5 Ağustos 2025 Salı
Allah'ın kudretinin sonsuz olduğunu nereden biliyoruz?
Öncelikle şu inceliğe dikkatinizi çekmek isterim: Yaratılanın sınırlı olması yaratışa gereken kudretin de sınırlı olması gerektiğini söylemez bize. Çünkü yaratılış ölçülebilir birşey değildir. Evet. Mahlukattan olan bizler için dünyada yapageldiğimiz şeylere sarfolunan kuvvetin bir ölçüsü vardır. Fakat bu sarfedişlerden hiçbirisi yaratış değildir. Sadece vesileliktir. Ona verdiğimiz emek ancak duası hükmüne geçer. Yaratılışının asıl sebebi olmaz. Zaten, hâşâ, yaratılışın asıl sebebi emeğimiz olsa o şeyin Rabbi biz olurduk. Öyle değiliz. Hiç öyle değiliz. Zira yaratılış için gerekli olan levazımı karşılıyor değiliz. Biz sadece irademize bırakılmış kısımda küçük bir kisbcikte bulunuyoruz.
Tarlayı ekiyoruz-suluyoruz. Tamam. Fakat mahsûlün yaratılışı bizim tarlaya verdiğimiz emekten çok daha komplike bir iş. Biz bir bitki yaratmıyoruz. Yaratılış sürecinde irademize bırakılmış kısma müsbet manada dahil oluyoruz. Eğer dahil olmasaydık, bu bir menfilik olurdu, yaratılış gerçekleşmeyince sorumluluğu bize aitti. Fakat yaratıldığında yaratılmanın her köşesini/detayını biz karşılamadığımız için onu sahiplenemeyiz. O yüzden varoluşta 'halk/hayır' Allah'a aittir. Eğer o şeyden bir şer vûkû buluyorsa sorunun adresi eksik kisbimizdir.
Yaratmak, hem vücuda gelişin, hem de vücudda kalışın bütün şartlarını karşılamakla mümkün olur. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu galeriden satın alan olamaz. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu üreten fabrika da olamaz. Çünkü bir arabanın varda kalışı kainatın varoluşundan sonuna kadar devam eden bütün yasaların işlemeye devam etmesiyle ilgilidir. İnternette alışveriş yapmakla aldığınız ürünün yaratanı olamazsınız. İnsanın bu âlemdeki eyleyişleri de 'internet tıklaması' mesabesindedir. Fizik, kimya, biyoloji vs. sahalarda kurulmuş, hep de işleyen, bir sistemin devamlılığıyla oluşlar gerçekleşmektedir. O nedenle kendi 'ölçebilirliğimiz' ile 'vücuda gelişi' karıştırmamak gerekir. Biz gerçek manada bir yaratış için ne kadar kuvvet/kudret gerekir bilmiyoruz. Sadece kisbler için gereken kuvveti kendimizce ölçüyoruz.
'Kisb Matematiği' ile yaratılışı ölçmek bu manada doğru sonucu vermeyecektir. Bunu şöyle bir misalle de açmak istiyorum: Beş kiloluk un paketini kaldırmam için gereken kuvveti hesapladığımızı düşünelim. Bu kuvveti ölçebildiğim anda 'daha azlarını' veya 'çoklarını' ölçebilmek için bana bir yol açılır. Yahut da bir arabanın kilometrede tükettiği yakıtı hesaplayabildiğimde bin, onbin, yüzbin vs. kilometreyi hesaplamak artık benim için güç değildir. Fakat, dikkat ederseniz, ben burada hep 'var ile var' arasında kıyaslama yapıyorum. Yani elimde bir 'vücud' var. O vücuda dair hesaplamama yaslanarak ikinci bir vücudun 'Kisb Matematiği'nde gerektirdiği şeyi ölçüyorum. Lakin aynı hesabı 'hiç' ile 'var' arasında yapabiliyor değilim. Yani 'Beş kilo için şu kadarsa on kilo için de bu kadar...' demem mümkün olabiliyor. Fakat "Hiçten vara çıkmak için ne kadar gerekiyor?" sorusuna cevap bulamıyorum. Çünkü hiç ile var arasındaki mesafeyi ölçmem mümkün değil. O mesafe benim için sonsuzluk. Yok ile var arasındaki bu mesafe, yani yaratılış, bir sonsuzluk olduğu için gereken kudret de sonsuz olmalı.
Hatta, bu makamda el-Halık ismi tefekküründen el-Kayyum ismi tefekkürüne bir geçiş yaparsak, şu uyanışı da yaşarız: Belki de hiçin varda kalabilmesi için hep varda tutulması lazımdır? 'Belki de...' dedim, ziyade ettim, öyle olmalıdır. Yani, Allah'ın 'Ol!' dediği şey Onun kudretinden bağımsız bir müstakillik kazanmamaktadır. Biz bir masa yaptığımızda, biz yanında olmasak da, ilgilenmesek de, hatta ölsek de o masa varolmaya devam eder. Ancak Allah herşeyi heran varlıkta tutmasa hiçbirşey varlıkta kalamaz. Yani hiçbirşey Allah'a karşı müstağni değildir. O hepsine karşı müstağnidir. Herşey Onun yaratmasıyla varlığa çıkar ve yaratmaya devam etmesiyle varlıkta kalır. Çünkü hiçbirşey kendisini yokluktan varlığa çıkaracak kuvvete sahip değildir. Temsilde hata olmasın: Varlığın varlığa çıkışı bir projektörden perdeye yansıyan görüntünün varlığı gibidir. Projektör yansıtmayı kestiği anda varlığı hiçliğe gider. el-Kâdir'in kudretiyle bizim ilişkimiz de bunun gibidir. Bizden esmasının, sıfatlarının, şuunatının ilgisini bir kesse anında hiçliğe gideriz. Çünkü zaten o alakayla ancak varlıktayız.
İnşaallah ifade edebilmişimdir. Madde varlığı itibariyle sınırlıdır. Ancak hiçlikten gelişi itibariyle sınırsızdır. Yani hiçlikten varlığa gelişi için gereken kudret matematiğe sığdırılamaz. Hiç ile var arasındaki mesafe hesaplanamaz. Bizi Allah'ın kudretinin, ilminin, iradesinin vs. sonsuzluğu imanına götüren şeylerden birisi de budur. Tabii nasslarımızda da çokça delili vardır. Ben onlara gitmedim. O zamanki muhatabım nasslarla ikna olabilecek birisi değildi. Bana "Aklen bunun izahı var mı?" gibisinden sormuştu. Ben de aşağı-yukarı yukarıda size söylediğim şeyleri kendisine mail olarak yazıp attım. 'Cevabın kendi içinde tutarlı olduğunu' kabul ettiğini söyledi. Sonra irtibatımız olmadı. Bilmiyorum Hüda hidayet lütfetti mi? Doğrusu cevaplar da hidayetin garantisi olamıyor. Allah o nuru ancak seçtiği kalpte yakıyor. Dua edelim de, arkadaşım, el-Hâdi olan Rabbimiz hidayet nurunun tecellisini kalbimizden hiç çekmesin. O parıltılar hiç geçmesin. Âmin.
19 Aralık 2024 Perşembe
Cem Yılmaz'ın arabası sırat köprüsünden geçer mi?
Mürşidim 13. Lem'a'nın 4. İşaret'ine şöyle yüksek bir giriş
yapıyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud
hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet,
ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve
ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa esası sübutîdir ve vücudîdir.
Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin
esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik ademden
geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir,
nefiydir."
İmtihanımızı çetrefilli kılanın da bu olduğunu düşünüyorum.
Evet. Hem şeriatı rahmet kılan da burası. Âlem 'ademî görünen ademîlikler' ile
'vücudî görünen vücudîlikler'den ibaret değil. Bir de 'vücudî görünen
ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' var. Mesela? Mesela: Sadaka.
Sadaka zahirde yokluksal görünüyor. Verdiğin zaman malın azalıyor. Fakat, Hakîm-i
Kerîm, Hadid sûresinde mealiyle buyuruyor: "Sadaka
veren erkekler ve sadaka veren kadınlarla Allah’a güzel bir borç verenlere
harcadıkları şey kat kat fazlasıyla geri ödenir. Üstelik, onlar için bitmez
tükenmez, pek değerli bir mükâfat vardır." Demek ki o ademî değil.
Kabuk ehline ademî görünen bir vücudîliktir. Cihad da böyledir. Oruç da
böyledir. Hatta namaz da böyledir. Aldığından çok daha fazlasını verir.
Diğer tarafta da 'faiz' var. Faiz de zahirde varlıksal görünüyor.
Aldığın zaman malın artıyor. Fakat, Alîm-i Hakîm, Bakara sûresinde yine kısa
bir mealiyle buyuruyor: "Allah, malı
artırdığı sanılan faize bereket vermez ve eksilte eksilte sonunda mahveder.
Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir.
Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez."
Demek ki o da vücudî değil. Yine kabuk ehline vücudî görünen bir ademîliktir.
İşte, Kur'an'la-sünnetle belirlenen şeriat, tam bu noktada gerekliliktir. Zira,
akıl 'vücudî görünen vücudîliği' veya 'ademî görünen ademîliği' tanıyabilse de,
tersi durumlarda perdelerini aşamaz. Bütünün Sahibinin ezel denen manzar-ı
âlâdan haber vermesi gerekir. Haberdar ettiği hakikatler sayısınca Ona
hamdolsun.
O halde 'dalâlet, şer,
musibetler, mâsiyetler ve belâlar...' kabilinden her varsa onun aslında bir
ademîlik bulmalıyız. Bulamayanlara bulup göstermeliyiz. Gösterirsek vücudî
sanmakla aldananların gözleri açılabilir. Başta kör nefsimiz olmak üzere, cümle
nefisler, kem lezzetlerinden vazgeçebilir. Yoksa? Yoksa kurtulmak da yok. Zira
nefis bu dünyada vücudî görünen herşeyi vücudî olarak kabul ediyor. Ademî
görünen herşeyi de ademî sayıyor. Onun gözleri ileri derecede miyoptur. Uzağı
seçemez. Vicdan gibi yapamaz. Öteye bakamaz. O yüzden belki de, Bediüzzaman
Hazretleri, ahirzamanın irşad usûlünü tayin ederken şu hususa dikkat çekiyor: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır
lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve
fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi,
aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir."
Bu çeşit bir cihad her türlü araçla yapılabilir. Romanla olabilir.
Sinemayla olabilir. Tiyatroyla olabilir. Zira böylesi yöntemler zaman
kayıtlarından da kurtarırlar bir ölçüde. Akıbette çekilecekleri günümüze
getirebilirler. Yani hayırda kullanılırlarsa 'rabıta' faydası verebilirler.
Evet. Nefis neticeyi görmeden sezemez. Tatmadan bilemez. Batmadan çıkamaz.
Miyopa resmi yaklaştırmak zorundayız. Onu körlükten kurtarmak ancak
yaklaştırmakla olur.
Hayırlı olan herşeyde bir 'vücudîlik' var. "Mehmed
Ahmed'den daha cömert!" dediğimde bir varlıksallık kastediyorum. "Ahmed
Mehmed'den daha uzun!" dediğimde de kastettiğim yine bir varlıksallık. İki
varlık arasında bir kıyas yaparak kendi 'hayır' tayinimi kurguluyorum. Tayin
ettiğim hayır sahiden 'hayır' mı? Bunu ancak bana Bütünün Sahibi söyleyebilir.
Zira vücudî olanın hakikati de Vacibü'l-Vücud'un razılığına dayanır. Âl-i İmran
sûresinde şöyle denilir: "De ki: Ey
mülkün sahibi olan Allahım! Sen, mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip
alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor ve hakir kılarsın. Bütün hayır
Senin elindedir. Senin herşeye gücün yeter."
Arkadaşım, bütün kainatı bir makine gibi düşün, kendini de o
makinede bir dişli olarak hayal et. Senin dişlin makineyle uyumlu çalışıyorsa,
onunla bir düzen hareketteyse, hareketinde bereket olduğundan bahsedilebilir.
Yoksa eylemlerinde varlıksallık yoktur. Vücudîliklerin hep ademîliktir. Münkir
bu âleme kendi çarkıyla ne katarsa katsın nihayetinde düzenden dışarıya düşer.
Düzenden dışarıya düştüğü için de cezalandırılır. Hem bu dünyada hem ahirette
cezalandırılır. Ahiret cezasını teşhis edememesi nefsinin miyopluğu
nedeniyledir. Öyle ya! Körler uçurumlardan korkmazlar. Niye korksunlar? Görmezler
ki. Derinliğin endişesi miyopluklarında kaybolur. Ancak onlar bastonları
alındığında korkarlar. Ayakları boşa geldiğinde korkarlar. Iraktaki
tehlikelerdense havfları yoktur.
Ankebut sûresine ismini veren ayette de kısa bir mealiyle
buyruluyor ki: "Allah'tan başka veli
edinenlerin hali, örümceğin durumu gibidir. Örümcek de bir yuva yapar; fakat yuvaların
en zayıfı örümceğin yuvasıdır—keşke bilseler!" Hakikaten de örümceğin
ağını uzaktan gördüğünde birşey var sanırsın. Halbuki elini sürdüğün anda sanki
yokolur. Yani 'aslının yokluk olduğunu' fısıldar sana. Sadece sûretten ibaret
olduğunu fısıldar. İşte, arkadaşım, Deccal'in 'cennet sûretindeki cehennemleri'
ve 'cehennem sûretinde cennetleri' de örümcek yuvasına benziyor.
Fitnesi, vücudî görünen ademîlikler üreterek, asıl
vücudîlikleriyse ademî göstererek genişliyor. Bu nedenle bir komedyene hayret
ediliyor da İslam âlimine hayret edilmiyor. Tumturaklı albenisi pek fazla. Her
tarafı sarmış gibi. Çok çok şeyler üretmiş gibi. Lakin yekünü örümceğin yuvası.
Elini sürsen dağılıp gidecek. Çüpçürük ip gibi kopacak. Subhanallah. Örümcek
yuvasının nasıl birşey olduğunu anlatamıyoruz kimseye. Çünkü sinekleştik. Her
eylemsel artığa müşteri olduk. İnsan nefsinin peşine düşüp sinekleştikçe
örümcek yuvası da ona sahileşir. Artık tutar da bırakmaz. Yutar da
hissettirmez. Demek ağı teşhis edebilmek için önce sinekleşmekten kurtulmak
gerek. Her manipülasyona kapılmamak gerek. Her koku için oradan oraya
vızıldamamak gerek. Biraz da bundan belki, mürşidim, 4. İşaret'i şöyle bitiriyor: "İşte,
ey ehl-i iman! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı
tamiriyeniz istiğfardır ve 'Eûzü billâh' demekle Cenab-ı Hakka ilticadır. Ve
kal'anız Sünnet-i Seniyyedir."
Evet. Durması gereken yeri bilen daha az manipüle olur
sahiden. O zaman Hüdamızdan herdaim dileyelim arkadaşım: Ayaklarımızı ehl-i
sünnet dairesinde sabit kılsın. Yerimizi iyi bilirsek, inşaallah,
oramız-buramız daha ayrı ayrı oynamaz. Ayrı ayrı oynadığı yerler azalır en
azından. Arızalar için de 'istiğfar' ederiz. Nihayetinde sadece âdemiz.
Herşeyden evvel ümidimiz Rahman u Rahim Sultanımızın merhametidir. Dilenmekten
asla vazgeçmeyiz. Eh, hikâyemiz ceddimizin hatasıyla/tevbesiyle başladı, ahiri
de elbette böyle bir umuda yaslanacaktır, vesselam.
26 Kasım 2014 Çarşamba
Parçalarda boğulmak 6: Parçanın bütüne aşkı, aşk-ı beka
Demek ki; bizim açımızdan hayrın ve şerrin tayini aslında fayda ve zararın tayini. Onun ardında da varlığın ve yokluğun tayini. Zarar dediğimiz şey zaten yoksunluğun ta kendisi. Neyden yoksun kalıyorsan, zarardasın. Neyin varlığına eriyorsan, kârdasın. Yani biz birşeyin varlığa veya yokluğa hizmetine göre ona hayr veya şer diyoruz. Kur'an'da beyan edilen; 'her hayrın Allah'ın elinde oluşu' hakikatini, Bediüzzaman da yine bu varlıksallık merkezinde anlar. "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur."
Yani bütün şartların biraraya gelişiyle, tabir-i caizse 'uygun adım yürüyüşüyle' meydana gelen şeydir vücud ve hayır. O yüzden Allah'ın elindedir onun varlığı. O kadar şartı, değil uygun adım yürütmek, kuşatabilmek bile insan ilminin/iradesinin dışında kalır. Bir elma için bir kâinatın gerektiği âlemde, sivrisineğin gözü ile güneşin, pirenin midesi ile güneş sisteminin ilgisini görenler, elbette bu varlığın giderek bütünselliğe de yaklaştığını görürler. Yani hayır hem vücudî hem küllîdir. Zaten özünde vücudî olan da bütünselliğe yaklaşandır. "Hayır küllî, şer cüz'idir..." diyen Bediüzzaman bize anlatmak istediği de budur. Varlığı parçalayarak koruyamazsınız. Varlığı bütünlüğü ve bütünün uyumunu koruyarak ayakta tutabilirsiniz. Varlıktan çekilecek herhangi bir taşın, yani şerrin nasıl bir kelebek etkisine sebep olacağını kestiremezsiniz. Şirk, parçalamaktır.
Buraya aşk-ı bekadan geldik, yine ona dönelim. İnsanın varlığını korumaya kuvveleriyle olsun, aşk-ı bekası ile olsun, bu denli savaşması; onu varlık karşısında bir seçim yapmaya zorlar. Bütünsel olanı mı seçecektir, parçalayıcı olanı mı? Vücudî olanı mı seçecektir, ademi olanı mı? Her seçiminde bu soruyu sorar aslında kendine. Ki zaten İslam'ın haram ve helal dediği veyahut maruf ve münker diye bildiğimiz şeyler bunlara verilen diğer adlardır. Tevhid bütünlüğü içinde yaratılan kainatta insan o bütünü parçalamayı mı seçecektir, ki bu onun zararınadır; yoksa bütünü tevhidin hakkını vererek korumayı mı seçecektir, ki bu da onun yararınadır.
Fakat bazen olur ki, şer birşey sûreten vücudî görünür. Mesela faiz gibi. Eğer o günaha girersen malın artacak gibi gelir. Mal artımı da sonuçta bir artımdır ve onda da bir vücud görünmektedir. İşte bu noktada hikmet sana vücuda da küllî bakmayı teklif eder. "Faiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarptığından deliye dönmüş bir adamın kalkışı gibi kalkarlar. Bu durum onların 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı!" buyuran Allah, aslında kısa bakışlarının cezasını vermiştir onlara. O an vücudî görünenle, hep vücudî olanı karıştırmışlardır çünkü. Hep vücudî olan helal olandır. Örneğin: Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde ribanın/faizin nasıl toplumların hercümercine sebep olduğunu, say ve sermaye mücadelesi denilen şeyin aslında bu faizciliğin bir neticesi olarak ortaya çıktığını izah eder. Demek anlık olarak alana kazandırıyor göründüren riba, biraz uzun vadeli ve kapsamlı bakıldığında, aksine, toplumsal huzur açısından kaybettirmektedir.
"Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Zekata gelelim. Zekat da faizle tam zıt bir örneği sunuyor bize. Zahiren malınızı kırka böldüğünüz, birini başkasına verdiğiniz yokluksal/parçalayıcı bir eylemdir zekat. Verdiğiniz zaman malınız eksilir. Fakat Kur'an'da ve sünnette, aksine, zekat da dahil olmak üzere, malını böylesi hayr yolunda kullananların mallarının artacağı söylenir. Bu artımı nasıl anlamalıdır? Hemen o an olacak bir artım mı? Belki 'bereket' türünden o da var. Ama onun ötesinde, yapılan şey varlıksal olduğu için, yani vücuda hizmet ettiği için, o insan kafa gözüyle görmese de toplumda o eylemin varlıksallığı yaşanır. Zekat verilen toplumlarda sınıflar arası çatışma ve gerilimin azalacağı, muhtaçların himayesinin sağlanacağı ve bu sayede yine bütüne bakan huzurda büyük bir kazanımın olacağı ortadadır.
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir."
Hepsinin ötesinde, şimdi, nefis ve vicdan hakkında nicedir düşündüğüm birşeyi paylaşacağım sizinle. Belki daha önce de yazdım hakkında, ama bugün yine yazacağım. Bence nefsi ve vicdanı birbirinden ayıran ikisinin düşünüşlerindeki vadelerdir. Örneğin: Nefs, kısavadeli düşünür ve genelde o an kazandıran onun için varlıksaldır. O yüzden içindeki lezzetin varlıksallığına, kendisine katacağı artıya kanarak günahlara meyletmekten çekinmez. Fakat vicdan, uzunvadeli düşünür ve genelde bütünde kazandıracak olana kârlı gözüyle bakar. O yüzden bugün kazandırmış olan kötü eylemlerin bile sancısı vicdanda durur. Tabir-i caizse, vicdan bilir ki; bu iş bir gün tersine dönecek. Şimdilik varlıksal görünen asıl yüzünü gün gelip gösterecek. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..." bu cümleyi söyleyen akıl ve vicdandır. Dünyevî hayatın devamını nefsin aceleciliği, ahiretin selametini vicdanın uzungörüşlülüğü sağlar.
Daha başka bir açıya taşıyalım meseleyi. Hisler dünyasında da bu parçalı/bütünlü, ademli/vücudlu, şerli/hayırlı ilişkinin aynen sürdüğünü düşünüyorum. Örneğin; parçaya, yani o ana bakan eylem ve hislerimiz genelde bize kaybettirir. Acele şeytandandır. Teenni ise güzel ahlaktandır. Açgözlülük kötü bir histir. Ama kanaat güzel ahlaktandır. İsraf haramdır. Ama iktisad güzel ahlaktandır. Buna sabır, öfke, hırs, hayâ gibi daha birçok şeyi ekleyebilirsiniz. Genelde beklemeyi, daha doğrusu bütünü görmeyi hedefleyen hisler, bizi doğruya götüren hislerdir. Hemen o an harekete zorlayan ve anda boğulmaya meylettiren hisler ise, kötü hislerdir.
Bu ayrımı kalbine müracaat eden herkes yapabilir gibi geliyor bana. Neyse, yazıyı uzattım. Son birkaç cümle: Aşk-ı beka ile başladık, ona dair son noktamızı koyalım. Eğer varlıksal olan hayırlı olansa, elbette âlem-i ahirette varlığımızı arttıran bu dünyada varlığımızı arttırandan daha hayırlıdır. İşte biz hayrı ve şerri böylece içimizdeki aşk-ı beka sayesinde biliyoruz. Bekaya hizmet edeni 'hayrından' tanıyoruz. Vacibü'l-Vücud, Kayyum, Samed ve Bakî olan Allah, elbette hayrın da kaynağıdır. Çünkü varoluşun da kaynağıdır. Ki takva da, amel-i salih de, iman da aslında varlıksallığımız ve bütünle uyumumuzu korumamız içindir. "İman bir intisabdır" diyen Üstadım, bahtiyar olasın, parçanın bütünle bağlanmasını (uygun adım yürümesini) daha güzel ne anlatabilirdi?
Allah'ın kudretinin sonsuz olduğunu nereden biliyoruz?
Vaktiyle sorulmuştu bana: "Kainat ne kadar geniş olursa olsun nihayetinde mahluktur. Yani sınırlıdır. Başlangıcı-sonu vardır. Biz ölçem...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...