Türkiyeli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiyeli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2025 Salı

Kazanınca 'Türk' oluyoruz kaybedince 'Türkiye...'

Türkiye'de yeni yeni alınganlıklar türedi. Mesela: 'Türk sineması' yerine 'Türkçe sinema' veya 'Türkiye sineması' derseniz kimi Türkçüler sizi taşlıyorlar. Bunu 'Türklüğe husumete' yoruyorlar. Ben öyle anlamıyorum. Çünkü Türkiye'yi sadece Türk unsurundan ibaret olmayan halita şeklinde görüyorum. Burada yapılan şeyler, evet, ağırlıkla 'Türkçe' oluyor fakat sadece 'Türkî' olmuyor. Nitekim bunun üzerine yazılmış makaleler de var. Türk sinemasının içinde birçok Kürt, Çerkes, Arab, Arnavut vs. öğe de barınıyor. Öyle analım-anmayalım. Varolduklarını biliyoruz. Şivesinden, giysisinden, âdetinden bu öğenin de 'Türkiye sinemasına' dahil edildiğini okuyoruz.

O yüzden 'Türk sineması' demek yerine 'Türkiye sineması' demeyi tercih ediyoruz. Husumet etmiyoruz. (En azından benim böyle bir niyetim yok.) Kardeşane bir fikirle isabet ediyoruz. Mehmed Niyazi Hoca merhum da, bir söyleşisinde, efsanesi Malazgirt savaşına dayandırılan Türk bayrağının 'aynı zamanda Kürt-Arab bayrağı da sayılması gerektiğini' söylemişti. (Mehmed Niyazi Hoca'yı müslüman Türkçüler herhalde tanır severler.) Çünkü, savaşan o mübarek orduda çok sayıda Kürt de vardı, Arap da vardı. Eğer efsane hakikatse, yani şüheda kanı akıp biriktiyse, o kırmızılıkta ayla yıldız yansıdıysa, Arapların-Kürtlerin kanı siyah değildir, onlar da vardır.

Üstelik "Türkiyeli değil Türküüüüm!" deme meraklıları da, iş sıkıya geldiğinde, 'Türkiye' demeyi ihmal etmiyorlar. Geçen Erhan Afyoncu'ya takıldığım mevzu mesela. Evet. Twitine 'manşet' atıyor: "Türkiye yaşlanıyor!" Mesud Özil, yıllar önce, Alman milli takımını bırakırken şöyle bir cümle yazmıştı: "Kazanınca Alman kaybedince göçmen oluyorum!" Bizimki de o hesap. Dayağı beraber yiyoruz. Her güçlüğü beraber çekiyoruz. Cihadı beraber ediyoruz. Fakat iş 'iyi sonuçların sahibini açıklamaya' geldiğinde manşetler değişiyor. Hani Risale-i Nur'da Arapça bir deyim anıyor Bediüzzaman Hazretleri: "Musibet geldikçe bana bağırıyorlar. Tatlı yendikçe Cündüb çağrılıyor." Kavmi hakkında 'Türkiyeli' kelimesinden alınacak kadar hamiyet(!) sahibi Erhan Afyoncu bile, nasıl oluyorsa, kaybederken hiç oralı olmuyor. "Türkler yaşlanıyor!" demiyor da "Türkiye yaşlanıyor!" diyor. Acaba tesbitin menfiyetinden mi? Ki devamı şöyle mesajının:

"Türkiye nüfus meselesinde dönülemez bir kâbusa doğru gidiyor. Nüfus artış hızımız durma noktasına geldi. Doğurganlık hızımızın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2.1'in altına inmesi nüfusun yaşlanma eğilimimine girdiğini gösterir. Türkiye'nin doğurganlık hızının 1.48'e inmesi ise nüfusumuzun yaşlanmasının çok hızlandığına işaret ediyor. 1970'lerde Avrupa Birliği ve OECD ülkelerinde doğurganlık hızı 2-3 çocuk civarındayken, Türkiye'nin doğurganlık hızı 5 çocuğun üzerindeydi. 2000'de Türkiye'nin doğurganlık hızı 2.49, OECD ülkelerinin ortalaması 1.83, Avrupa Birliği ortalaması ise 1.44'tü. Bu yıllarda Türkiye çok iyi durumdaydı. Genç nüfusuyla öne çıkıyordu. 2023'te Avrupa Birliği ülkelerinin doğurganlık hızı ortalaması 1.39'a, Türkiye'ninki ise 1.51'e düştü. 2024'te ise doğurganlık hızımız 1.48'e kadar düştü. Türkiye'nin en önemli meselesi nüfustur."

Hocanın paylaşımına elbette hakveriyoruz. Nüfus meselesi mühimdir. Fakat bir şerh düşmeden edemiyoruz. Zira, bizce, her meselenin altındaki mesele, her nedenin altındaki neden, her derdin altındaki dert, 'iman'dır. "Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir." İman zaafiyeti nedeniyle Türkiye, veya gönülleri olsun Türkler, bereketlerini kaybetmişlerdir. Eskiden sürekli harpte-darpte olunduğu halde, maşaallah, bu topraklarda nüfus krizi yaşamamıştır. Böylesi bir durağanlığa uğranılmamıştır. Ancak şimdi, "Yurtta sulh, cihanda sulh!" şartları sağlandığı halde, kimse çocuk sahibi olmak, hatta evlenmek, evlenirse de evli kalmak istememektedir. Nüfus krizi sorunun görünüşlerinden-sonuçlarından birisidir sadece. Asıl mesele Türkiyeli müslümanların eskisi kadar müslüman olamamasıdır.

Jared Diamond'ın "Çöküş: Toplumlar Başarısızlığı ya da Başarıyı Nasıl Seçerler?" isimli eserini yıllar önce okumuştum. Kitapta tarih sahnesinde bir dönem 'çok yüksek medeniyet misalleriyle' varolmuş, sonra 'neredeyse hiç izi kalmayacak şekilde' kaybolmuş, toplumlar inceleniyordu. Sonra da bugünün medeniyetinin ömrünün ne kadara olabileceğine dair çıkarımlar yapılıyordu. İlginç bilgiler vardı. Alıntılarla sizi boğmayayım. Ben, Jared Diamond'ın okumalarında, azaba uğramış kavimlerin kıssalarına benzer şeyler gördüm.

Yani aslında Kur'an-ı Hakîm de, nurlu kıssalarıyla, bize bunu anlatıyordu defaatle. Evet. Hiçkimse "Bir zamanlar biz şöyleydik!" övünmelerine güvenmemeliydi. Bugün ne olduğuna, ne yaptığına, neler yapabileceğine bakmalıydı. Eğer haktan sapılırsa 'dağları oyup sapasağlam evler yapanlar' bile 'korkunç bir sesle' helak edilebilirlerdi. Hatta, yine Kur'an'ın haber verdiği gibi, kendilerine lütfedilen emanete sahip çıkamayanlar da, toplu bir şekilde görevden alınıp yerlerine başkaları getirilebilirdi. Bediüzzaman Hazretlerinin, bu manadaki ayetlerden birisini, İslam'ın sancaktarlığının 'Araplardan Türklere geçmesi bağlamında' değerlendirişi gayet manidardır:

"İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ 'Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetlidirler; Allah yolunda cihad ederler; dil uzatanın kınamasından da korkmazlar. Bu Allah'ın lütfudur ki, dilediğine verir. Allah ise lütuf ve keremi pek geniş olan ve herşeyi hakkıyla bilendir.' (Maide sûresi, 5:54) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız."

Tekrar dikkat buyurunuz lütfen. Bahsin ahirinde musırrane şöyle uyarıyor mürşidim: "(...) âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız." Ben, şimdilerde yaşadığımız nüfus krizinin de, mezkûr hikmetler üzerinden okunabileceğini düşünüyorum. Kabul edelim: Kemalizmin Türkiye'ye yaptığı yüzyıllık kötülükle hesaplaşamadık. Herkes putlarını yıktı. Heykellerini kırdı. Kendi diktatörüne sevdasından vazgeçti. Biz hâlâ vazgeçemedik. Veremediğimiz bu imtihanın bedeli olarak artık geriletiliyoruz.

Ne manada geriletiliyoruz? Sanayi değil. Ekonomi değil. Bunlar aşılır. Aşarız da... İşte, evvela hazır misal, nüfus manasında. Türkiye halklarının nüfusu azalıyor. Engel olamıyoruz. Mecburen, tıpkı aynı sorunu yaşayan Avrupa'nın yaptığı gibi, göçmen alıyoruz. Daha da alacağız. Alacağımız göçmenler illa başka tutumlara sahip olacak. Evet. Ve, ne mutlu, kemalizmin zihnî prangalarıyla bağları kurulamayacak. (En azından hepsinde tutmayacak.) Zira bir kere 'Türkiyeli' değiller. Resmi tarih, milli eğitim vs. endoktrinasyonlarına bizim gibi nesillerdir maruz kalmamışlar. Göçmenler olarak adaptasyon konusundaki dezavantajları ikballeri için avantaja dönüşebilir.

Yani, belki de, hem Hakîm hem Kadîr olan Rabbimiz, hikmeti ve kudretiyle, verdiği emaneti koruyamayan bizleri, bu mübarek topraklardan silecek, yerimize başkalarını getirecek. Ancak ümmet-i Muhammede aleyhissalatuvesselam vaadettiği rahmeti şânıyla hepimizi birden azabına uğratmayacak. Birden ortadan kaldırmayacak. Yavaş yavaş, gıdım gıdım, azala azala biteceğiz. Ve nihayet emanetin asıl sahipleri gelip bizim beceremediklerimizi becerecekler. Kemalizmden kurtulacaklar. Filistin'i kurtaracaklar. Tekrar şu cihanın başına İslam'ın sarığını saracaklar. Bu mutlaka olacak. Ahirzaman rivayetleri bunun mutlaka olacağını bize haber veriyor. Fakat bizimle olup olmayacağını söylemiyor. Eh, eğer kendimize çekidüzen vermezsek, herhalde iş bizimle olmayacaktır. Yine de Hüda'nın rahmetinden dileriz ki, mübarek ceddimiz hürmetine, bizi çöllerde mahvettirmesin. Rüşdümüzü tekrar ilham etsin. Âmin. Âmin. Âmin.

5 Ekim 2025 Pazar

Türkiye'yi 'devekuşu Türkçülüğü'nden kim kurtaracak?

"Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar..."

Hüda müslüman Türkleri aziz eylesin. İslamiyeti onlardan, onları da İslamiyetten, ayırmasın. Din-i Mübîn'e hizmetleri çoktur. Dua ederiz. Teşekkür ederiz. Destekleriz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi 'Dindar bir Türkü fâsık çok ırkdaşımıza tercih ederiz.' Fakat bazı düğümler bu kadarcık kabullerle çözülmüyor ki... Çünkü işin ucu 'kizbe/yalana' varıyor. Ve yine mürşidimiz bize öğretiyor: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Yani öyle yaratmadığı halde 'Öyle yarattı' demektir. Daha başlangıçta bu yüzden kendimize Türk demeyi beğenmeyiz. Zira 'Türk' bir ırk ismidir. Cenab-ı Hak bizi o ırktan yaratmamıştır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz 'kendisini nesebinden başka nesebe atfedeni' kınamıştır. "Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır." Bu tavrımız mübarek Türklere husumetten değildir.

Hikmet-i Hüda öyle eda etmediği halde öyle yapmak asla fıtrî değildir. Şer'î değildir. Hakiki değildir. Nitekim İslam tarihimiz boyunca muazzez büyüklerimiz isimlerinin arkasına el-Arabî, et-Türkî, el-Kürdî gibi takılar yerleştirmekten teberri etmemişlerdir. Milletlerini yalnız İslamiyet bilmekle birlikte kavmiyetlerini reddetmemişlerdir. Bilakis, birbirlerinin kavmiyetlerini tanıyarak, ayette buyrulduğu gibi "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir..." sırrına uygun hareket etmişlerdir. Yani, ne kavmiyeti yabanîliğe kullanmak caizdir, ne de onu reddetmek mümkündür. Evet. Yurdumuzdaki 'Türklük' giysisi, bu İslamî arkaplana boşverdikçe, bedenimize oturmaz olmuştur. Yani, Fransız ulusalcılığının tangocu kadın libası, ümmet-i Muhammed'in hocalarına giydirildikçe, kalıbımızdaki güzellik zedelenmiştir.

Tabiî, biz böyle söyleyince, hemen şu tarz itirazlar yükseliyor: "Türklük bir ırk değildir. Türk aslında 'müslüman' demektir. Kendine Türk demekten çekinen müslümanlıktan çekiniyordur..." Hâşâ! Niye böyle olsun? Neden böyle ittirmeye-çektirmeye mecbur kalalım? Türklük bir ırk manasına gelmiyorsa, tamam, biz de seve seve Türk olalım. Eyvallah. Fakat insafını/aklını yitirmemiş hiçbir muallim diyebilir mi ki: Sözün etimolojisinde ırk yoktur. Hayır. Bunu insafını/aklını yitirmemiş hiçbir Allah'ın kulu diyemez. Bu kelime tarih boyunca ırk manasına kullanılmıştır. Selefimizin dev kütüphanelerini ateşe atıp yandıracak halimiz yok. Beyanları apaçık ortada.

Peki kelimelerin manaları değişmez mi? Değişebilir. Yeterli zamanı-edebiyatı tanırsanız, evet, mümkündür. Ancak Türklüğün artık ırk manasına kullanılmadığını sahiden söyleyebilir miyiz? Serdar Kaya'nın Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği kitabında arzettiği vechile, bu konuda, Türkiye'nin ciddi çelişkileri vardır. Bu çelişkilerden birazına Şener Aktürk Hoca da Türkiye'nin Kimlikleri isimli eserinde dikkat çeker. Türklük şu anda Türkiye'de devekuşu gibi 'ne deve ne kuş' bir pozisyonda sürdürülmektedir. Mesela: Herhangi başka ırkın 'Türkiyeliliği' sözkonusu olduğunda Türklüğün 'Türkiyeli Müslüman' tanımına yaklaştırıldığı olur. Hatta uzun yıllar Türkiye'de yaşamış gayrimüslimlerin de 'artık Türk olduğundan' bahsedilir. Burada Türk daha çok 'Türkiyeli' manasınadır.

Ancak ulus-devlet cenderesinden çıkıldığında 'Türkî Cumhuriyetler' diye bir başlık belirir. Bu başlığın içine Arap, Afgan, Kürt, Afrikalı müslümanlar giremez. Burada 'Türk' demekle kastedilen kesinlikle ırktır. Yani bu devletler aynı ırktan gelenlerin devletleridir. Sonra yüzünüz Batı'ya döndüğünde, bu defa, Avrupa'nın 'Türk' demekle aslında 'müslümanı' imâ ettiği belirtilir. Yani, Avrupalı, birisine 'Türk' diyorsa aslında 'müslüman' demek istemiştir. "O yüzden Türk 'müslüman' demektir." Fakat bu defa okullarımızda okutulan tarih derslerine gider aklımız. Ta Hunlara, asıl adı Mao-Tun olan Mete Han'a, kadar uzandırılan bir tarih müfredatı vardır. Oralarda Türke artık 'müslüman olma şartı' koşulmaz. Şaman, hindu, manici, mecusi, hatta hristiyanlığa mensup olanlar dahi bu dairenin içine girebilir.

O yüzden Macarlar, Bulgarlar, Gagavuzlar vs. 'Hristiyanlaşmış Türkler' olarak aksettirilir. Hülasa: Resmi söylem hep 'bir öyle bir böyle' yapar. Hangi delikte yakalamaya çalışsanız, başka bir delikten başını çıkarıp, 'Naaniik!' çeker. Kimse Türklüğün tam olarak ne olduğunu bilmez. Bilemez. Çünkü Türkçülüğümüz, umdeleri belli bir itikattan çok, nabza göre şerbet bir taktiksellikten ibarettir.

Hülasa: Türkiye şu an neye 'Türk' dediğini kendisi de tam bilmez bir haldedir. Vatandaşlarını Türk olarak tanımlar. Tamam. Ama Türkiyeli olmayan bir Türkü de vatandaşı kabul etmez. "Ne mutlu Türküm diyene!" derken sanki herkesi kucaklayacakmış gibi yapar. Ama "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" dediğinde işi genetiğe döker. Nesillerdir Türkiyeli olan bir Arabı, Kürdü, Çerkezi, Boşnağı, Arnavutu vs. pekâlâ Türk sayabilir. Maşaallah. Ancak iş tarih tedrisatına geldiğinde onları da Türkten bilmemeye başlar. Çünkü Türkler Ortaasya'dan kalkıp göç etmiş bir 'çekik gözlüler' nesebidir. Bozkır çocuklarıdır. Yafes'in evlatlarıdır.

Cumhurreisimiz dahi, cumhurbaşkanlığı forsundaki devletleri temsil eden askerlerin arasından inerken, sağına-soluna Arap, Kürt vs. almamıştır. Temsil edilen devletler sırasıyla şunlardır: Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun, Göktürk, Avar, Hazar, Uygur, Karahan, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harezmşahlar, Altınordu, Timur, Babür ve Osmanlı... Bunların tamamı ırken(!) Türk devletlerdir. Karahanlılardan sonrası müslümanlardır. Eyvallah. Ancak çok büyük sınırlara hükmetmelerine rağmen, Emevîler-Abbasîler vs. yoktur. Memlükler yoktur. Eyyübîler yoktur. Yani burada da devletin Türklüğü gayet be gayet ırkîdir. 'Türkiyeli müslüman' falan gibi değildir.

Resmi söylem kendinden bu ikirciliği kaldıramadığı için tartışmalar da dinmiyor. Üç Tarz-ı Siyaset'teki İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ekolleri, üçü birden, artık tek 'Türk' kelimesinde halledilmeye çalışılıyor. Bazen Türklük İslamcılık anlamına geliyor. Bazen Türklük Osmanlıcılık anlamına geliyor. Bazen de Türklük düpedüz Türkçülük oluyor. 'Ne deve ne kuş' sistemiyle bu gemi yalpalayarak gidiyor. Gönül istiyor ki, yeni anayasada, bu iş artık bir rayına otursun. En azından Türkiyeliler Türkiye'de ne olduklarını çelişkisiz şekilde bilsinler. Hoş, ona da "Türkiyeli değil Türküm!" taifesi mâni olacak gibi, çünkü bunlar Türk olmayı diğer ırklara bahşedilmiş bir lütûf olarak görüyorlar. Ellerinde bir aşı var. En kara zencileri dahi beyaz yapabilen bir aşı. Şırıngayla dolaşıyorlar. Ve bazı zenciler her nedense aşıyı istemiyor. Onlar da şaşırıyorlar: "Neden kabul etmiyorsunuz? Zenciliğin rezilliğinden(!) kurtulup lebaleb şeref beyazlar meclisine katılmak bahşediliyorken neden direniyorsunuz?" Bu üstencilik aynı Batılının Asya'ya-Afrika'ya bakışı gibi... X Man serisinin üçüncü filminde normal insana dönüşmek istemeyen mutantlara insanların bakışı gibi... Kizb bahsinin tamamını alırsak şöyle deniyor:

"Kizb küfrün esasıdır. Kizb nifâkın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzâb ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir..." Her zamanın bir Müseylemesi var. Biz de kendi zamanımızın Müseylemesine çattık. Başımızda sahabe yoktu. Hırpalandık. Başka milletlerin görmediği toplumsal mühendislik çalışmaları gördük. Balyozlarla dövüldük. Süngülerle delindik. Harflerimizi kaybettik. Medreselerimizi-tekkelerimizi kaybettik. Sarığımızı-çarşafımızı kaybettik. Şükür, hamdolsun, ölmedik. Gayrı kemalizmden kurtulmanın vaktidir. Çünkü kemalizm bu millete söylenilen en büyük yalandır. Kezzâb Süfyan'ın ayakizlerine bakarak yürürsek yollar düzelmez. İlla ki reddetmeliyiz arkadaşım.

"(...) Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki: Deniliyor: Devekuşuna demişler, 'Kanatların var, uç.' O da kanatlarını kısıp 'Ben deveyim' demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, 'Madem deveyim diyorsun, yük götür.' O zaman kanatlarını açıvermiş, 'Ben kuşum' demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş..."

Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?

Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...