Belki Osmanlı'nın son dönemini de dahil edebileceğimiz bir süreçte, inşa edilmeye çalışılan bir korku var: İrtica korkusu. Bence bu inşa, 'bizi geri bırakanın din olduğu' telkiniyle başlıyor. Daha sonra, devr-i sabıkta, resmi politika haline getiriliyor. Sonrası, din üzerinde baskı dönemi. Onun kamusal alanlardan dışlanmasıyla başlayan yolculuk, evler basılıp dinî eserler toplanacak kadar, hatta meşhur 163. maddeye kadar ilerletiliyor. Yürütülen çalışmaların kalplerden sevgisini atamadığı kesin. Fakat diğer taraftan, toplumun bir kesiminde, hatta bir kısım dindarda bile başarıyla oluşturdukları bir endişe var: "Ülkenin başına dindarlar geçerse..." Her sınandığında, bu tarz endişe dersini almış olanlar, söylemlerinde açık vermeye başlıyorlar.
Ben bunun en büyük kırılmasının Siyasal İslam ile; dindar, ama siyasete temas etmemeye çalışan kesimler arasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü bu iki kesim, Siyasal İslam'ın iktidarda olduğu her dönemde, bazı söylemlerde karşı karşıya gelebiliyorlar. Belki bu, söylenen şeyden ziyade söyleme üslûbuyla da ilgili. Fakat bunun da ötesinde; bence başarıyla inşa edilmiş bir endişe var; iktidar dindar olursa, dindarlaştırmaya çalışır, ülkeye de karmaşa hâkim olur endişesi.
Bunun yakın zamandaki örneği; bence, Erdoğan'ın öğrenci evleri hakkında söylediği sözler ve buna karşı bir kısım dindarların dahi koyduğu tavır. (Diktatör diyenler bile oldu.) Bundan önce de içkiye dair yeni uygulamalarda böyle eleştiriler olmuştu Erdoğan'a. (Ben de yapmıştım.) Halbuki bu insanlarla birebir konuşsanız, tamamı 'ideal toplum' tariflerinde böylesi olumsuzlukların (itikatları böyle görmelerini emrediyor çünkü) olmamasını düşlüyorlar. Fakat yine de iktidar sahibi hükümetin böyle şeyleri dile getirmemesi gerektiğinde hemfikirler. Hatta bırakın iktidar sahiplerinin, kanaat önderlerinin bile açıktan böyle telkinatlarda bulunmasını istemiyorlar. 'Toplumsal huzuru bozmak, ihtilaf vermek' gibi görüyorlar.
Burada bir nefes alalım. Şimdi sizi 1922'ye götürmek istiyorum. Bediüzzaman Said Nursî'nin defaatle davet edilerek ancak geldiği İlk Meclis'e ve orada yaptığı konuşmaya. Konuşmanın temasını ne oluşturuyor biliyor musunuz? Namaz. Evet, namaz. Peki, sonrasında neler yaşanıyor biliyor musunuz? Bir gerilim oluyor, Mustafa Kemal'le Bediüzzaman arasında hem de. Orada, Mustafa Kemal'in konuşmaya başlarken kurduğu cümle ise şöyle naklediliyor: “Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz." Yani dinî telkinatın veya kaygıların ihtilaf sebebi sayılması yeni birşey değil. O zamanlardan beri işlenen bir konu.
Konuşmanın geri kalan kısmı da namaz ve idarecilerin dindar olmasının önemi üzerine şekillenmiş durumda. Hatta metnin 'rabian' kısmında Bediüzzaman, Beytüşşebab'tan verdiği bir örnekle idarecilerinin dindar olmamasının toplumun dindar bir kesiminde itaatsizlik sebebi sayılabileceğinin altını çiziyor.
Bu kısım bana ayrıca manidar geliyor şimdi, zira benzer bir konuya değinen bir kitap okudum bugünlerde. Şener Aktürk'e ait, Etkileşim Yayınları'ndan çıkan Türkiye'nin Kimlikleri isimli eser. Eserde, öncelikle Osmanlı analiz edilirken, İslam'ın gayrimüslim haklarına yer verişinin getirdiği hoşgörünün, Osmanlı hoşgörüsü olarak adlandırılmasının eksik olacağı belirtiliyor. Hatta dönemin bir diğer İslam imparatorluğu Babürşah'lar üzerinden yapılan mukayeseyle bu çok kültürlülüğün İslam'ın zenginliği olduğu belirtiliyor.
Kitapta anlatılan harika şeyler var, hassaten Batı'da yükselen İslamafobya üzerine söyledikleri. Fakat ben özellikle 6. ve 7. bölümlere dair konuşmak istiyorum. Bugün 'Kürt açılımı' olarak tesmiye ettiğimiz sürecin neden İslamcı geleneğe sahip bir iktidar döneminde yaşandığını (ve neden daha evvel yaşanmadığını) analiz ediyor Şener Aktürk bu bölümlerde.
Evvela, bu yeni kimlik siyasetinin AB ile bağlanmasının ne kadar yanlış olduğunu incelemeleriyle ortaya koyan Aktürk, daha sonra İslamcı geleneğin Kürt halkıyla olan kuvvetli bağını, seçimlerde aldığı oy oranlarıyla ifade ediyor. Hatta Anadolu'nun batı bölgelerinde neredeyse silindiği zamanlarda bile doğuda destek bulduğunu ortaya koyuyor. Bu, İslamcı geleneğin hem ümmet çizgisindeki söylemiyle hem de daha çok temasta olması nedeniyle Kürtlerin haklarına karşı daha duyarlı olmasını tetikliyor.
Yani benim anladığım, yeni konjonktürde, Türkiye'de dindarlık bir özgürlük öğüten değil, özgürlük üreten. Çünkü geleneğinde de çok kültürlülük var ve İslamcılık, belki yeniden bu yönünü keşfediyor. Öcü olmadığını gösteriyor. Fakat maalesef, yazının başında da belirtiğim gibi, bizde çok başarılı bir şekilde inşa edilmiş bir korku var. Bir ezber bu. Belki İslam'a yönelik bir özgüven eksikliği.
Bir iktidar, o iktidarın bir kısmı kendini dindar olarak görüyor ve öyle tarif ediyorsa eğer, bu kötü birşey mi? Yoksa bunun birleştirici ve özgürleştirici yönü görülüp desteklenmeli mi? Bence İslam da, müslümanlar da geçmişteki hoşgörülü duruşlarıyla daha fazla güveni hakediyor.
Türkiye'nin Kimlikleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye'nin Kimlikleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
16 Aralık 2013 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...