Monday, January 28, 2013

Hangi daire keyfe kâfi demiştiniz?

Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle-ancak bununla sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yunus sûresi, 58)

Hüznün bizde iki kullanımı var. Birincisinde hüznü değersiz birşey olarak görürken ikincisinde onu önemsiyor ve olmazsa olmazımız olarak görüyoruz. Bu ikircikli dil, aklımızda bir karmaşaya sebep olmasının yanısıra, hayatı yaşarken de dini ne kadar sokabileceğimiz noktasında tereddütlü yaşamamıza neden oluyor. Çünkü fıtraten hepimiz neşeye müheyyayız ve onsuz da bir hayatın yaşanmayacağının farkındayız. Neşe, bu hayatı bizim için yaşanılır kılan şey. Kederse, eğer bir halet-i ruhiye halini almışsa, hastalık belirtisi. Hatta, içinden çıkılmaz bir hal alırsa, intihar habercisi...

Peki, bu ikircikli dil nasıl birşey ve nereden geliyor? Onu konuşalım. Bence bu ikircikli dilin kökeni sahabe mesleğinin tasavvuf mesleğine doğru yaşadığı kırılma ile yakından ilgili. Bu dillerden birincisinde dünya hayatı hüzünlenmeye değmez bir alan olarak eleştirilirken; ikincisinde Allah’a vasıl olamamaktan yaşanacak bir hüzün sürekli övülüyor. Hatta bu meşrepte yazılan eserlerde sahabe efendilerimizin kendi aralarında yaptıkları şakalaşmalar, dünya hayatını nasıl yaşadıklarına dair ‘lezzetle ilintili’ ayrıntılar ötelenirken; mesela ağlamakla, ızdırapla, açlıkla, hüzünle ilgili rivayetler daha çok nakloluyor. Hatta bir noktadan sonra gülmek, gülümsemek bile kınanır bir hal alıyor. Neşe, dindarlığa maniymiş gibi bir algı oluşuyor.

Ben, bu tarz bir rivayet kültürünün, tasavvuffun İslam coğrafyasında hâkim (neredeyse tek) ekol olmasıyla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman’ın Vahdetü’l-Vücut mesleğinin beslendiği kaynakları anlatırken de izah ettiği gibi; Allah’a aşk ile bağlanmanın sonucu, bu vuslat asla tam gerçekleşmediği için, aşkın yıkıcı bir hüzne dönüşmesi oluyor. Ve bu hüznün şiddetlisi, Ondan (celle celaluhu) ayrılmamak için, kişinin kendi varlık algısını bozmasına kadar gidebiliyor. Ondan ayrılmamak arzusu, Ondan ayrı hiçbir şey olmadığına iman etmekle kendisine kurtuluş yolu bulmaya çalışıyor.

Daha alt dairedeyse bu mücadele, çile adı verilen, kişinin kendisine acı çekmeyi öğrettiği; helal bile olsa lezzetli olduğu için çoğu şeyi terkettiği; hatta bazı ekollerde kendisini neşe anlamında hiçleştirdiği bir düzleme kadar devam ediyor.

İşte tam da bu noktada, Barla Lahikası’nın hemen başlarında yer alan Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’deki Dördüncü Sebeb’i çok önemli buluyorum. Sevinmenin caiz, hatta bir emr-i ilâhî olarak zikredildiği bir ayetle başlayan (Yunus sûresi, 58) bu bahis, içerideki izahlarıyla da bu hüzün/neşe bahsinde şeriatın hadd-i vasatını tarif ediyor. Üzerimizde tecelli eden nimet-i ilâhî ile ‘sevinmemenin’ de en az onu kendi adımıza ‘toplayarak sevinmek’ kadar yanlış olduğunu vurgulayan bu kısım; doğru olanın, onları inkâr etmemek, ama kendi adımıza da sahiplenmemekle mümkün olabileceğini söylüyor. Yani sevinmeyi, korkulması gereken birşey olarak değil, doğru uygulanması gereken birşey olarak öğretiyor.

Ancak bu bahsi ve ilgili ayeti anladığınız zaman Bediüzzaman’ın “Helal dairesi keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur” sözünü de idrak edebiliyorsunuz. Yoksa helali kendi ekolünüzün içinde varolan sınırlarla daralttığınız; sevinmeyi, gülümsemeyi, şakalaşmayı aşağıladığınız ve hatta daha pekçok caiz şeye haram muamelesi yaptığınız, kısacası; hiç hakkınız olmadığı halde takvayı dayattığınız bir düzlemde bu sözün de bir geçerliliği olmuyor. Şeriatı ve dindarlığı bir hüzün alanı, dindar insanları ise sürekli ağlayan/ağlamayı dayatan hocalar olarak gören insanlar, bu onlara fıtrî gelmediği için, elbette ondan uzaklaşıyorlar. Ve dindarlığa iştiyakı olup da neşesini silemeyenler de içlerinde hep bir suçluluk duygusu yaşıyorlar. İşte Yunus sûresinin 58. ayeti, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele ile birlikte okununca bana bu dersi de veriyor: Sevin sevinebildiğince, ama Allah’ın lütfu ve rahmetiyle...

No comments:

Post a Comment

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...