madde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
madde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ağustos 2025 Salı

Allah'ın kudretinin sonsuz olduğunu nereden biliyoruz?

Vaktiyle sorulmuştu bana: "Kainat ne kadar geniş olursa olsun nihayetinde mahluktur. Yani sınırlıdır. Başlangıcı-sonu vardır. Biz ölçemesek de 'ölçülebilir bir büyüklüğü' vardır. Sonsuz değildir. 'Sonsuz olmayanı açıklamak için gerekecek kuvvet de sonsuz olmamalı...' diye düşünüyorum. O halde biz Allah'ın kudretinin sonsuzluğu fikrine nereden varıyoruz?" Doğrusu sorusunu duyana kadar üzerine düşündüğüm bir konu değildi. Ben de sual sahibinden iletişim bilgileriyle birlikte zaman istedim. "Üstüne biraz düşüneyim!" dedim. Sağolsun, insaflı birisiydi, müsaade etti. Düşündüm. Hüda Furkan'ında 'uğruna cihad edenlere hidayetiyle yardım edeceğini' vaadediyor. Elhamdülillah. Ben de bir cevaba hidayet edildim. Şimdi o cevabı sizlerle de paylaşmak istiyorum. Belki başkalarına da bir faydası dokunur.

Öncelikle şu inceliğe dikkatinizi çekmek isterim: Yaratılanın sınırlı olması yaratışa gereken kudretin de sınırlı olması gerektiğini söylemez bize. Çünkü yaratılış ölçülebilir birşey değildir. Evet. Mahlukattan olan bizler için dünyada yapageldiğimiz şeylere sarfolunan kuvvetin bir ölçüsü vardır. Fakat bu sarfedişlerden hiçbirisi yaratış değildir. Sadece vesileliktir. Ona verdiğimiz emek ancak duası hükmüne geçer. Yaratılışının asıl sebebi olmaz. Zaten, hâşâ, yaratılışın asıl sebebi emeğimiz olsa o şeyin Rabbi biz olurduk. Öyle değiliz. Hiç öyle değiliz. Zira yaratılış için gerekli olan levazımı karşılıyor değiliz. Biz sadece irademize bırakılmış kısımda küçük bir kisbcikte bulunuyoruz.

Tarlayı ekiyoruz-suluyoruz. Tamam. Fakat mahsûlün yaratılışı bizim tarlaya verdiğimiz emekten çok daha komplike bir iş. Biz bir bitki yaratmıyoruz. Yaratılış sürecinde irademize bırakılmış kısma müsbet manada dahil oluyoruz. Eğer dahil olmasaydık, bu bir menfilik olurdu, yaratılış gerçekleşmeyince sorumluluğu bize aitti. Fakat yaratıldığında yaratılmanın her köşesini/detayını biz karşılamadığımız için onu sahiplenemeyiz. O yüzden varoluşta 'halk/hayır' Allah'a aittir. Eğer o şeyden bir şer vûkû buluyorsa sorunun adresi eksik kisbimizdir.

Yaratmak, hem vücuda gelişin, hem de vücudda kalışın bütün şartlarını karşılamakla mümkün olur. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu galeriden satın alan olamaz. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu üreten fabrika da olamaz. Çünkü bir arabanın varda kalışı kainatın varoluşundan sonuna kadar devam eden bütün yasaların işlemeye devam etmesiyle ilgilidir. İnternette alışveriş yapmakla aldığınız ürünün yaratanı olamazsınız. İnsanın bu âlemdeki eyleyişleri de 'internet tıklaması' mesabesindedir. Fizik, kimya, biyoloji vs. sahalarda kurulmuş, hep de işleyen, bir sistemin devamlılığıyla oluşlar gerçekleşmektedir. O nedenle kendi 'ölçebilirliğimiz' ile 'vücuda gelişi' karıştırmamak gerekir. Biz gerçek manada bir yaratış için ne kadar kuvvet/kudret gerekir bilmiyoruz. Sadece kisbler için gereken kuvveti kendimizce ölçüyoruz.

'Kisb Matematiği' ile yaratılışı ölçmek bu manada doğru sonucu vermeyecektir. Bunu şöyle bir misalle de açmak istiyorum: Beş kiloluk un paketini kaldırmam için gereken kuvveti hesapladığımızı düşünelim. Bu kuvveti ölçebildiğim anda 'daha azlarını' veya 'çoklarını' ölçebilmek için bana bir yol açılır. Yahut da bir arabanın kilometrede tükettiği yakıtı hesaplayabildiğimde bin, onbin, yüzbin vs. kilometreyi hesaplamak artık benim için güç değildir. Fakat, dikkat ederseniz, ben burada hep 'var ile var' arasında kıyaslama yapıyorum. Yani elimde bir 'vücud' var. O vücuda dair hesaplamama yaslanarak ikinci bir vücudun 'Kisb Matematiği'nde gerektirdiği şeyi ölçüyorum. Lakin aynı hesabı 'hiç' ile 'var' arasında yapabiliyor değilim. Yani 'Beş kilo için şu kadarsa on kilo için de bu kadar...' demem mümkün olabiliyor. Fakat "Hiçten vara çıkmak için ne kadar gerekiyor?" sorusuna cevap bulamıyorum. Çünkü hiç ile var arasındaki mesafeyi ölçmem mümkün değil. O mesafe benim için sonsuzluk. Yok ile var arasındaki bu mesafe, yani yaratılış, bir sonsuzluk olduğu için gereken kudret de sonsuz olmalı.

Hatta, bu makamda el-Halık ismi tefekküründen el-Kayyum ismi tefekkürüne bir geçiş yaparsak, şu uyanışı da yaşarız: Belki de hiçin varda kalabilmesi için hep varda tutulması lazımdır? 'Belki de...' dedim, ziyade ettim, öyle olmalıdır. Yani, Allah'ın 'Ol!' dediği şey Onun kudretinden bağımsız bir müstakillik kazanmamaktadır. Biz bir masa yaptığımızda, biz yanında olmasak da, ilgilenmesek de, hatta ölsek de o masa varolmaya devam eder. Ancak Allah herşeyi heran varlıkta tutmasa hiçbirşey varlıkta kalamaz. Yani hiçbirşey Allah'a karşı müstağni değildir. O hepsine karşı müstağnidir. Herşey Onun yaratmasıyla varlığa çıkar ve yaratmaya devam etmesiyle varlıkta kalır. Çünkü hiçbirşey kendisini yokluktan varlığa çıkaracak kuvvete sahip değildir. Temsilde hata olmasın: Varlığın varlığa çıkışı bir projektörden perdeye yansıyan görüntünün varlığı gibidir. Projektör yansıtmayı kestiği anda varlığı hiçliğe gider. el-Kâdir'in kudretiyle bizim ilişkimiz de bunun gibidir. Bizden esmasının, sıfatlarının, şuunatının ilgisini bir kesse anında hiçliğe gideriz. Çünkü zaten o alakayla ancak varlıktayız.

İnşaallah ifade edebilmişimdir. Madde varlığı itibariyle sınırlıdır. Ancak hiçlikten gelişi itibariyle sınırsızdır. Yani hiçlikten varlığa gelişi için gereken kudret matematiğe sığdırılamaz. Hiç ile var arasındaki mesafe hesaplanamaz. Bizi Allah'ın kudretinin, ilminin, iradesinin vs. sonsuzluğu imanına götüren şeylerden birisi de budur. Tabii nasslarımızda da çokça delili vardır. Ben onlara gitmedim. O zamanki muhatabım nasslarla ikna olabilecek birisi değildi. Bana "Aklen bunun izahı var mı?" gibisinden sormuştu. Ben de aşağı-yukarı yukarıda size söylediğim şeyleri kendisine mail olarak yazıp attım. 'Cevabın kendi içinde tutarlı olduğunu' kabul ettiğini söyledi. Sonra irtibatımız olmadı. Bilmiyorum Hüda hidayet lütfetti mi? Doğrusu cevaplar da hidayetin garantisi olamıyor. Allah o nuru ancak seçtiği kalpte yakıyor. Dua edelim de, arkadaşım, el-Hâdi olan Rabbimiz hidayet nurunun tecellisini kalbimizden hiç çekmesin. O parıltılar hiç geçmesin. Âmin.

4 Ağustos 2024 Pazar

Kıyametin ilk alameti kimdir?

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz kıyametin ilk alametidir. Çünkü o ahirzaman peygamberidir. Kendisiyle kıyamet arasındaki yakınlığa mübarek parmaklarıyla işaret buyurmuştur: "Ben, size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim." Mübarek Zâtı öyle olduğu gibi mübarek ümmeti de öyledir. Mübarek ümmeti öyle olduğu gibi mübarek nev'i de böyledir. Evet. İnsanlık da kıyametten önce dünyanın gördüğü son misafirdir. Final bizimle yapılacaktır. Hem biraz da bizden kaynaklanacaktır. Zira mürşidim bir yerde der: "Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir." Demek ibadetimiz kainatın nihayetindeki kemal olduğu gibi isyanımız da felaketinin müessir sebebidir. (Sebep olduğumuz çevresel felaketlere dikkat edenler şu sırrın sırrını hemencecik derkederler.)

Bu hususu bazı inkârcılar lakırdı ediniyorlar arkadaşım. Herşeyin insan için yaratılmış olmasının mümkün olmayacağını, çünkü, varlığının evrenin yaşı karşısında çok az bir vakit kaldığını söylüyorlar. Onlara göre hazırlık dönemi fazlasıyla uzun. Ve insanlığın ömrü övünmek için fazlasıyla kısa. Peh, peh, peh. Lakin ıskaladıkları birşey var: Ehemmiyetin ölçüsü 'hayat sürülen zaman aralığı' olmak zorunda değildir. Nihayetinde biz müslümanlar dehrîyyûndan değiliz. Zamana tapmıyoruz. Zamanı da maddeyi de halkeden tek bir Allah'a iman ediyoruz. Öyleyse değerlilik kıstası olarak 'varlık süresini' kabul etmeye mecbur değiliz. Bize göre birşeyin önemi Allah'ın ona verdiği kıymetle ilgilidir. Allah ona 'daha kıymetli' olduğunu buyurursa bir ân-ı seyyale bütün zamanlardan önemli olabilir. Bir tane birçoğu aşabilir. Nitekim yine kudsî metinlerimizde buyrulmuştur ki: "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır." Ve yine denilmiştir ki: "Bazen, ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibâdet hükmüne geçebilir." Öyleyse, şuraya dikkat, 'fonksiyonu maddeye önceleyen bir itikadımız var' demektir. Evet. Biz, sayıca ne kadar az olursa olsun, insanı dağa-taşa, ota-ağaca, böceğe-sineğe önceleriz. Çünkü onun Rabbin katındaki fonksiyonunu önceleriz. Fonksiyonunu yerine getirdikçe de giderek eşsizleşir. Getirmezse, ne yazık ki, 'herhangi'leşmiş olur.

Biraz da insanın kainatın merkezinde olmasıdır bizi böyle cesaretle konuşturan. Ne yönüyle? Maddesi yönüyle değil. Coğrafyası yönüyle değil. Bilmek yönüyle. Kulluk yönüyle. Hatta hayal yönüyle... Öyle ya, anlamanın merkezinde insan vardır, bunu kâfirler bile kabul eder. Eteğimizdeki şu çeşit incilerin âlemlerde dengi yoktur. İşte bu! Merkeziyetimizi 'varoluşun başından sonuna herşeyin maddeten merkezinde olmayışımızla' gözden düşürmek isteyenlere 'merkeziyetin bu şeklinin zorunluluk olmadığını' ifade ederek karşı koyarız. Biz, Cenab-ı Hakkın mahlukatı yaratmaktaki amacının merkezindeyiz, yoksa maddesinin merkezinde sayılmayabiliriz. (Dünya da coğrafî olarak evrenin merkezinde olmak zorunda değildir.)

Yaratmanın manevî merkezinde olansa yalnız Allah'tır. Herşey Ondan gelir ve Ona döner. Müslümanlar, hâşâ, kendilerini böyle bir yere koymuyor. Müslümanlar kendilerini meyvenin ağacı için oluşturduğu amaç/anlam merkeziyeti gibi bir ölçüyle değerlendiriyorlar. (İnsanlık içinde de insaniyet-i kübra olan İslamiyeti böyle değerlendiriyorlar.) Herşey nihayetinde Necip Fazıl merhumun mısralarına bağlanıyor: "Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi." Süreç tamamlanırken sahneye çıkmamız boşuna değil yani. Aksine süreçler böyle tamamlanırlar zaten. Halkalığın şanında bu vardır. Bu bir sırr-ı kavuşmadır. Başlangıçla son bir olur. Ancak böyle 'son' olur. 

Elbette kainatın bizden başka amaçları da var. Bir kere Rabbü'l-Âlemîn'in nazarında ifade ettiği anlamlar var. Ona aynalığı var. Onu zikredişi var. Ona ibadeti var. Biz, bu şiirin en güzel mısrası olmakla, asla şiiri kendiliğimize hasrettirmedik. Fakat "Şiirin akışı bizi haber veriyor!" dedik. Bunu da Subhaniyet sahibi Şairinin varlığına bir delil saydık. Çünkü o da böyle saydı: "Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi. O suyla size ürünlerden rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah'a denk tutmayın." Âmenna. Şiirin tamamı, evrenin başından sonuna, Onu övüyor, Onu anlatıyor, Onu tesbih ediyor. Hakettiği senayı Ustası olarak önce O seyrediyor, işitiyor, takdir ediyor. Şu manaya değil milyonlar sene, milyarlar sene de olsa yetmez, çünkü sonsuzu sonsuza anlatmaya kelimeler yetmez. O anlamda, evet, biz yokken evren elbette âtıl kalmadı arkadaşım. Kainat fonksiyonunu yine görüyordu. Vazifesi olan ibadetleri yapıyordu. Melekler dönüyordu. Semekler yüzüyordu. Yalnız çorbanın son tuzu eksikti. Gelişimizle kıvamı tamam oldu. Gidişimizle de görevi tamam olacak..

Allah'ın kudretinin sonsuz olduğunu nereden biliyoruz?

Vaktiyle sorulmuştu bana: "Kainat ne kadar geniş olursa olsun nihayetinde mahluktur. Yani sınırlıdır. Başlangıcı-sonu vardır. Biz ölçem...