"Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar..."
Hüda müslüman Türkleri aziz eylesin. İslamiyeti onlardan, onları da İslamiyetten, ayırmasın. Din-i Mübîn'e hizmetleri çoktur. Dua ederiz. Teşekkür ederiz. Destekleriz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi 'Dindar bir Türkü fâsık çok ırkdaşımıza tercih ederiz.' Fakat bazı düğümler bu kadarcık kabullerle çözülmüyor ki... Çünkü işin ucu 'kizbe/yalana' varıyor. Ve yine mürşidimiz bize öğretiyor: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Yani öyle yaratmadığı halde 'Öyle yarattı' demektir. Daha başlangıçta bu yüzden kendimize Türk demeyi beğenmeyiz. Zira 'Türk' bir ırk ismidir. Cenab-ı Hak bizi o ırktan yaratmamıştır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz 'kendisini nesebinden başka nesebe atfedeni' kınamıştır. "Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır." Bu tavrımız mübarek Türklere husumetten değildir.
Hikmet-i Hüda öyle eda etmediği halde öyle yapmak asla fıtrî değildir. Şer'î değildir. Hakiki değildir. Nitekim İslam tarihimiz boyunca muazzez büyüklerimiz isimlerinin arkasına el-Arabî, et-Türkî, el-Kürdî gibi takılar yerleştirmekten teberri etmemişlerdir. Milletlerini yalnız İslamiyet bilmekle birlikte kavmiyetlerini reddetmemişlerdir. Bilakis, birbirlerinin kavmiyetlerini tanıyarak, ayette buyrulduğu gibi "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir..." sırrına uygun hareket etmişlerdir. Yani, ne kavmiyeti yabanîliğe kullanmak caizdir, ne de onu reddetmek mümkündür. Evet. Yurdumuzdaki 'Türklük' giysisi, bu İslamî arkaplana boşverdikçe, bedenimize oturmaz olmuştur. Yani, Fransız ulusalcılığının tangocu kadın libası, ümmet-i Muhammed'in hocalarına giydirildikçe, kalıbımızdaki güzellik zedelenmiştir.
Tabiî, biz böyle söyleyince, hemen şu tarz itirazlar yükseliyor: "Türklük bir ırk değildir. Türk aslında 'müslüman' demektir. Kendine Türk demekten çekinen müslümanlıktan çekiniyordur..." Hâşâ! Niye böyle olsun? Neden böyle ittirmeye-çektirmeye mecbur kalalım? Türklük bir ırk manasına gelmiyorsa, tamam, biz de seve seve Türk olalım. Eyvallah. Fakat insafını/aklını yitirmemiş hiçbir muallim diyebilir mi ki: Sözün etimolojisinde ırk yoktur. Hayır. Bunu insafını/aklını yitirmemiş hiçbir Allah'ın kulu diyemez. Bu kelime tarih boyunca ırk manasına kullanılmıştır. Selefimizin dev kütüphanelerini ateşe atıp yandıracak halimiz yok. Beyanları apaçık ortada.
Peki kelimelerin manaları değişmez mi? Değişebilir. Yeterli zamanı-edebiyatı tanırsanız, evet, mümkündür. Ancak Türklüğün artık ırk manasına kullanılmadığını sahiden söyleyebilir miyiz? Serdar Kaya'nın Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği kitabında arzettiği vechile, bu konuda, Türkiye'nin ciddi çelişkileri vardır. Bu çelişkilerden birazına Şener Aktürk Hoca da Türkiye'nin Kimlikleri isimli eserinde dikkat çeker. Türklük şu anda Türkiye'de devekuşu gibi 'ne deve ne kuş' bir pozisyonda sürdürülmektedir. Mesela: Herhangi başka ırkın 'Türkiyeliliği' sözkonusu olduğunda Türklüğün 'Türkiyeli Müslüman' tanımına yaklaştırıldığı olur. Hatta uzun yıllar Türkiye'de yaşamış gayrimüslimlerin de 'artık Türk olduğundan' bahsedilir. Burada Türk daha çok 'Türkiyeli' manasınadır.
Ancak ulus-devlet cenderesinden çıkıldığında 'Türkî Cumhuriyetler' diye bir başlık belirir. Bu başlığın içine Arap, Afgan, Kürt, Afrikalı müslümanlar giremez. Burada 'Türk' demekle kastedilen kesinlikle ırktır. Yani bu devletler aynı ırktan gelenlerin devletleridir. Sonra yüzünüz Batı'ya döndüğünde, bu defa, Avrupa'nın 'Türk' demekle aslında 'müslümanı' imâ ettiği belirtilir. Yani, Avrupalı, birisine 'Türk' diyorsa aslında 'müslüman' demek istemiştir. "O yüzden Türk 'müslüman' demektir." Fakat bu defa okullarımızda okutulan tarih derslerine gider aklımız. Ta Hunlara, asıl adı Mao-Tun olan Mete Han'a, kadar uzandırılan bir tarih müfredatı vardır. Oralarda Türke artık 'müslüman olma şartı' koşulmaz. Şaman, hindu, manici, mecusi, hatta hristiyanlığa mensup olanlar dahi bu dairenin içine girebilir.
O yüzden Macarlar, Bulgarlar, Gagavuzlar vs. 'Hristiyanlaşmış Türkler' olarak aksettirilir. Hülasa: Resmi söylem hep 'bir öyle bir böyle' yapar. Hangi delikte yakalamaya çalışsanız, başka bir delikten başını çıkarıp, 'Naaniik!' çeker. Kimse Türklüğün tam olarak ne olduğunu bilmez. Bilemez. Çünkü Türkçülüğümüz, umdeleri belli bir itikattan çok, nabza göre şerbet bir taktiksellikten ibarettir.
Hülasa: Türkiye şu an neye 'Türk' dediğini kendisi de tam bilmez bir haldedir. Vatandaşlarını Türk olarak tanımlar. Tamam. Ama Türkiyeli olmayan bir Türkü de vatandaşı kabul etmez. "Ne mutlu Türküm diyene!" derken sanki herkesi kucaklayacakmış gibi yapar. Ama "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" dediğinde işi genetiğe döker. Nesillerdir Türkiyeli olan bir Arabı, Kürdü, Çerkezi, Boşnağı, Arnavutu vs. pekâlâ Türk sayabilir. Maşaallah. Ancak iş tarih tedrisatına geldiğinde onları da Türkten bilmemeye başlar. Çünkü Türkler Ortaasya'dan kalkıp göç etmiş bir 'çekik gözlüler' nesebidir. Bozkır çocuklarıdır. Yafes'in evlatlarıdır.
Cumhurreisimiz dahi, cumhurbaşkanlığı forsundaki devletleri temsil eden askerlerin arasından inerken, sağına-soluna Arap, Kürt vs. almamıştır. Temsil edilen devletler sırasıyla şunlardır: Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun, Göktürk, Avar, Hazar, Uygur, Karahan, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harezmşahlar, Altınordu, Timur, Babür ve Osmanlı... Bunların tamamı ırken(!) Türk devletlerdir. Karahanlılardan sonrası müslümanlardır. Eyvallah. Ancak çok büyük sınırlara hükmetmelerine rağmen, Emevîler-Abbasîler vs. yoktur. Memlükler yoktur. Eyyübîler yoktur. Yani burada da devletin Türklüğü gayet be gayet ırkîdir. 'Türkiyeli müslüman' falan gibi değildir.
Resmi söylem kendinden bu ikirciliği kaldıramadığı için tartışmalar da dinmiyor. Üç Tarz-ı Siyaset'teki İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ekolleri, üçü birden, artık tek 'Türk' kelimesinde halledilmeye çalışılıyor. Bazen Türklük İslamcılık anlamına geliyor. Bazen Türklük Osmanlıcılık anlamına geliyor. Bazen de Türklük düpedüz Türkçülük oluyor. 'Ne deve ne kuş' sistemiyle bu gemi yalpalayarak gidiyor. Gönül istiyor ki, yeni anayasada, bu iş artık bir rayına otursun. En azından Türkiyeliler Türkiye'de ne olduklarını çelişkisiz şekilde bilsinler. Hoş, ona da "Türkiyeli değil Türküm!" taifesi mâni olacak gibi, çünkü bunlar Türk olmayı diğer ırklara bahşedilmiş bir lütûf olarak görüyorlar. Ellerinde bir aşı var. En kara zencileri dahi beyaz yapabilen bir aşı. Şırıngayla dolaşıyorlar. Ve bazı zenciler her nedense aşıyı istemiyor. Onlar da şaşırıyorlar: "Neden kabul etmiyorsunuz? Zenciliğin rezilliğinden(!) kurtulup lebaleb şeref beyazlar meclisine katılmak bahşediliyorken neden direniyorsunuz?" Bu üstencilik aynı Batılının Asya'ya-Afrika'ya bakışı gibi... X Man serisinin üçüncü filminde normal insana dönüşmek istemeyen mutantlara insanların bakışı gibi... Kizb bahsinin tamamını alırsak şöyle deniyor:
"Kizb küfrün esasıdır. Kizb nifâkın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzâb ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir..." Her zamanın bir Müseylemesi var. Biz de kendi zamanımızın Müseylemesine çattık. Başımızda sahabe yoktu. Hırpalandık. Başka milletlerin görmediği toplumsal mühendislik çalışmaları gördük. Balyozlarla dövüldük. Süngülerle delindik. Harflerimizi kaybettik. Medreselerimizi-tekkelerimizi kaybettik. Sarığımızı-çarşafımızı kaybettik. Şükür, hamdolsun, ölmedik. Gayrı kemalizmden kurtulmanın vaktidir. Çünkü kemalizm bu millete söylenilen en büyük yalandır. Kezzâb Süfyan'ın ayakizlerine bakarak yürürsek yollar düzelmez. İlla ki reddetmeliyiz arkadaşım.
"(...) Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki: Deniliyor: Devekuşuna demişler, 'Kanatların var, uç.' O da kanatlarını kısıp 'Ben deveyim' demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, 'Madem deveyim diyorsun, yük götür.' O zaman kanatlarını açıvermiş, 'Ben kuşum' demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş..."
Türkiye'nin Kimlikleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye'nin Kimlikleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Ekim 2025 Pazar
16 Aralık 2013 Pazartesi
İçimizdeki İslamafobya
Belki Osmanlı'nın son dönemini de dahil edebileceğimiz bir süreçte, inşa edilmeye çalışılan bir korku var: İrtica korkusu. Bence bu inşa, 'bizi geri bırakanın din olduğu' telkiniyle başlıyor. Daha sonra, devr-i sabıkta, resmi politika haline getiriliyor. Sonrası, din üzerinde baskı dönemi. Onun kamusal alanlardan dışlanmasıyla başlayan yolculuk, evler basılıp dinî eserler toplanacak kadar, hatta meşhur 163. maddeye kadar ilerletiliyor. Yürütülen çalışmaların kalplerden sevgisini atamadığı kesin. Fakat diğer taraftan, toplumun bir kesiminde, hatta bir kısım dindarda bile başarıyla oluşturdukları bir endişe var: "Ülkenin başına dindarlar geçerse..." Her sınandığında, bu tarz endişe dersini almış olanlar, söylemlerinde açık vermeye başlıyorlar.
Ben bunun en büyük kırılmasının Siyasal İslam ile; dindar, ama siyasete temas etmemeye çalışan kesimler arasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü bu iki kesim, Siyasal İslam'ın iktidarda olduğu her dönemde, bazı söylemlerde karşı karşıya gelebiliyorlar. Belki bu, söylenen şeyden ziyade söyleme üslûbuyla da ilgili. Fakat bunun da ötesinde; bence başarıyla inşa edilmiş bir endişe var; iktidar dindar olursa, dindarlaştırmaya çalışır, ülkeye de karmaşa hâkim olur endişesi.
Bunun yakın zamandaki örneği; bence, Erdoğan'ın öğrenci evleri hakkında söylediği sözler ve buna karşı bir kısım dindarların dahi koyduğu tavır. (Diktatör diyenler bile oldu.) Bundan önce de içkiye dair yeni uygulamalarda böyle eleştiriler olmuştu Erdoğan'a. (Ben de yapmıştım.) Halbuki bu insanlarla birebir konuşsanız, tamamı 'ideal toplum' tariflerinde böylesi olumsuzlukların (itikatları böyle görmelerini emrediyor çünkü) olmamasını düşlüyorlar. Fakat yine de iktidar sahibi hükümetin böyle şeyleri dile getirmemesi gerektiğinde hemfikirler. Hatta bırakın iktidar sahiplerinin, kanaat önderlerinin bile açıktan böyle telkinatlarda bulunmasını istemiyorlar. 'Toplumsal huzuru bozmak, ihtilaf vermek' gibi görüyorlar.
Burada bir nefes alalım. Şimdi sizi 1922'ye götürmek istiyorum. Bediüzzaman Said Nursî'nin defaatle davet edilerek ancak geldiği İlk Meclis'e ve orada yaptığı konuşmaya. Konuşmanın temasını ne oluşturuyor biliyor musunuz? Namaz. Evet, namaz. Peki, sonrasında neler yaşanıyor biliyor musunuz? Bir gerilim oluyor, Mustafa Kemal'le Bediüzzaman arasında hem de. Orada, Mustafa Kemal'in konuşmaya başlarken kurduğu cümle ise şöyle naklediliyor: “Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz." Yani dinî telkinatın veya kaygıların ihtilaf sebebi sayılması yeni birşey değil. O zamanlardan beri işlenen bir konu.
Konuşmanın geri kalan kısmı da namaz ve idarecilerin dindar olmasının önemi üzerine şekillenmiş durumda. Hatta metnin 'rabian' kısmında Bediüzzaman, Beytüşşebab'tan verdiği bir örnekle idarecilerinin dindar olmamasının toplumun dindar bir kesiminde itaatsizlik sebebi sayılabileceğinin altını çiziyor.
Bu kısım bana ayrıca manidar geliyor şimdi, zira benzer bir konuya değinen bir kitap okudum bugünlerde. Şener Aktürk'e ait, Etkileşim Yayınları'ndan çıkan Türkiye'nin Kimlikleri isimli eser. Eserde, öncelikle Osmanlı analiz edilirken, İslam'ın gayrimüslim haklarına yer verişinin getirdiği hoşgörünün, Osmanlı hoşgörüsü olarak adlandırılmasının eksik olacağı belirtiliyor. Hatta dönemin bir diğer İslam imparatorluğu Babürşah'lar üzerinden yapılan mukayeseyle bu çok kültürlülüğün İslam'ın zenginliği olduğu belirtiliyor.
Kitapta anlatılan harika şeyler var, hassaten Batı'da yükselen İslamafobya üzerine söyledikleri. Fakat ben özellikle 6. ve 7. bölümlere dair konuşmak istiyorum. Bugün 'Kürt açılımı' olarak tesmiye ettiğimiz sürecin neden İslamcı geleneğe sahip bir iktidar döneminde yaşandığını (ve neden daha evvel yaşanmadığını) analiz ediyor Şener Aktürk bu bölümlerde.
Evvela, bu yeni kimlik siyasetinin AB ile bağlanmasının ne kadar yanlış olduğunu incelemeleriyle ortaya koyan Aktürk, daha sonra İslamcı geleneğin Kürt halkıyla olan kuvvetli bağını, seçimlerde aldığı oy oranlarıyla ifade ediyor. Hatta Anadolu'nun batı bölgelerinde neredeyse silindiği zamanlarda bile doğuda destek bulduğunu ortaya koyuyor. Bu, İslamcı geleneğin hem ümmet çizgisindeki söylemiyle hem de daha çok temasta olması nedeniyle Kürtlerin haklarına karşı daha duyarlı olmasını tetikliyor.
Yani benim anladığım, yeni konjonktürde, Türkiye'de dindarlık bir özgürlük öğüten değil, özgürlük üreten. Çünkü geleneğinde de çok kültürlülük var ve İslamcılık, belki yeniden bu yönünü keşfediyor. Öcü olmadığını gösteriyor. Fakat maalesef, yazının başında da belirtiğim gibi, bizde çok başarılı bir şekilde inşa edilmiş bir korku var. Bir ezber bu. Belki İslam'a yönelik bir özgüven eksikliği.
Bir iktidar, o iktidarın bir kısmı kendini dindar olarak görüyor ve öyle tarif ediyorsa eğer, bu kötü birşey mi? Yoksa bunun birleştirici ve özgürleştirici yönü görülüp desteklenmeli mi? Bence İslam da, müslümanlar da geçmişteki hoşgörülü duruşlarıyla daha fazla güveni hakediyor.
Ben bunun en büyük kırılmasının Siyasal İslam ile; dindar, ama siyasete temas etmemeye çalışan kesimler arasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü bu iki kesim, Siyasal İslam'ın iktidarda olduğu her dönemde, bazı söylemlerde karşı karşıya gelebiliyorlar. Belki bu, söylenen şeyden ziyade söyleme üslûbuyla da ilgili. Fakat bunun da ötesinde; bence başarıyla inşa edilmiş bir endişe var; iktidar dindar olursa, dindarlaştırmaya çalışır, ülkeye de karmaşa hâkim olur endişesi.
Bunun yakın zamandaki örneği; bence, Erdoğan'ın öğrenci evleri hakkında söylediği sözler ve buna karşı bir kısım dindarların dahi koyduğu tavır. (Diktatör diyenler bile oldu.) Bundan önce de içkiye dair yeni uygulamalarda böyle eleştiriler olmuştu Erdoğan'a. (Ben de yapmıştım.) Halbuki bu insanlarla birebir konuşsanız, tamamı 'ideal toplum' tariflerinde böylesi olumsuzlukların (itikatları böyle görmelerini emrediyor çünkü) olmamasını düşlüyorlar. Fakat yine de iktidar sahibi hükümetin böyle şeyleri dile getirmemesi gerektiğinde hemfikirler. Hatta bırakın iktidar sahiplerinin, kanaat önderlerinin bile açıktan böyle telkinatlarda bulunmasını istemiyorlar. 'Toplumsal huzuru bozmak, ihtilaf vermek' gibi görüyorlar.
Burada bir nefes alalım. Şimdi sizi 1922'ye götürmek istiyorum. Bediüzzaman Said Nursî'nin defaatle davet edilerek ancak geldiği İlk Meclis'e ve orada yaptığı konuşmaya. Konuşmanın temasını ne oluşturuyor biliyor musunuz? Namaz. Evet, namaz. Peki, sonrasında neler yaşanıyor biliyor musunuz? Bir gerilim oluyor, Mustafa Kemal'le Bediüzzaman arasında hem de. Orada, Mustafa Kemal'in konuşmaya başlarken kurduğu cümle ise şöyle naklediliyor: “Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz." Yani dinî telkinatın veya kaygıların ihtilaf sebebi sayılması yeni birşey değil. O zamanlardan beri işlenen bir konu.
Konuşmanın geri kalan kısmı da namaz ve idarecilerin dindar olmasının önemi üzerine şekillenmiş durumda. Hatta metnin 'rabian' kısmında Bediüzzaman, Beytüşşebab'tan verdiği bir örnekle idarecilerinin dindar olmamasının toplumun dindar bir kesiminde itaatsizlik sebebi sayılabileceğinin altını çiziyor.
Bu kısım bana ayrıca manidar geliyor şimdi, zira benzer bir konuya değinen bir kitap okudum bugünlerde. Şener Aktürk'e ait, Etkileşim Yayınları'ndan çıkan Türkiye'nin Kimlikleri isimli eser. Eserde, öncelikle Osmanlı analiz edilirken, İslam'ın gayrimüslim haklarına yer verişinin getirdiği hoşgörünün, Osmanlı hoşgörüsü olarak adlandırılmasının eksik olacağı belirtiliyor. Hatta dönemin bir diğer İslam imparatorluğu Babürşah'lar üzerinden yapılan mukayeseyle bu çok kültürlülüğün İslam'ın zenginliği olduğu belirtiliyor.
Kitapta anlatılan harika şeyler var, hassaten Batı'da yükselen İslamafobya üzerine söyledikleri. Fakat ben özellikle 6. ve 7. bölümlere dair konuşmak istiyorum. Bugün 'Kürt açılımı' olarak tesmiye ettiğimiz sürecin neden İslamcı geleneğe sahip bir iktidar döneminde yaşandığını (ve neden daha evvel yaşanmadığını) analiz ediyor Şener Aktürk bu bölümlerde.
Evvela, bu yeni kimlik siyasetinin AB ile bağlanmasının ne kadar yanlış olduğunu incelemeleriyle ortaya koyan Aktürk, daha sonra İslamcı geleneğin Kürt halkıyla olan kuvvetli bağını, seçimlerde aldığı oy oranlarıyla ifade ediyor. Hatta Anadolu'nun batı bölgelerinde neredeyse silindiği zamanlarda bile doğuda destek bulduğunu ortaya koyuyor. Bu, İslamcı geleneğin hem ümmet çizgisindeki söylemiyle hem de daha çok temasta olması nedeniyle Kürtlerin haklarına karşı daha duyarlı olmasını tetikliyor.
Yani benim anladığım, yeni konjonktürde, Türkiye'de dindarlık bir özgürlük öğüten değil, özgürlük üreten. Çünkü geleneğinde de çok kültürlülük var ve İslamcılık, belki yeniden bu yönünü keşfediyor. Öcü olmadığını gösteriyor. Fakat maalesef, yazının başında da belirtiğim gibi, bizde çok başarılı bir şekilde inşa edilmiş bir korku var. Bir ezber bu. Belki İslam'a yönelik bir özgüven eksikliği.
Bir iktidar, o iktidarın bir kısmı kendini dindar olarak görüyor ve öyle tarif ediyorsa eğer, bu kötü birşey mi? Yoksa bunun birleştirici ve özgürleştirici yönü görülüp desteklenmeli mi? Bence İslam da, müslümanlar da geçmişteki hoşgörülü duruşlarıyla daha fazla güveni hakediyor.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?
Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
