Showing posts with label Ömer. Show all posts
Showing posts with label Ömer. Show all posts

Saturday, March 1, 2014

Herkesin talihi Ömer...

Metin Karabaşoğlu abi güzel bir bereket tarifi yaptı geçenlerde. Kaldığı kadarıyla aklımda, nakledeyim: "İki veya daha fazla şey biraraya geldiğinde, 'onların üstünde' veya 'onlardan zengin/başka' birşeyin yaratılması..." Peygamber sofrası gibi mesela. Konulanla kaldırılan eşit değil. Kâf-Nûn fabrikası: Kâf geliyor, Nûn çıkıyor. Kâf geliyor, ama Nûn çıkıyor. Allah; bazı, çok şeyden birşey, bazı da birşeyden çok şey yaratıyor. Fakat halıkıyeti nasıl tezahür ederse etsin; sonuç, sebepten üst oluyor.

Şimdi, bereket nedir, bir nebze bilmiş gibiyim. 'Tekrar' ile 'tefekkürü' birbirinden ayırmış gibiyim. Bana öyle geliyor ki; tefekkür, bilme'nin bereketidir. Azımızı çok kılan, yeni bilgiler/yorumlar üretmemizi sağlayandır. Farzet ki; Efendimiz aleyhissalatu vesselamın ol mübarek ağız suyudur. Onu, hangi 'done' kuyusuna bıraksak, o done olduğu gibi kalmaz, hareketlenir. Belki de bu nedenle bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten evladır. Zira içinde, az'ı çok kılan bereket vardır.

Bereket, müzakere ile daha şiddetleniyor. Seferde aç kalmış bir ordu gibi. Herkes yanında getirdiği azı(ğı) koyuyor ortaya. İsm-i Hakîm penceresinden bakmakla veyahut kuvve-i akliyenin kutbu Resulullahın (Ene Risalesi'nde 'kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi...' denilerek, nübüvvet akla bağlanmaz mı?) ism-i şerifini yâd edip salavat getirmekle; fikrî sünneti olan tefekküre niyet etmekle belki; tıpkı dua buyurduğu hurmalar gibi artıyor bilgimiz. Herkes bıraktığından fazlasıyla dönüyor.

Mucizeleri, Asr-ı Saadette yaşanmış bitmiş, bir daha olmaz şeyler zannetme. İşte tefekkür ve işte Allah Resulünün ümmetine emanet ettiği azları çok kılan bereketi. Bu arada, yıllar önce İhsan Kasım Salihî abiden dinlediğin; "Risale-i Nur mesleğinde tefekkür, tezekkürden öncedir..." sözünün de bir yanını anlamış oldun. Azı çok kılma sırrının peşinde koşmak, elbette aynı azı tekrar etmekten efdaldir. Belki de bu yüzden bizzat Üstadın ifadesiyle Nur yolu: "Acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür..."

Aynı mecliste şöyle de birşey anlattı Metin abi: "Ben" dedi, "seminere gittiğim yerlerde kendim de birşeyler öğrenmiyorsam, o semineri—kendi adıma—eksik görüyorum. Sırr-ı bereket hasıl olmamış gibi geliyor bana. Müzakereli ortamları daha çok seviyorum."

Dersin ardından bunları kafamda çevirirken, nedense aklıma Bakara sûresindeki o ayet geldi. Hani kâfirlerin 'marifete bakışını' ve 'ona kapalılığını' anlatan: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır." İlginçtir, bundan birkaç ayet önce iman edenleri de şöyle tarif ediyordu vahiy: "Onlar, gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler."

Hatırlarsınız, o zaman 'gayba iman edenler'i biraz tefekkür etmiş ve insanın gıyabında birşeyler olduğunu kabul etmesi, yani dünyaya öğrenecek şeyleri olduğunu düşünerek ve bunun açlığını çekerek bakması ile anlamaya çalışmıştık. ("Son'u Olmayan Yol, Yolların En Güzeli" yazısı.) Burada da sanki iman edenlerin/takva sahiplerinin zıttı olarak tam tersi modelde bir insan profili tarif ediliyordu: Yani kalpleri ve kulakları mühürlü ve gözleri perdeli.

Peki mühür neden vurulur? Zarflara mühür vurulur bazen. Metnin, muhatap dışında bir başkası tarafından açılmasını, okunmasını veya ilaveler yapılmasını engellemek için. Bazen de kapılara mühür vurulur ki, giren/çıkan olmasın diye. Yani genelde mühür, tasarrufa engeldir. "Belgelere de mühür vuruyoruz, hangi makama ait olduğu anlaşılsın diye" diyeceksin. Evet, öylesi de var. Fakat o bile aslında evrakın üzerinde başkası kalem oynatmasın diye alınan bir önlemdir.

Benim 'bereket' bahsiyle birlikte düşününce anladığım; küfrün ilk adımı, yeni birşey öğrenmeye kapalılıkla/mühürlenmeyle başlıyor. Bir nevi bilgi (veya bilmediğini bilmeyen bilgisizlik) kibri. Bu kibir, dışarıdan gelen bilgiyi de malumun üstünde saymamakla etkiliyor. Yani gaybın reddi. Kafandakinin mutlak doğru olduğunu düşünüyorsan, dışarıdan gelen bilgiyi de elbette ona göre evriltiyorsun. Üstüne birşey koymuyorsun, aynıyı tekrar ediyorsun. Hatta kafandaki 'aynıya' karşılık gelmiyorsa, o bilgiyi reddediyorsun. Kameri bölünürken görsen, haşa, "Muhammed'in sihri göklere tesir etti!" diyorsun.

Bu noktada kafirin yaptığı, eşyayı örtmek değil aslında. Kendi idrakini örtüyor kafir. Kalbinin mühürlenmesi, kulaklarının mühürlenmesi, gözüne perde asılması aslında üstü örtülenin o olduğunu gösteriyor. Küfür 'örtmek' demek değil mi? Demek kafir, dışarıyı örten değil, kendini dışarıya örtendir. Eşya örtülemez zaten. "Gözünü kapayan kendine gece yapar."

Hakîm-i Alîm adeta bu ayetle bize küfrün sorununu gösteriyor ve şöyle diyor: "Sizin söyledikleriniz onlara fayda etmiyorsa, bu ürettiğiniz marifetteki sorundan kaynaklanmayabilir. Bazen muhatap öyle kapalı olur ki, fikir onda bereket bulmaz. Yeni şeylere kapalı olmak, bereketsizlik vesilesidir. Eğer öyle birileriyle muhatapsanız, değişmemeleri 'Ben yanlış yolda mıyım?' düşüncesine kaptırmasın sizi. Algı, bilgiyi yönetir. Ve sorun onların algılarındadır."

İşte iki Ömer'i, yani Amr bin Hişam ile Ömer bin Hattab'ı (r.a.) birbirinden ayıran sır. Cesaret değil, zeka değil, asalet değil. Bu fark, gaybında birşeyler olacağına iman etme. Kız kardeşine; "Ne okuyordunuz?" diye sorabilme iradesi. Yani bilmediğin birşeyler olabileceği fikrine açık olma.

İşte bu sır, cahiliyenin Ebu'l-Hikem'ini, saadette Ebu Cehil'e çeviriyor. Ömer bin Hattab'ından da bir Ömerü'l-Faruk (r.a.) ortaya çıkarıyor. Bu yüzden Fethi Gemuhluoğlu gibi yap arkadaşım. O dememiş mi: "Herkese bir Hz. Ömer talihi tanıyın..." diye. Bence de tanımak lazım. Yeni bilgilere açık mı, değil mi, bir bakmak lazım. Açlığı olmayanla ne müzakere edeceksin! Yorgunluğunu arttırır ancak. Bu arada, ayetin sonunda zikredilen azabın nedenini anlayabildin mi? Yanlışına 'yanlış' diyemeyen, başta şeytan olmak üzere, tüm inatçıların çektiklerine ve sonsuza kadar çekeceklerine bak, anlarsın. Ki bence asl-ı azap da budur: Yanlışına 'yanlış' diyememek.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...