 'aşağı görülen bir milletten doğruyu söyleyen birisi'dir.
Hepimiz Türkiyeliyiz. Ve biliyoruz ki; bu topraklarda Ermeni demek, bir zamanlar bir hakaret etme şekli olarak kullanılırdı. (Belki bazıları için halen öyle.) Şimdi utanarak andığım bu hatıralar, Kur'an'a bakarken bazı bazı kurşun yemiş gibi sarsılmama neden oluyor. Biz bu kafada kalırsak, İsrailoğullarını aşağılayan kavm-i Firavun'dan ne farkımız olur? Matthew McConaughey'in o cümlesi, farklı versiyonlarıyla hepimiz için geçerli. Herkes elini kalbinin üzerine koysun ve kendi cümlesini düşünsün.
4 Şubat 2012 Cumartesi
Yakın tarihle neden hesaplaşmalıyız?
Emekli Askerî Hakim Yusuf Çağlayan, Nesil Yayınları’ndan çıkmış olan kitabı Darbeci Kuşatma’da birşeye önemle vurgu yapar: Darbeci zihniyetin kodlarına... Hatta kitabının bölümlerinden birisini (son bölümünü) bu başlık oluşturur. O bölümde Yusuf Çağlayan Hoca, olabilecek darbeleri engellemenin tek yolunun; darbeci zihniyetin arkasındaki zihnî kodlanmaların temizlenmesi sayesinde mümkün olabileceğini söyler. Hatta bunu (yani bizdeki darbecilik hastalığını) alıp Ernest Renan gibi Avrupalı düşünürlerin oluşturdukları “izm”lerle alakalandırır. Onların oluşturduğu felsefî akımların nasıl zihinleri böyle suistimallere açık hale getirdiğini anlatır...
Ben de bu noktada Yusuf Çağlayan Hoca’nın bu tespitlerine büyük haklılık veriyorum. Hatta sırf bu nedenle bile olsun yakın tarihin kirli, karanlık noktalarıyla ve onların arkasındaki zihniyetle hesaplaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada Mektubat’ta da geçen; “Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:81) hadisini çok manidar buluyorum. Evet, bizler belki de Allah’ın haklarında hayır murad ettiği o topluluğuz. Ve Allah, bugün bize, yakın tarihin karanlık noktalarıyla yani nefsimizdeki ayıplarla hesaplaşma imkanı veriyor. Kafatasları, suikastler, darbe planları, soruşturmalar hep bunu ifade ediyor...
Böyle bir hesaplaşma zihniyetin kodlarının temizlenmesi açısından mühim. Zira onlar, o karanlık olaylar, Diyarbakır’daki kafatasları, Hrant Dink suikasti; Dersim, Menemen hadiseleri ve saire aydınlatılmadıkça kodların gizli kalması, kendilerini açık etmemeleri mümkün. Bazıları, suçluların büyük bir kısmının ölmüş olduğu böylesi bir durumda eski defterleri neden tekrar be tekrar açıp, dillendirip durduğumuzu soruyor olabilirler. Onlara da bu cevabı veriyorum: “Biz bu olayları, arkasındaki zihniyetin ölmesi için kovalıyoruz. Amacımız bu... Yapmaya çalıştığımız şey; sadece Ebu Leheplerin ellerinin kırılması değil, ayette dendiği gibi ellerinin kuruması. Onları yetiştiren yatakların, membalarının kuruması, dezenfekte edilmesi...”
Hatta bu noktada yine Mektubat’ta (On Beşinci Mektup) geçen; “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsitleri neden keşfedemediler? Ta, Hulefa-yı Raşidinin üçünün şehadetini netice verdi?” sualine Bediüzzaman’ın verdiği cevabın ikinci makamı da, bana, çok muhteşem mesajlar da içeren bir metin gibi görünüyor. Orada Üstad’ın bu olayların birkaç münafık yahudinin işi olmadığını vurgulaması, arkasında kırılan millli gurura ve fikr-i milliyeye dayanan bir zihinsel kodlamanın olduğunu söylemesi ve hatta o münafıklar bilinseydi bile bu yaranın ıslahının mümkün olmadığını belirtmesi çok manidar geliyor... Ki aynı paragrafta Üstad Hazretleri şöyle bir cümle de kullanıyor:
“Demek, o hadisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”
İşte arkadaşlar, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Yani bugün bu yakın tarih hesaplaşmalarıyla bir zihniyet, bir zehirli ortam kurutulmaya çalışılıyor. Kem neticeler ve kötü sonuçlar ortaya konularak o fikrî arkaplan öldürülmeye gayret ediliyor. Bu nedenle bizim de yakın tarihin hataları üzerinde bu kadar tahdişat yapmamız garip görülmesin. Bu olaylar sadece bir Ogün Samast, bir İsmet İnönü, bir Mustafa Muğlalı, bir Mustafa Kemal hadiseleri değil. Arkasında ve arkalarında ıslah edilmesi gereken muhtelif efkâr var. Dehşetli ekoller var, herdem böyle neticeler vermeye münbit zeminler var. Zihinlerle savaşalım, kişilerle değil.
Ben de bu noktada Yusuf Çağlayan Hoca’nın bu tespitlerine büyük haklılık veriyorum. Hatta sırf bu nedenle bile olsun yakın tarihin kirli, karanlık noktalarıyla ve onların arkasındaki zihniyetle hesaplaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada Mektubat’ta da geçen; “Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:81) hadisini çok manidar buluyorum. Evet, bizler belki de Allah’ın haklarında hayır murad ettiği o topluluğuz. Ve Allah, bugün bize, yakın tarihin karanlık noktalarıyla yani nefsimizdeki ayıplarla hesaplaşma imkanı veriyor. Kafatasları, suikastler, darbe planları, soruşturmalar hep bunu ifade ediyor...
Böyle bir hesaplaşma zihniyetin kodlarının temizlenmesi açısından mühim. Zira onlar, o karanlık olaylar, Diyarbakır’daki kafatasları, Hrant Dink suikasti; Dersim, Menemen hadiseleri ve saire aydınlatılmadıkça kodların gizli kalması, kendilerini açık etmemeleri mümkün. Bazıları, suçluların büyük bir kısmının ölmüş olduğu böylesi bir durumda eski defterleri neden tekrar be tekrar açıp, dillendirip durduğumuzu soruyor olabilirler. Onlara da bu cevabı veriyorum: “Biz bu olayları, arkasındaki zihniyetin ölmesi için kovalıyoruz. Amacımız bu... Yapmaya çalıştığımız şey; sadece Ebu Leheplerin ellerinin kırılması değil, ayette dendiği gibi ellerinin kuruması. Onları yetiştiren yatakların, membalarının kuruması, dezenfekte edilmesi...”
Hatta bu noktada yine Mektubat’ta (On Beşinci Mektup) geçen; “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsitleri neden keşfedemediler? Ta, Hulefa-yı Raşidinin üçünün şehadetini netice verdi?” sualine Bediüzzaman’ın verdiği cevabın ikinci makamı da, bana, çok muhteşem mesajlar da içeren bir metin gibi görünüyor. Orada Üstad’ın bu olayların birkaç münafık yahudinin işi olmadığını vurgulaması, arkasında kırılan millli gurura ve fikr-i milliyeye dayanan bir zihinsel kodlamanın olduğunu söylemesi ve hatta o münafıklar bilinseydi bile bu yaranın ıslahının mümkün olmadığını belirtmesi çok manidar geliyor... Ki aynı paragrafta Üstad Hazretleri şöyle bir cümle de kullanıyor:
“Demek, o hadisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”
İşte arkadaşlar, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Yani bugün bu yakın tarih hesaplaşmalarıyla bir zihniyet, bir zehirli ortam kurutulmaya çalışılıyor. Kem neticeler ve kötü sonuçlar ortaya konularak o fikrî arkaplan öldürülmeye gayret ediliyor. Bu nedenle bizim de yakın tarihin hataları üzerinde bu kadar tahdişat yapmamız garip görülmesin. Bu olaylar sadece bir Ogün Samast, bir İsmet İnönü, bir Mustafa Muğlalı, bir Mustafa Kemal hadiseleri değil. Arkasında ve arkalarında ıslah edilmesi gereken muhtelif efkâr var. Dehşetli ekoller var, herdem böyle neticeler vermeye münbit zeminler var. Zihinlerle savaşalım, kişilerle değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...