Saturday, April 4, 2015

Allah bilmekle değişir mi?

Hak Teala katından çokça rahmetler bağışlasın ona. Esad Coşan Hocaefendi merhum, bir Râmuzu’l-Ehâdis dersinde, “Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır!” hâdisini izah sadedinde diyordu ki: Bazı olur, değil yalnız bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler dahi, bir saatlik tefekkürümüzün neticesinde gerçekleşir. Mesela: Gayrimüslimin biri, düşünüp farketse ki, İslam hak dindir. Ve yüreğinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip daireye girse ardından. Ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir vakitlik tefekkürün neticesidir. Yine bir mü’min, herhangi bir ibadet hakkındaki tefekkürünün neticesinde, ‘devamlı olma’ kararına varsa, daha sonra yapacağı bu türden ibadetlerin tamamı o saatin meyvesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da elbette yine bu sadeddendir. Hepsinin kararı tefekkürlerinde alınır.)

Birşeyi bilmek, hem daha iyi bilmek, onu değiştirmek olmasa da ‘dünyandaki bilinişini değiştirmek’ manasına geldiğinden ve bu bilgi değişikliği aynı zamanda seni de değiştirdiğinden, öğrenmek ‘kendini değiştirmek’ anlamına gelebilir. (Çünkü kendini değiştirmek nihayetinde şeyler hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmektir. Şeylerden bağımsız bir değişim yoktur. İnsan âlemiyle birlikte değişir. Değiştiği de yine âlemindeki karşılıklarından anlaşılır.) İşte bu yönüyle diyebiliriz ki: Tefekkür bir değiştiricidir. ‘Kendiliği’ değiştirmenin bir yoludur. Bir taleptir. Duadır. Evet. Bilmek ister istemez ‘etkilenmek’tir. İnsanın dışındaki/içindeki (âfâktaki/enfüsteki) dünyaya dair eriştiği her bilgi, bir şekilde ondan etkilenmesiyle, yani farketmesiyle, şahitliğiyle mümkün olur. Farketmediği şeyin bilgisinden değişmez insan. Şahit olmadığını ıskalar. Bu kadar girizgâhın üzerine artık şunu da ekleyebiliriz arkadaşım: Âdemoğlu tefekkür etmekle Subhaniyet, Ezeliyet, Ebediyet sahibi olan Allah’ı (hâşâ) değiştirmez. O eksiklerin/sınırlıların şânı olan değişmekten münezzehtir. Değişmek noksaniyetin getirisidir. Noksanlık ilahlıkla bir olmaz. Noksanlık mahlukata yakışır. Taallümle tekemmül bizim mesaimizdir. Yani ‘daha önce öyle bilmeyen’ aynasını değiştirebilir insan.

Allah’ı farklı farklı isimleriyle, sıfatlarıyla, şenleriyle, yönleriyle tanımak; o tanıyışın mübarek uyandırıcılığı daha önce bizde bulunmadığından ötürü; değil ‘Rabbü’l-Âlemîn’ olan Allah’ı, belki ‘Benim Rabbim’ diye bildiğin Allah’ı kendi dünyamda değiştirmektir. Çünkü ‘Benim Rabbim’ ancak bildiğim/ulaşabildiğim bir marifetle ‘Rabbim’dir. Bilişimin sınırları marifetimi de sınırlar. Aynanın yaraları yansıttığını da yaralar. Rabbü’l-Âlemîn kusursuzdur. ‘Benim Rabbim’se, (hâşâ) Rabbimden dolayı değil, ama cahilliğimden ötürü kusurlanabilir. Arkadaşım, izahlarımın Zât-ı Subhanî’nin ‘varlığı/yaratışı’ ekseninde değil, ‘farkedilişi/bilinişi’ mahiyetinde şekillendiğini sanırım yeterince açıkladım. Kuvvetle altını yeniden çizmek istiyorum. Hem mürşidim bu sadedde dediği birşeyi de hatırlatmak arzuluyorum. Çünkü o benden güzel söylüyor: “İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: (...) ‘Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.’ Hem der: ‘Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.’ Çünkü kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.”

Tefekkür işte bu yönüyle ‘değiştirici’dir arkadaşım. Allah’ın kalpteki marifetini arttırmak, dolayısıyla o kalbi değiştirmek, dolayısıyla dünyamdaki herşeyin anlamını da zenginleştirmektir. Âlemden âleme geçmektir. Bu pencere değiştirme, mesela ‘Vahid olan Allah’ın marifetinden ‘Ehad olan Allah’ın marifetine geçme, ister istemez kişiye yeni bir pozisyon alma meyli verir. Zikredilen manzara değil nazar değişikliğidir. Gösterilenin değil görünenin değişimi. Marifet ahlakı bu çekiçle şekillendirir. Ahlak marifetle gelen dönüşüme ilelebed direnemez. (Alışkanlık sûnî bir fıtrattır. Direnen inad değil alışkanlıktır. Terkedemediği sevdası değil pişmanlığıdır. Pişmanlıksa tevbeye yakındır. Hatta hadisin ifadesiyle dahildir.) Evet, ne mutlu, hepimizin kalbi Esmaü’l-Hüsna önünde günebakanlar gibi duruyor. Şems-i Sermedimiz hidayetiyle ışıldıyor. Elhamdülillah. Bağışı ne yandan gelirse yüzümüzü o yana çeviriyoruz. Ne kadar pencere bulsak o kadar seviniyoruz. Ne kadar bilsek o kadar yeşeriyoruz. Peygamberlerin istiğfarları da ancak makamlarındaki yükselişle açıklanıyor:

“O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcât birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.”

Hz. Hızır ve Hz. Musa efendilerimin (Allah’ın selamı ikisinin de üzerine olsun) Kur’an’da geçen kıssasını hatırlayalım: Hz. Hızır, Hz. Musa’ya nasıl itiraz etmişti: “İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?” Buradaki içyüz/ilm-i ledün hatırlatması, bize, ahlakın (özelde sabır ahlakının) içyüzü bilme çabasıyla (yani tefekkürle) ne denli ilgili olduğunu da hatırlatmıyor mudur? Yani, tabir-i caizse, “Aslında ne olduğunu/hikmeti bilirsen ancak sabredebilirsin!” diyor bize Hz. Hızır âdeta.

Fakat, nefes alalım, burada bir parantez daha açmaya ihtiyacım var:

Allahu’l-a’lem, ilm-i ledün, bir ‘bütüne bakış’ refleksidir. Parçadan bütüne, tecelliden şuunata, görünenden gayba bir tevekkül ahlakıdır. Zaten Muhakemat’ta ‘Hayır küllîdir’ denilmiştir. Demek hayır daha bütüncül bakışlara kendini gösteren birşeydir. Bizim kısacık marifetimizi Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın marifetinin yanında toz zerresi kılan da budur. (O şecere-i hilkatin bütününü görmüştür.) Detaylar, her detay nazarı/dikkati bir parçalamak olduğundan, bazen hayrı şer gibi gösterebilir bize. Hayrın görülmediği her yerde kaçılması gereken yer bütündür. Bütünün sahibidir. Şer cüzîdir. Yalnız saçının ıslaklığına bakan yağmura kızabilir. İlm-i ledün belki burada zamana yayılmış bir hikmet/amaç külliyetini de kasteder. Varlığın içyüzü de zamana yayılmış bütünlüğüdür. O bütünlükte gözükendir. “Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir.”

Ki, Hz. Hızır da, yaptıklarının hikmetini ‘zamanın bütüncüllüğüne bakınca anlaşılacak’ nedenlerle açıklar. (Yine biliyoruz ki, dünyada yarım kalmış gibi görünen pekçok şeyin devamı/cevabı, ahirettedir.) Bu hususta ‘istiaze’ de yeniden tefekkür edilebilir. Yani Allah’a sığınmak da, arızası aşılamayan parçadan bütüne kaçmaktır aslında. Parçalayıcının (İblis’in) şerrinden bütünün sahibine (Allah’a) sığınmak! (Başka bütün şerlerden/şerirlerden yine öyle.) İblis’in ‘insana secde edenler bütünlüğü’nden de kopan bir parça olduğunu hatırlamak yerinde olur şimdi. Bir diğer açıdan, o, Allah’a itaatsizliğin ilk parçasıdır. Bütünden koptuğu gibi koparmayı da görev bilmiştir.

Parantezi kapatalım. Tefekkür ve ahlak arasındaki bağıntıyı bize aslında Fatiha sûresi de söylüyor. İlk üç ayette ‘Rabbü’l-Âlemin, Rahman ve Rahim, Hesap gününün sahibi’ olarak tanıdığın Allah karşısında, bu marifetin bir karşılığı olarak, yeni bir duruş sergilemeye kendini mecbur biliyorsun. İşte o zaman dördüncü ayet devreye giriyor arkadaşım. Kısa manası ile şöyle: “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” Yani, Fatiha’da, yukarıdan aşağıya biraz şu da hissediliyor sanki: “Allah böyle, böyle, böyle ise; ben de artık şöyle, şöyle, şöyle olmalıyım. Öyle bir Allah’ın kulu böyle olmalıdır. Öyle bir manzaraya karşı benim konumum böyle değişmelidir. Evet. Onun marifetinde yeni bir aşamaya geldim, etkilendim, bu beni de değişmeye zorlar.”

Tıpkı günebakan misalinde olduğu gibi: Marifet güneşin dünyanda ifade ettiği konumu etkiliyor. Sen de o yeni marifete göre yeni bir ahlak seçiyorsun. Elhamdülillah. Hadiste vurgulanan ‘bir saatlik tefekkürün’ ifade ettiği ibadet kıymeti, yani ‘bir senelik ibadet’ kıymeti, zaten o ibadetin motor gücü tefekkür olduğundan ayrıca anlamlı. Bizde işaret ettiği sırsa pek büyük. Allah’ı ne kadar bilirsen o kadar ahlakını değiştirirsin. İbadetin de zaten ahlakının bir parçasıdır. Ve yine Kur’an, Fatır sûresinde, son sözü söylüyor bize: “Kulları arasından ancak âlimler hakkıyla Allah’tan korkar.”

No comments:

Post a Comment

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...