Showing posts with label Ali Şeriatî. Show all posts
Showing posts with label Ali Şeriatî. Show all posts

Sunday, February 22, 2015

Fazla NLP itikadı bozar mı hocam?

“Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara ‘İnsanlar size karşı toplandı, onlardan korkun!’ dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: ‘Bize Allah yeter, ne güzel vekildir O.’“ Âl-i İmran sûresi, 173.

Mü’minin varlık algısı ister istemez iyimserdir. Ayrıca bir gerekçe gerekmez. Allah’ın marifetinden gelen bir sezgi; yani esma, sıfat ve şuunat bilgisi; o marifet içindeki muhabbetullah; Yaradanın güzelliğinden gelen güzel düşünüş; algısını iyimser kılar. Ali Şeriatî’nin İslam Bilim’de söylediği gibi: Tevhid sadece kulun Allah’a bakışını değil eşyaya bakışını da etkiler. Bütün âlemlerin aynı Rabbü’l-Âlemîn’in tasarrufunda olduğuna iman edenler için âlemlerden hiçbirisi artık düşman olamaz. Çünkü varlık, aynı kudret elinden çıkmış olmaları hasebiyle, çatışık ve çelişik olamaz.

Şirkin bölünmüş teolojisiyse çatışmaya ve çelişmeye müsaade eder. “Hayat bir cidaldir!” mottosunun itikadında şirk barındıran coğrafyalardan çıkması şaşırtmaz bu yönüyle. Evet. Enbiya sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi:“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu.” Doğrudur. İlah sayısının birden fazla olduğunu sanrıladığınız bir âlemde sonsuzların sınır kavgası kaçınılmazdır. Ha, âlemde hakikati yoktur bunun, ama müşriğin varlık tasavvurunda vardır.

“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer.”

Dikkat ederseniz: Bediüzzaman’ın ‘cesaret’ ve ‘iman’ arasında kurduğu ilgi bir ‘bastırış’ değil. Hayır. Korkunun vesilesi olan şeyleri ‘doğru şekilde anlamlandırmaktan’ kaynaklanan bir içhuzur şeklindedir o. Eski Said döneminde de bunu ‘tren ve çocuk’ misaliyle şöyle izah eder:

“Bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. ‘Bana rastgelenlerin vay haline!’ dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’ (...) Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!”

23. Söz’ün 2. Nokta’sında ise bu analizi geleceği-geçmişi de içine alacak şekilde daha geniş uygular: “İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı muzır birer canavar hükmünde bildirir...”

Acılar nasıl açıklanmalıdır o zaman peki? el-Cevap: “Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Yani varlık bizim onu anlamlandırışımıza göre anlam kazanan nötr bir durumda görülmemelidir. Allah varlığı esmasının, sıfatlarının ve şuunatının gereği olarak ‘hayır’ üzere yaratmıştır. Bizim suistimalimiz onu ‘bizim adımıza’ şer yapar. Hatta bunun rayihası külliyatın her yerine öylesine sinmiştir ki: ‘Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak’ pek fena bir memlekete düşmez. Ya? ‘Nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ Yani memleketin fenalığı kendisinden değildir. Nazardandır. Yani bakıştaki arızadandır.

Peki ben bütün bunları neden yazdım? Çünkü bakış açımızdaki sorunların zamanla itikadı da etkileyen bir yanı olduğunu düşünüyorum. Varlığı algılayış şeklimizin kalbimizde yakılacak nurla bir ilişkisi var. Yahut da şöyle söyleyelim: Kalbimizde yanan nurun, duvarımızda asılı Mushaf’ın, dilimizdeki kelime-i şahadetin bizden istediği bir ‘nazar’ var.

Bir de ahirzamanın dayattığı bir vehmî açı var. Haklılığı kuvvette bilen, varlığı düşman olarak gören, hayatı mücadeleden ibaret sayan, hedefini menfaat düşünen, muvaffakiyeti takvayla değil kazançla ölçen bir nazar bu. Bir nümunesine de meşhur bir ‘NLP Uzmanı’nın twitinde gördüm. Şöyle diyordu: “Gelecek düşmanınızdır! Çabalayıp dostunuz yapamazsanız sizi kölesi yapar!” Doğrusu buna katılmak mümkün mü? Gelecek, tıpkı biz gibi Allah’ın bir mahluku olarak, düşmanımız olabilir mi? Varlık böylesi bir çelişkiye müsait mi? Bu tevhide uyumlu bir düşünce mi?

İşte payımıza düşen bireysel tecdid arkadaşım: Yüzümüzün kapitalizmin kurguladığı başarı formüllerine değil sünnete dönük olması lazım. Çünkü kainat seküler düşünceye göre yaratılmadı. Allah geleceğimizi düşmanımız kılmadı. Çabalayıp küfürle, gafletle, fıskla onu kendimize düşman etmezsek hep dostumuz olacaktır. Mü’min varlığa böyle bakmalıdır. Saadeti buradan gelir. Bu nedenle kadere suizan da barındıran mezkûr sözün itikadî anlamda iyi çağrışımlar içermediğini düşünüyorum.

NLP gibi tastamam dünyevî bilgi alanlarının böylesi aforizmalar ardından itikadımıza yönelik saldırılar yapmasına karşı uyanık olmamız gerektiği kanaatindeyim. Evet. Ebubekir Sifil Hoca’nın da İslam ve Modern Çağ kitabında dediği gibi: “Dikkat edilecek nokta: Kitap okurken bilincimizi teyakkuz halinde bulundurmak, kimden sadır olursa olsun ve ne şekilde takdim edilirse edilsin, itikadî sahaya taalluk eden ‘aykırı’ görüşleri eleyecek zihin duruluğunu elde etmek...” Asıl meselemiz budur. Buna sahip olduğumuzda gündemimize sokulanları tahlil edebilme yeteneği de kazanacağız. Demek ki: İtikadımız kalbimize girecekler için seçici geçirgen bir hücre zarı mesabesindedir. Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın. Âmin.

Thursday, March 13, 2014

Kast, şirkin kardeşidir

İman, hayatın neresindedir? İman, hayatın her yerindedir. Nasıl inandığınız, nasıl yaşadığınızla (siz farketmeseniz bile) yakından ilintilidir. 32 farz ekseninde düşünmeyin bunu. Bakış açınız bile imanınızın ellerindedir. Ali Şeriatî, İslam Bilim isimli eserinde (Nehir Yayınları, 1992) arzettiğim şeyi 'dünya görüşü' ve 'dünya bilgisi' ikilisiyle açıklar. Ona göre fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler 'dünya bilgisi' içerirler sadece. Bakış açısı/hikmet vermezler. Ama 'İslam' ve özünde 'tevhid' bir bakış açısıdır. (İdeolojiler de öyle.) Onları kuşandığınız zaman her neye bakarsanız bakın, nazarınıza göre şekil alır. Zaten 'dünya bilgisi' dahi 'dünya görüşüne' bağlı ilerler. Dünya görüşü tevhid olan bir dinle şirk kokan bir teolojinin bilime, topluma, hayata bakışı farklıdır. Bu farklılık, bilim ilerledikçe veya toplum incelendikçe ortaya çıkar:

"Ama ben tevhidi, bir 'dünya görüşü' olarak anlıyorum ve İslam'ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum. Aynı biçimde, şirke de aynı açıdan bakıyorum. Şu anlam da şirk de bir dünya görüşüdür: Dünyanın ayrılıklar, çelişkiler, uyumsuz kutuplar taşıyan, birbirine uymayan devinimler, ayrı ayrı ve bağıntısız özler, eğilimler, hesaplar, ilkeler, hedefler ve iradelerle dolu düzensiz bir dizge olarak algılanmasıdır. Tevhid, dünyayı bir imparatorluk olarak görür, şirkse bir feodalizm olarak..."

Ali Şeriatî, bu 'dünya görüşlerinin' sosyolojik düzlemde bireylerin toplum algısını nasıl etkilediğini ise şöyle izah eder:

"Tehvidî altyapının dünyada çelişki ve ayrılığı kabul edemeyeceğini söylemiştim. (...) Çünkü tevhid, varlığa birlik gözüyle bakmak demektir. Fizik ile fizikötesi, (...) siyaset ile din, takva ile yükümlülük, efendi ile raiyet, (...) Arap ile Acem (...) sermayedar ile proleter (...) vs. arasındaki çelişkide olduğu gibi şirk dünya görüşüyle, yani ikicilik (iki parça görmek), teslis (üç parça görmek) ve çok parça görmekle uyumludur; tek parça görmek demek olan tevhidle değil. Bu yüzden 'şirk dünya görüşü' toplumsal, sosyal ve sınıfsal şirkin altyapısını oluşturmuştur hep."

Hakikaten de dikkat ettiğinizde farkedersiniz ki; teolojisinde şirk olan toplumların sosyolojileri de çok farklı sınıflara, hiyerarşik yapılanmalara, üstlere ve altlara ayrılmış durumdadır. (Günümüzde putperestliğin en hâkim olduğu coğrafyalardan birisi olan Hindistan'da, hâlâ kast sisteminin işliyor oluşu, buna delil sayılabilir.) Yani, tabir-i caizse, teolojik seviyede bir kast varsa, sosyolojik zeminde de bir kast sistemi vardır.

Hatta cahiliye dönemi şirk teolojisindeki çok ilahlılık, toplumsal zeminde de üstün soylar/daha aşağı soylar ayrımının doğmasına sebep olmuştur. Belki bu noktada ehl-i küfrü, şirkten dönmekte en çok zorlayan, sahte ilahların terki değil; onlarla birlikte bu ırksal/sınıfsal üstünlüğün de terkediliyor oluşudur. Hatta Kur'an ayetlerinde de ehl-i şirkin saldırgan söylemi, hak dini, 'aşağı insanların tâbi olduğu şey' olarak tanımlamak ve tezyif etmeye çalışmak şeklindedir:

"Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.'" (Hûd, 27) "Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" (Mü'minûn, 47)

Tevhid ve şirk arasında sosyolojik düzlemdeki bu bakış farklılığına Bediüzzaman da Ali Şeriatî'ye yakın bir düzlemde şöyle dikkat çeker:

"İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, 'velediyet' fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. 'Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah'tan başka rab edindiler.' (Tevbe, 31) âyetine mâsadak olmuşlar.

Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar."

Görüldüğü gibi burada Bediüzzaman, tevhid akidesinin 'üstünlük veya seçginlik' algısını nasıl kırdığını ifade ediyor. Ancak şirk içeren dinlerde teolojik alanda bu üst/alt ilişkisi reddedilmediği için (Hıristiyanlık düzeyinde baba-oğul-kutsal ruh hiyerarşisi mesela) toplumsal düzeyde de ikinci bir hiyerarşi varolabiliyor. Teolojik düzeydeki sapma, toplumsal zeminde de yerleşebiliyor. Bu yüzden şirk içeren dinlerde milliyetçiliğin veya bireysel kibirlerin yükselmesi garip karşılanmıyor. Çünkü şirk, zaten bir üstünlük algısının oluşmasına kurgulu.

Bunun İslam içre örnekleri de yok değil. Türk-İslam veya Arap-İslam veya Acem-İslam anlayışları, ister istemez, diğer milletleri kendi altında ve kendisine tâbi, en güzel İslam'ı da kendi İslam'ı olarak düşleyerek çıkıyor yola. Ve kurgusunun devamı, İslam'ın bugün ulaştığı bütün zirvelerin biraz da kendisi (milleti) sayesinde olduğunun altını çizmesiyle son buluyor. Fakat bu noktada, dikkat: İslam itikadına göre Vacibü'l-Vücud, yani olmazsa olmaz olan yalnız Allah'tır. Geri kalansa sadece sebeptir. Böyle şeyleri savunanlar, aslında kendilerini sadece sebep olarak görmediklerini ortaya koyuyorlar. Biraz daha fazlası olduklarını düşünüyorlar. Şirk kokulu ifadeleri bir sürü...

Bunun daha küçük boyutu, grupsal asabiyetler ölçüsünde. Mesela bir cemaat, dünyaya baharı getirecek olanın sadece kendileri olduğunu iddia etmekle, grubunu sebepten daha öte, yani bir olmazsa olmaz olarak düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu yüzden kendisine yapılan eleştirileri de normal insan-insan, toplum-toplum eleştirisi olarak değil; alt sınıf-üst sınıf eleştirisi gibi algılıyor ve tepkisi de ona göre şiddetli oluyor. Böylelerinin kendi cemaatinin veya grubunun asabiyetini terketmesi de zor oluyor. Çünkü o asabiyete aslında kendi üstünlüklerini de yüklemiş oluyorlar. "Ben üstünüm!" diyemiyorlar da "Biz üstünüz!" diyorlar.

"Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer..."

Benim böyle grupsal yapılanmalarda en çok dikkatimi çeken içlerinde yine bir kast sisteminin, bir hiyerarşinin olmasıdır. Lider tektir ve bellidir. Sonra onun altında yine kastın gerektirdiği şekilde yerleşmiş isimler (abiler, ablalar, dailer, dervişler, imamlar, reisler vs.) bulunur. Bu sistem ta en alt seviyeye kadar herkesin yerini belirler.

Bir grubun içinde eğer böyle bir hiyerarşi varsa, bilin ki; teolojisinde de mutlaka bir sapma vardır. (Dünyevî işleri kastetmiyorum. Dünyevî olanın hayata bakış açısına da dönüşmesini kastediyorum.) Böylelerde altın, üstü sorgulaması da güçtür. Yukarıdan gelenler, geldiği noktanın hiyerarşideki yerine göre giderek kutsallaşır. Söyledikleri alt kesimi bağlar. Herkesin bir makam sahibi olduğu böyle yapılanmalarda, o makamın verdiği enaniyeti terk edip "Hepimiz eşit-kardeşiz!" diye haykırmak zordur. Ümmet bilincinde birleşmek bu yapılarda güçleşir. Çünkü ümmet, bu 'tasavvur üstünlüklerin' tanınmadığı/kaybedildiği bir alandır.

Bu noktada, bana, Bakara sûresinin 21. ayeti de manidar gelir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvaya erişesiniz." Acaba Cenab-ı Hak neden burada takva için uygun zemini 'siz ve sizden öncekileri yaratan Rabbe kulluk etmeye' bağlamıştır? Hatta biraz daha sorgulama alanımızı küçültürsek, Rab neden 'sizi ve sizden öncekileri yaratan' olarak anmıştır kendisini burada? Bununla takva arasında ne bağlantı vardır?

İşte ayette Cenab-ı Hakkın kendisini böyle tarif edişinin ve Onun bu yönüne iman etmemizi istemesindeki saklı hikmetin yukarıda bahsettiğim şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Birey, topluluk veya sınıf... Tasavvufî, ırksal veya coğrafi aidiyetler... Bunların tamamında insan 'kendisinden sonrası' için 'benim sayemde' şerhi düşebilir. Ve yapılanların onun grubu, cemaati, ırkı, coğrafyası sayesinde başarıldığını mütekebbirane söyleyebilir. Fakat kendisinden önceki dönem için ne yapar? Kendisinden (veya kendi grubundan) öncesi için böyle iddialı sözler söyleyebilir mi? Mesela bir cemaati düşünelim ki, ömrü otuz sene olsun. Otuz senedir varolan bir cemaat, 1400 yıllık bir mirasın tek sahibi olarak kendini görebilir mi? "Olmasaydık, olmazdı!" diyebilir mi?

Bence; geçmişe dönük okumalar, insanın kibrini en şiddetli şekilde sarsan şeyler. Bakıyorsun ki; dünya için o kadar da önemli değilsin. Yani Allah, sen yokken de herşeyi gayet güzel idare etmiş ve belki senin varlığınla birşey de katılmamış onlara. Sıradansın yani. Bildiğin sıradansın. Olmazsa olmaz değilsin Allah için. Olmazsa olmaz, Vacibü'l-Vücud olan yalnız O (c.c.). Onu böyle tanıyınca; yani senden bağımsız, senin varlığın Ona bağımlı olarak bilince Onu (sırr-ı Kayyumiyet), bu sefer ister istemez kibirden uzaklaşıyorsun. "Şimdiye kadar bu düzeni devam ettiren Allah, elbette benim gitmemle de bu düzeni devam ettirir; benim bende sandıklarım aslında Onundur!" diyorsun.

Ve ancak bu telakki ile insan takvasını koruyor. Çünkü takva ehli olmak için, insanın kendisini önemsememesi, gurura kapılmaması gerek. Bunu "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." ayeti çerçevesinde söylüyorum. Ona bakan yüzün dışında, önemsizsin. Senden öncekiler ve senden sonrakiler arasında bir nesnesin sadece. Kanaatimce; onların terkiyle, yani hamdedilecek şeylerin Allah'a bırakılmasıyla insan soyunuk kalıyor ve o zaman üşümemek için üstüne takvasını alıyor. İşte benim 'sizi ve sizden öncekileri...' bahsinden birazcık anladığım bu arkadaşım. Senin fikrini de dinlemek isterim.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...