Showing posts with label Allah. Show all posts
Showing posts with label Allah. Show all posts

Thursday, September 3, 2015

Renkler de kitaba dahil

Bunu bana bir yaprak hatırlattı arkadaşım. Hayattan ölüme renkten renge bürünen bir yaprak. Yeşilden sarıya, sarıdan kahverengiye, kahverengiden toprağa. Renklerin öğreticiliği... Unutamam. Hintçe bir ilahînin (Kûnfeyekûn) ilk cümlesiydi. Şöyle diyordu Allah'a: "Ey boyacı! Ey boyacı!" Öyle kalbime dokundu ki! Seslenen benmişim gibi geldi. Öyle demekle kastettiğinin Allah olduğunu hemen anladım. Tıpkı bir sevenin sevdiğinden bahsedildiğinde anlaması gibi. Dedim içimden: "Bu Malikimden (c.c.) bahsediyor." Yanlış hatırlamıyorsam yazılışı şöyleydi kelimenin: 'Rangrezâr.' Sonra, bu farkedişin/çağrışımın sırrını da çözdüm Bakara sûresindeki bir ayet ile. Hani ne güzel buyuruyor: "Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak Ona kulluk ederiz."

Demek ki; Kur'an, kavmi/lisanı ne olursa olsun, müslümanlar arasında ortak bir dil inşa ediyor. Sadece kelimelerin benzerliği itibariyle değil, bir müslümanın öyle demekle neyi kastettiğini farketmek noktasında da bir ünsiyet oluşuyor aranızda. Neşet Ertaş merhumun 'gönülden gönüle bir yol' dediği şey. Bir aşinalık. Bir ruh/kalp benzerliği. Çağrışım kardeşliği. Bu çok güzel birşey. Kardeşlik de ancak böyle bir zeminin varlığında 'bahsedilebilir' oluyor. Çünkü ancak 'gönlü kardeş olunca' muhatabın 'neyi kastettiğini' anlayabiliyor insan. Gönüller konuşmadıktan sonra lisanlar bile harbediyor.

Bazı gönül ehli 'kuşdili' diyorlar buna. Dilinden değil halinden anlamak. Hz. Süleyman'ın (a.s.) kuşdili bilmesini böyle tevil ediyorlar. "Hz. Süleyman gönül dilini bilirdi. Lisana ihtiyacı yoktu." Derviş Yunus da öyle demiyor mu: "Süleyman kuş dilin bilir dediler./Süleyman var Süleyman'dan içeri." Bu düşünce bizim türkülerimize de bir ölçüde sirayet etmiştir. Hani vardır: "Vay dili dili, kuş dili dili, Mevlam kulu, sevdim seni." Türkü bahsi açıldı. Başka bir ezgiyi hatırlattı. Erkan Oğur, Yüzün Gördüm Dedim'de ne diyordu? Hatırlayalım: "Biz Allah'ın boyasıyla boyanmışız. Allah'tan daha güzel boyası olan kim?"

Bakıyorum. Şaşırıyorum. Hayran oluyorum. Allah'ın birbirine yakıştıramayacağı renk yok gibi geliyor. Hani diyorlar ya bazen "Şu renk bu renge, bu renk şu renge uymaz!" Peh! Öyle birşey yok bence. (Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Bir zerrenin bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir.") O tastamam modacıların haltetmesi. Allah dilerse, hepsini birbirine uyduruyor, hepsini güpgüzel yakıştırıyor, hepsine 'maşaallah' dedirtiyor. En biraraya gelmez renklerin ve tonların, ancak Onun şanı olan bir kompozisyonla, birbiriyle pekala uyuştuğuna şahit oluyorsunuz varlığa bakınca. Hem "Rûm sûresinde farketmeye çağrıldığımız biraz da bu sanki..." diyorsunuz: "Onun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için dersler vardır."

Bir ders alıyorsunuz Allah'ın birbirine yakıştırdığı renklerin güzelliğine bakarken. Yakışmaz sandıklarınızı yakışmış görürken. Boyacının büyüklüğüne şahit oluyorsunuz. Size birşeyler anlattıklarını farkediyorsunuz. Hikmetini bilmek barışmaktır. Barışıyorsunuz onlarla. Ki o insanı da renk renk, lisan lisan, fıtrat fıtrat yaratmadı mı? Hepimizi bir dünyaya yakıştırmadı mı? Renklerimizi bu hayata yakıştırmayan bizleriz. Birbirimizin renklerini beğenmeyen bizleriz. İçimizdeki renklerle savaşan bizleriz. Mürşidimden bir alıntıyla bitireyim en nihayet: "Bak, şu semâvâtın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et. Göreceksin ki, herbiri üstünde Şems-i Ezelînin taklit kabul etmez turraları vardır." Yani arkadaşım demem o ki: Renklerinle barış. Çünkü yalnızca 'harfler' değil 'renkler' de kitaba dahil.

Wednesday, September 2, 2015

Kalbin mehre alışsın

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik!' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût sûresi, 2)

Şunu farkettim arkadaşım: Yol, onu bir kere seçtikten sonra, sahibini kendisine mecbur eder. Şartlarını dayatır. Yani 'gitmek istediğin yere' veya 'görmek istediğin şeye' göre katlanman gereken kuralları olur. Kurallarından vazgeçersen yoldan da vazgeçersin. Dağa tırmanmanın mehri yorgunluktur. Suda yürümenin bedeli ıslaklıktır. Bulutların duvağını yükselerek açarsın. Denizlerin tenine alçalarak dokunursun. Yol aslında nedir peki? Yol bir tür bedeldir. Menzilin bedelidir. Varmanın kaporasıdır. Hatta duasıdır.

Manzara denilen en mukavemetsiz şey bile seyrinize kendisini bedelsiz bırakmıyor. Emek istiyor. Gayret istiyor. Dikkat istiyor. Hatta en güzel manzaraların bedeli en zor yollar. 'Gidilmez' denilen yerlere gittikçe, 'Çıkılmaz' denilen yerlere çıktıkça, 'Varılmaz' denilen tepelere vardıkça alıyorsunuz ücretinizi. Ayaklarınız yola bir nevi 'yüz görümlüğü' takıyor. Hem dağcılık da ancak buradan bakınca anlaşılabilecek bir sevdadır. Başka gözlerin aşinası olmadığı harikalara varabilmek için dağcı bir bedel öder. Bizden daha fazlasını ödemeye hazırdır her zaman. Daha azimlidir. Daha cüretkârdır. Daha sebatkârdır. Allah sebatında sabredenleri muvaffak eder.

Sadece zaman/zahmet olarak değil hem de. Ümit ve korku olarak da bedel ödemeye hazırdır. Dağcının yaşadığı kazalar, salgıladığı adrenalin, döktüğü ter, gösterdiği dikkat, aldığı tedbir, mahrum kaldığı rahatlık ve serbestlik... Bunların tamamı 'şahidi olunacak manzaranın' bedelidir. Çıkacağı makamın istediğidir. Ve artık, dağcı, maksadına ulaşmıştır.

Gözleri 'gözlerimizin asla şahit olmadığı' bir dünyaya şahit olmuştur. Dünyamızın 'daha yukarısından' ve 'daha çoğuna' bakmıştır. 'Kalb-i beşere hutur etmeyen' şeylere dokunmuştur. Mürşidimin tabiriyle 'hiç ender hiç' iken 'bütün mevcudatı umumen' elde etmiştir. Biz, yani aşağıdakiler, ancak onun çektiği fotoğraflarla ve hayalimizle yetiniriz şahitliğini anlayabilmek için. Neden? Ödenmesi gereken bedelden kaçıyoruz çünkü. Mehrini vermediğimiz manzara da bize duvağını açmıyor.

Tasviri çok mu uzattım arkadaşım? Doğrudur. Tamam. Sadede geleyim: Ben bu kadar şeyi sana neden anlattım? Anlattım, çünkü dağcı, manzara ve yol arasındaki ilişki benim takvayı da anlamamı sağlıyor. Kur'an buyuruyor: "Akıbet takva sahiplerinindir!" Bu ayet-i kerime bana dağcının zirveye ulaştığı anı hatırlatıyor. Takva manzarası güzel bir yola ödenmesi gereken dikkat bedelidir. Düşünsene! Allah'ın rızasını istiyorsun. Cennet istiyorsun. Hem bu dünyada hem ahirette selamet istiyorsun.

Nasıl bedelsiz elde edeceksin? Öyle kıymetli şeyleri bedelsiz verirler mi? Öyleyse dikkat edeceksin. Az şey istemiyorsun. Arzunda ciddi isen bedeli 'dikkat' olacak. Bazen de çile çekeceksin tıpkı dağcının çektiği gibi. Herkesin evinde oturup rahatça televizyon izlediği zamanlarda sen yolla boğuşacaksın. Oruç tutacaksın mesela. Aç kalacaksın. Günde beş vakit namazın olacak. Talim yapacaksın. En sıcak vakitlerde bile örtüneceksin. Tenin zararlardan korunacak. Dilin, en öfkeli anlarında bile, bir sınırı geçemeyecek. Duracak. Ne kadar albenili dursalar da günahkâr eğlencelerden uzak kalacaksın. Küçük görme. Bakarsan ciddi bedeller bunlar. Düzlükte yaşanacak bir hayattan vazgeçiyorsun sen.

Birşeye niyet ettin çünkü. Bir manzaraya talip oldun. Aşağılar yetmez göründü sana. Sonsuzluğa talip oldun. Az şey değil. Hiç az şey değil. Zerresin ama Şems-i Sermed'i istiyorsun artık. Hiç ender hiçsin ama bütün mevcudatı umumen istiyorsun. 'Bedelini sevmek' başka şey amma, sormadan edemiyorum arkadaşım, nasıl 'bedel ödememeyi' beklersin? Nasıl zahmetlerden alınır, Allah'a gönül koyarsın, nazlanırsın? Talip olan sensin. Bu dünyayla yetinemeyen sensin. Allahsız bir hayatın boşluğundan yakınan sensin. Fanilikten usanan sensin. Sevdiklerini kaybetmekten yanan sensin.

Nasıl bütün bunlardan kaçmak için girdiğin bir yoldan yakınırsın? Kendin diledin onu oysa. Böyleyken halimiz, Bediüzzaman'ın, Mevlana Celaleddin-i Rûmî'den (Allah ikisinin de şefaatine nail eylesin bizi) alıntıladığı gibi değil midir? Hani o 'Kalubela gününü' pek güzel tasvir eder ve der: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Bela/Evet' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." Evet arkadaşım. O halkaya katılmadan dağı tırmanamazsın. Tek başına dağcılık olmaz. İz lazım. Tecrübe lazım. Dost lazım. Sonra Derviş Yunus'un (k.s.) tarif ettiği gibi olur halimiz: "Göçtü kervan, kaldık dağlar başında..."

Monday, August 24, 2015

Kadere iman, imanın kemalidir...

"Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu: Kader, akaid-i imaniyeye (hatta altı şartının içine) girecek kadar neden önemli? Bu soruyu bugünlerde zihnimde daha çok evirip çeviriyorum. Zira, nübüvvet anlayışlarındaki sorunlarıyla bu ümmetin 'ehl-i kitabı' olmak noktasında hızla ilerleyen Kur'an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla daha sık karşılaşmaya başladım.

Bugün de twitter'da bu taifenin rüzgarına kapılmış bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. (Yoksa 'tartıştık' mı demeliyim?) Ve şu sonuca vardım bu müzakerenin/münakaşanın nihayetinde: Kadere imanın 'nasıl bir Allah'a iman ettiğiniz' konusuyla büyük bir ilgisi var. Yani, kadere imanın akaid içine girmesi, değil niceliği, inandığınız Allah'ın niteliği (esma, sıfat ve şuunatı) adına yorumlarda bulunurken kendini ele veren bir öneme sahip. Ve kadere iman, 'esmaya iman'la da yoğun şekilde irtibatlı bu yönüyle. O esmanın temsil ettiği mananın sınırları, sizin kadere iman edip etmeyişinize göre genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor.

Nicelik ve nitelik kelimelerini özellikle kullandım. Çünkü meseleyi fehminize yaklaştırırken işime yarayacaklar. Şöyle ki: Zâhire baktığınızda, 'nicelik' bakımından Kur'an müslümanlarının sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı, yani Kur'an'da geçen terminolojiyi (o terminoloji tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah'a Allah ve vahid ve ehad ve ekber diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde; yani zâhirden bâtına, nicelikten niteliğe doğru indiğinizde; aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Örneğin: Alîm ismi üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur'an'da da geçen ve karşılık olarak (özetle) 'herşeyi bilen' dediğimiz bu ismin, onların dünyasında pek de 'herşeyi bilen' karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize kadere imanda yaşadıkları sorunlar söyletiyor. Bu taifenin, 'Allah'ın olup olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi' olarak iman ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı biraz kazıldığında, 'Allah'ın herşeyi bilip bilmediği' şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar.

Yani 'nicelik' olarak onların inandıkları esma ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat 'niteliğine' indiğinizde işin rengi belli oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. Alîm olan Allah, onlara vardığınızda, 'herşeyi bilen Allah' olmayabiliyor. Bazılarını sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış, onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü ederlerse, Allah'ın Alîm ismine sizin gibi inanmak zorundalar.) Bunun Allah'ın Allah'lığına nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah'ın bilmesi, insanın seçmesine engel olmuyor. Allah'ın bilmesi, Allah'ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar açık ve basit inanmak isteyen için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Sünnet ehli için çok kolay birşey, ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Bilmekle zorlamak arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla Allah'ın 'bilmesi' ve 'kudretiyle yaratması' arasındaki farkı anlayamadıklarını görüyorsunuz. Hatta onlar, Allah'ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi, yani yine zamana ait bir tanımlama. Zamandışılık değil. Allah'ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah'ın herşey başlamadan önce oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman'ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah'ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Zaten Allah'ın Allah olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa, bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti yara almaz mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır.) Ve buna ilaveten, eğer Allah'ın olacaklardan haberi yoksa, yaratışı nasıl mümkün olmaktadır? Yaratan başkası mıdır ki, Allah yarattığını yarattıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman'ın "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." derken dikkatimizi çektiği şey bu: Yapanın bilmesi gerek. Bilmeden yaratamaz. Evrenin nizamı, bu yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur'an da defaatle bunu söyler. Kadere iman da en zirve noktasında bu 'biliş'e iman etmektir. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah, elbette yarattığının ne olacağının, nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa, Yaratıcının ne yaratacağını bilmeden yarattığını söylemek gerekir ki; bu Allah'ın yaratışı adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga diğer esmaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir.

Allah'ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur'an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. Gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Gelecekteki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya! Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur'an'ı da tıpkı Mütekellim olan Allah'ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. Bir kafese de Kur'an'ı kapatırsınız. Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah'ın Allah'lığı ne kadar kalır?

Halbuki Rûm sûresindeki, sûreye ismini veren ayet (ve sebeb-i nüzûlü) bile kadere iman etmeye yeterlidir. "Rûmlar galip gelecektir..." Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir zannını mı sokmuştur? Yoksa ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler. Zaten bu Kur'an müslümanlığı taifesinin ihbar-ı gaybî türünden hadisler ve ayetlerle ayrıca takık olmaları, bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini bozmasındandır. Gelecekten haber veren bir Allah'ın ve onun izniyle haberdar olan bir Resulün varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacaktır? Sorunlar, sorunlar... Kur'an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman, imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah'a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: "Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık..." (Kamer sûresi, 49)

Tuesday, July 14, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 6: Allah'a 'aklına sığdığı kadar' inanmak...

Bir önceki yazımda Kur'an müslümanlığı denen sapkınlıkla Haricilik arasında kurduğum benzerlik, her açıdan tutan bir benzerlik değil. Sadece geçmişte "Aramızda yalnız Kur'an hükmetsin!" diyen ve hakem olayından dolayı sahabeyi tekfir ettikleri için onlardan gelen hadislere de itimat etmeyen bir zümre olduklarından andım onları. Ve İmam Ali (r.a.) bu fitneyi Kur'an'ın tevili konusunda çok tehlikeli bir sapkınlık olarak gördüğünden onlarla cihad ediyor. (İdare edelim. Onlar da bizim kardeşimizdir. Ne güzel, onlar da Kur'an'a yoğunlaşıyorlar. Hoşgörülü olalım... falan demiyor yani.) Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bu konuya değinirken, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, yaşayacağı bu durumu (ihbar-ı gaybî nevinden) İmam Ali'ye haber verdiğini naklediyor. Naklettiği hadis şöyle: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın."

Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür'etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur'an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur'an'ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.

Mustafa Akyol'un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur'an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; "Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor..." tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. "Gerçekten olabilir mi?" diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; "Gerçekten olmuş mu?" sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi "Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır..." tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.

Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din... Yani 'uydurulmuş din' aslında onlarda. Çünkü Batı'dan gelen 'doğruluk kıstaslarına' uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman'ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell'ın 1984'teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk... En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan'a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.

Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, 'olmasını istedikleri' din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: "Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar..." Bunlar da kafalarında 'doğru'ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler... Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.

Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur'an'ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur'an'ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah'ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur'an'a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi 'göre'ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat'ten naklen): "... Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, 'Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim' demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi 'Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım' dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır."

Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; "İslam akıl dinidir!" demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" Kur'anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah'tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah'ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; "Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!" demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah'ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.

Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl'ında Bediüzzaman'ın dediği gibi; "İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar." Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang'den sarhoş olmuş, Kuantum'dan fotonlarını şaşırmış, CERN'den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. "Aklınızı başınıza alın!" diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama...

Saturday, April 4, 2015

Allah bilmekle değişir mi?

Hak Teala katından çokça rahmetler bağışlasın ona. Esad Coşan Hocaefendi merhum, bir Râmuzu’l-Ehâdis dersinde, “Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır!” hâdisini izah sadedinde diyordu ki: Bazı olur, değil yalnız bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler dahi, bir saatlik tefekkürümüzün neticesinde gerçekleşir. Mesela: Gayrimüslimin biri, düşünüp farketse ki, İslam hak dindir. Ve yüreğinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip daireye girse ardından. Ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir vakitlik tefekkürün neticesidir. Yine bir mü’min, herhangi bir ibadet hakkındaki tefekkürünün neticesinde, ‘devamlı olma’ kararına varsa, daha sonra yapacağı bu türden ibadetlerin tamamı o saatin meyvesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da elbette yine bu sadeddendir. Hepsinin kararı tefekkürlerinde alınır.)

Birşeyi bilmek, hem daha iyi bilmek, onu değiştirmek olmasa da ‘dünyandaki bilinişini değiştirmek’ manasına geldiğinden ve bu bilgi değişikliği aynı zamanda seni de değiştirdiğinden, öğrenmek ‘kendini değiştirmek’ anlamına gelebilir. (Çünkü kendini değiştirmek nihayetinde şeyler hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmektir. Şeylerden bağımsız bir değişim yoktur. İnsan âlemiyle birlikte değişir. Değiştiği de yine âlemindeki karşılıklarından anlaşılır.) İşte bu yönüyle diyebiliriz ki: Tefekkür bir değiştiricidir. ‘Kendiliği’ değiştirmenin bir yoludur. Bir taleptir. Duadır. Evet. Bilmek ister istemez ‘etkilenmek’tir. İnsanın dışındaki/içindeki (âfâktaki/enfüsteki) dünyaya dair eriştiği her bilgi, bir şekilde ondan etkilenmesiyle, yani farketmesiyle, şahitliğiyle mümkün olur. Farketmediği şeyin bilgisinden değişmez insan. Şahit olmadığını ıskalar. Bu kadar girizgâhın üzerine artık şunu da ekleyebiliriz arkadaşım: Âdemoğlu tefekkür etmekle Subhaniyet, Ezeliyet, Ebediyet sahibi olan Allah’ı (hâşâ) değiştirmez. O eksiklerin/sınırlıların şânı olan değişmekten münezzehtir. Değişmek noksaniyetin getirisidir. Noksanlık ilahlıkla bir olmaz. Noksanlık mahlukata yakışır. Taallümle tekemmül bizim mesaimizdir. Yani ‘daha önce öyle bilmeyen’ aynasını değiştirebilir insan.

Allah’ı farklı farklı isimleriyle, sıfatlarıyla, şenleriyle, yönleriyle tanımak; o tanıyışın mübarek uyandırıcılığı daha önce bizde bulunmadığından ötürü; değil ‘Rabbü’l-Âlemîn’ olan Allah’ı, belki ‘Benim Rabbim’ diye bildiğin Allah’ı kendi dünyamda değiştirmektir. Çünkü ‘Benim Rabbim’ ancak bildiğim/ulaşabildiğim bir marifetle ‘Rabbim’dir. Bilişimin sınırları marifetimi de sınırlar. Aynanın yaraları yansıttığını da yaralar. Rabbü’l-Âlemîn kusursuzdur. ‘Benim Rabbim’se, (hâşâ) Rabbimden dolayı değil, ama cahilliğimden ötürü kusurlanabilir. Arkadaşım, izahlarımın Zât-ı Subhanî’nin ‘varlığı/yaratışı’ ekseninde değil, ‘farkedilişi/bilinişi’ mahiyetinde şekillendiğini sanırım yeterince açıkladım. Kuvvetle altını yeniden çizmek istiyorum. Hem mürşidim bu sadedde dediği birşeyi de hatırlatmak arzuluyorum. Çünkü o benden güzel söylüyor: “İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: (...) ‘Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.’ Hem der: ‘Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.’ Demiyor, ‘Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.’ Çünkü kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.”

Tefekkür işte bu yönüyle ‘değiştirici’dir arkadaşım. Allah’ın kalpteki marifetini arttırmak, dolayısıyla o kalbi değiştirmek, dolayısıyla dünyamdaki herşeyin anlamını da zenginleştirmektir. Âlemden âleme geçmektir. Bu pencere değiştirme, mesela ‘Vahid olan Allah’ın marifetinden ‘Ehad olan Allah’ın marifetine geçme, ister istemez kişiye yeni bir pozisyon alma meyli verir. Zikredilen manzara değil nazar değişikliğidir. Gösterilenin değil görünenin değişimi. Marifet ahlakı bu çekiçle şekillendirir. Ahlak marifetle gelen dönüşüme ilelebed direnemez. (Alışkanlık sûnî bir fıtrattır. Direnen inad değil alışkanlıktır. Terkedemediği sevdası değil pişmanlığıdır. Pişmanlıksa tevbeye yakındır. Hatta hadisin ifadesiyle dahildir.) Evet, ne mutlu, hepimizin kalbi Esmaü’l-Hüsna önünde günebakanlar gibi duruyor. Şems-i Sermedimiz hidayetiyle ışıldıyor. Elhamdülillah. Bağışı ne yandan gelirse yüzümüzü o yana çeviriyoruz. Ne kadar pencere bulsak o kadar seviniyoruz. Ne kadar bilsek o kadar yeşeriyoruz. Peygamberlerin istiğfarları da ancak makamlarındaki yükselişle açıklanıyor:

“O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcât birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.”

Hz. Hızır ve Hz. Musa efendilerimin (Allah’ın selamı ikisinin de üzerine olsun) Kur’an’da geçen kıssasını hatırlayalım: Hz. Hızır, Hz. Musa’ya nasıl itiraz etmişti: “İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?” Buradaki içyüz/ilm-i ledün hatırlatması, bize, ahlakın (özelde sabır ahlakının) içyüzü bilme çabasıyla (yani tefekkürle) ne denli ilgili olduğunu da hatırlatmıyor mudur? Yani, tabir-i caizse, “Aslında ne olduğunu/hikmeti bilirsen ancak sabredebilirsin!” diyor bize Hz. Hızır âdeta.

Fakat, nefes alalım, burada bir parantez daha açmaya ihtiyacım var:

Allahu’l-a’lem, ilm-i ledün, bir ‘bütüne bakış’ refleksidir. Parçadan bütüne, tecelliden şuunata, görünenden gayba bir tevekkül ahlakıdır. Zaten Muhakemat’ta ‘Hayır küllîdir’ denilmiştir. Demek hayır daha bütüncül bakışlara kendini gösteren birşeydir. Bizim kısacık marifetimizi Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın marifetinin yanında toz zerresi kılan da budur. (O şecere-i hilkatin bütününü görmüştür.) Detaylar, her detay nazarı/dikkati bir parçalamak olduğundan, bazen hayrı şer gibi gösterebilir bize. Hayrın görülmediği her yerde kaçılması gereken yer bütündür. Bütünün sahibidir. Şer cüzîdir. Yalnız saçının ıslaklığına bakan yağmura kızabilir. İlm-i ledün belki burada zamana yayılmış bir hikmet/amaç külliyetini de kasteder. Varlığın içyüzü de zamana yayılmış bütünlüğüdür. O bütünlükte gözükendir. “Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir.”

Ki, Hz. Hızır da, yaptıklarının hikmetini ‘zamanın bütüncüllüğüne bakınca anlaşılacak’ nedenlerle açıklar. (Yine biliyoruz ki, dünyada yarım kalmış gibi görünen pekçok şeyin devamı/cevabı, ahirettedir.) Bu hususta ‘istiaze’ de yeniden tefekkür edilebilir. Yani Allah’a sığınmak da, arızası aşılamayan parçadan bütüne kaçmaktır aslında. Parçalayıcının (İblis’in) şerrinden bütünün sahibine (Allah’a) sığınmak! (Başka bütün şerlerden/şerirlerden yine öyle.) İblis’in ‘insana secde edenler bütünlüğü’nden de kopan bir parça olduğunu hatırlamak yerinde olur şimdi. Bir diğer açıdan, o, Allah’a itaatsizliğin ilk parçasıdır. Bütünden koptuğu gibi koparmayı da görev bilmiştir.

Parantezi kapatalım. Tefekkür ve ahlak arasındaki bağıntıyı bize aslında Fatiha sûresi de söylüyor. İlk üç ayette ‘Rabbü’l-Âlemin, Rahman ve Rahim, Hesap gününün sahibi’ olarak tanıdığın Allah karşısında, bu marifetin bir karşılığı olarak, yeni bir duruş sergilemeye kendini mecbur biliyorsun. İşte o zaman dördüncü ayet devreye giriyor arkadaşım. Kısa manası ile şöyle: “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” Yani, Fatiha’da, yukarıdan aşağıya biraz şu da hissediliyor sanki: “Allah böyle, böyle, böyle ise; ben de artık şöyle, şöyle, şöyle olmalıyım. Öyle bir Allah’ın kulu böyle olmalıdır. Öyle bir manzaraya karşı benim konumum böyle değişmelidir. Evet. Onun marifetinde yeni bir aşamaya geldim, etkilendim, bu beni de değişmeye zorlar.”

Tıpkı günebakan misalinde olduğu gibi: Marifet güneşin dünyanda ifade ettiği konumu etkiliyor. Sen de o yeni marifete göre yeni bir ahlak seçiyorsun. Elhamdülillah. Hadiste vurgulanan ‘bir saatlik tefekkürün’ ifade ettiği ibadet kıymeti, yani ‘bir senelik ibadet’ kıymeti, zaten o ibadetin motor gücü tefekkür olduğundan ayrıca anlamlı. Bizde işaret ettiği sırsa pek büyük. Allah’ı ne kadar bilirsen o kadar ahlakını değiştirirsin. İbadetin de zaten ahlakının bir parçasıdır. Ve yine Kur’an, Fatır sûresinde, son sözü söylüyor bize: “Kulları arasından ancak âlimler hakkıyla Allah’tan korkar.”

Tuesday, January 13, 2015

Allah tuzak kurmaz mı?

Markar Esayan, 17 Aralık'ın yıldönümündeki SETA seminerinde, paralel yapının planlarını/tuzaklarını anlattıktan sonra demişti ki; "Ama Allah diye de birşey var..." Yapılan tüm planların, kurulan tüm tuzakların âkim kalışının nedenini anlatıyordu o tek cümle. Epey de alkış aldığını hatırlıyorum.

Tuzak ‘insansı’ ve de ‘imtihansı’ bir kelime. İblisin insana kurduğu tuzak. Yasak ağaç. Hz. Âdem ile Havva'nın aşk-ı beka ile imtihanı. Herşey bir tuzakla başlamış gibi. Şerrin tuzakları da tabiatı gibi ademîdir. Yani ‘yokluksal’dır. Bizim kelimeye verdiğimiz mana bu yüzden ademî olanla kardeş. Yani şerle. Kötülükle. Nerede bir tuzak varsa oradan 'hayır' beklemiyoruz. Bir gözü şeytana bakıyor. "Şeytanın bile aklına gelmez!" diyoruz. Kelimenin ortaya çıkışı kadim kavgamızla irtibatlanınca tarifimiz de illa o hatıradan birşeyler alıyor.

Mürşidim bu sadedde diyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashab-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Bu açıdan bakınca "Allah tuzak kurmaz!" diyebiliriz. Ne demektir bu? Açmaya çalışalım: Varlığın hidayet-dalalet zıtlaşması karşısındaki duruşu nötr/tarafsız değildir. Yani varlık her iki türden de yorumlamaya açık bir bilgi içermiyor aslında. İzafî değil. Spesifik değil. Göreceli değil. Varlık hayır üzerine. Varlık tevhid üzerine. Varlık hidayet üzerine. Dalalet her iki ekolü de destekleyen deliller kainatta varolduğu için ortaya çıkmıyor. Daha hissî bir düzeyde başlayan bir sapma, hatta kirli bir arzu, bir iptila, ardından yaptıklarını meşrulaştıracak bir teolojiyi de üretiyor. (Tam da burada Bediüzzaman’ın “Dalalet vehmîdir!” tesbitini hatırlayalım.) Şöyle birşey yok yani: Allah kainata hem dalaleti hem tevhidi gösterecek deliller serpiştirip insanlara tuzak kurmuyor.

Bunu Twitter'da paylaştığımda Mona İslam abla şöyle itiraz etmişti: "Nasıl Allah tuzak kurmaz? Enfal sûresinde kendisi buyuruyor: 'Küfre sapanlar seni tutup bağlamaları yahut öldürmeleri ya da yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar. Allah da tuzak kurar. Ama Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.' Bunu buyuran Allah'a nasıl 'tuzak kurmaz' deriz?"

Beşer tuzağı nasıl anlar? Allah tuzak demekle ne buyurur? Varlığı hayır/varlıksallık üzerine yaratmış olan Allah'a tuzak gibi ‘şer ile irtibatlı’ birşey nasıl atfedilir? Ben bunu da ilgili ayette geçen bir kelime ile anlıyorum. Mealler bu nüansı ıskalatıyorlar. Ayette Rabbimiz nasıl tarif ediliyor? “Tuzak kuranların en büyüğü?” Değil. “En kurnazı?” Değil. En içtenpazarlıklısı? Hâşâ. Bunların hiçbirisi değil. Ya nedir? "En hayırlısıdır." Çünkü Onun tuzakları kâfirlerin yokluksal/ademî hamlelerini boşa çıkarmak içindir. Yeni adem kuyuları oluşturmak için değildir.

Şuraya gelmek istiyorum arkadaşım: Aynı kelimeyi kullanıyoruz ama aynı manada değil. Sultan-ı Hakîm’imiz bize, tuzak gibi şerre yakın duran kelimelerden/fiillerden birisinin dahi, kendisine nisbet edildiğinde ‘varlıksal bir amacı’ olduğunu gösteriyor bu ifadeyle. Ona bağlandığında, subhaniyeti icabı nasıl rengi değişiveriyor her sözcüğün/eylemin, onu gösteriyor.

Şimdi hayatında sana kurulmuş tuzakların(!) tamamına böyle bak. Kaderini bu gözle bir oku. Kayıp sandıklarının ileride nasıl kazanca dönüştüğünü gör. Elhamdülillah. "Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer şer değildir..." cümlesinin izlerini onlarda da göreceksin. Yüzün şahıslardan kadere, cüzî iradelerden takdir-i Hûda'ya, küçük resimden büyük resme döndükçe her işin/fiilin rengi değişecek: "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor!” deyivereceksin. Kelimelerin beşerî düzeylerinin yalnız birer pencere olduğunu anlayacaksın. Tefsir ilminin varlık hikmetlerinden birisini daha idrak edeceksin.

Evet. Şeytan bir tuzak kurar. Sanır ki Hz. Âdem ile Havva'ya bir kötülük etti. Allah buna bedel bir tevbe imkanı yaratır. Kerem eder. Şeytanın hesaplarını boşa çıkarır. Şer sanılan birden neticeleri itibariyle daha büyük bir hayra dönüşür. Düşünsene arkadaşım: Acaba Hz. Âdem ile Havva'yı kandırmakla şeytan mı tuzak kurmuştur? Yoksa Cenab-ı Hak mı şeytana bir tuzak kurmuştur? Şeytan mı kazanmıştır? Yoksa Hakîm-i Zülcelal mi galip gelmektedir? Cevap vermeden önce iyice tefekkür et. Manzarayı kuşatmaya çalış. İblis, iki insanın cennette gördükleri ikrama haset etmişti, şimdi milyonlarcasının sonsuz saadetine cehennemden şahit olacak. Sence de ‘tuzak kuranların en hayırlısı’ Allah değil mi? Âmenna!

Thursday, July 24, 2014

Neden Allah?

"Oysa sizin mevlanız Allah’tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)

Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.

Ancak herşeye rağmen bize bir girizgâh lazım. Kolay bir girizgâh. Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.

Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.

Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. “Bütün güzel isimler Allah’ındır” arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.

Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir sıfır anahtar, bir maymuncuk mübarek. Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.

Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde “Ne kadar az anlamışım!” diyorlar. “İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?” Bunu benim gibi çokları söylüyor.

Tuesday, May 27, 2014

Bir gruplaşma hastalığı olarak: Allah'ı tekeline almak

"Suçluların dinsiz-imansız olduğu söylenir. Bunun anlamı nedir? İzninizle söyleyeyim. Öncelikle şunu kafanızdan atın: Allah sizi unutmadı! Hapishanenin kapısı size kapalı olabilir. Ancak Allah'a giden yollar her zaman açıktır. Kaçmak için yol aramaktan vazgeçin. Allah sadece iyi insanlara ait değildir. Bizim Allahımız suçluların da Allahıdır. Sadece Allah insanlara ayrımcılık yapmaz. (...) Ne yazık ki, bazı insanlar herşeyi kendileri için istiyorlar." Marmoulak (Kertenkele) filminden...

Şöyle bir noktadan başlayalım: Hem Yeniasya'nın (belki sadece merkezinin demeliyim) hem Gülengillerin (buna tamamı dahil edilebilir) Risale-i Nur'daki deprem bahislerini okuyuşlarını rıza-yı ilahîyi arayan, iyi niyetli ve hayırlı okumalar olarak değil; bilakis, zaten hedefi belli, kendi gruplarının hükümetle yaşadıkları gerilimden fazlaca etkilenmiş ve dolayısıyla 'siyasi' okumalar olduğunu düşünüyorum.

Bediüzzaman Hazretlerinin İçtihad Risalesi'nde de dikkatlerimizi çektiği gibi; her zamanda, nazarların ona müncer olduğu, rağbet gören bir mal var. Rağbet, nazarı da (ve dolayısıyla yapılan yorumu da) etkileyen birşey. Bugünün metaı da siyaset. Bu nedenle bundan fazlaca etkilenmiş, hatta kronik maraz haline getirmiş grupların Risale metinlerinden ve kevnî hadiselerden yaptıkları içtihadlar da sağlıklı olmuyor; nazar arzda takıldığı için içtihad da arzî oluyor; rıza-yı ilahîyi hedeflemediği için semaya çıkamıyor. Bediüzzaman'ın, İçtihad Risalesi'nde, ısrarlı bir şekilde, zamanın içtihada uygun bir zaman olmadığını belirtmesi biraz da bundan kanaatimce.

İkinci olarak; bu konuyla ilgili bir önceki yazımda ("Aba altından 'musibet göstermek!" yazısı) altını çizdiğim gibi; bu arkadaşlar, bizzat Bediüzzaman'ın kelama bakılırken dikkat edilmesini tembihlediği "Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!" kaidesini de dinlemiyorlar. Devr-i sabıkın Mustafa Kemal'li, İsmet İnönü'lü körkütük istibdat yönetimini kesip, onun yerine son on yılda ülkeye en büyük özgürlükleri getirmiş Erdoğan'lı AK Parti'yi; zamanın müceddidinin bizzat başında olduğu, siyasete ve dünya menfaatine eli eteği değmemiş pâk Nur mesleğini de kesip, burunları bir türlü siyasetten çıkmayan, hatta devlet içinde devlet olmaya çalışan ve kendi içlerinde kavga etmekten artık bölük pörçük bir hale gelmiş 'tek adamlı' mesleklerini koyuyorlar. Ondan sonra da diyorlar ki: "Kardeşler! Bakın bu aslında budur..."

Bu arada şunu da belirtmeliyim: Depremlerin veya başkası doğal afetlerin birer ilahî ikaz olduğunu reddetmiyorum. Ama bunu siyasetten bağımsız, günübirlik seçimlerden uzak, iman ve Kur'an ekseninde hatalar düzeyinde düşünüyorum. Mesela; başımızdaki hükümet, eğer dindar bir hükümet değil de din düşmanı bir hükümet olsaydı; camileri kapatsaydı, Kur'an'ı yasaklasaydı, Risaleleri evleri basarak toplatsaydı; sadece biz değil, bütün dindarların artık yaka silktiği bir düzeyde olsaydı bu iş, musibetleri böylesi bir düzlemde anlamlandırmak mümkün olabilirdi. Ama elinizi vicdanınıza koyun; pek yapmıyorsunuz çünkü bu sıralar; var mı böyle birşey?

Allah'a şükür, öyle bir hükümetimiz var ki başımızda; kusurları olmakla birlikte; gelişmeye ve geliştirmeye müsait. Birşeyler yapıyor ve daha fazlasını da yapmaya çalışıyor. Şimdi saymaya kalksam değiştirdiklerini, iyileştirdiklerini bu yazıya sığmaz. Peki neden Allah onları ve onları seçmek dolayısıyla bizi tokatlıyor? Meczuplara göre bunun cevabı şu: Bu hükümet, Gülengillerin paralel devlet kurmasına izin vermedi, operasyon yapıyor ve ayrıca Yeniasya'ya da bandrol vermiyor. İyi de ne dindarlar Nurculardan ibaret, ne de Nurcular Gülencilerden veya Yeniasyacılardan. Hal böyleyken, yani umum ümmet hükümetin icraatlarından memnun ve destekçisiyken (hatta tüm İslam coğrafyasından dualar alırken), siz nasıl seçilmiş bir grup veya gruplarsınız ki; Allahın iradesini tekelinize alabiliyor ve "Bu bize yapılanlardan dolayı oluyor!" diyebiliyorsunuz. Levh-i Mahfuz yazılırken başında mı duruyordunuz?

Musibetlerin neden geldiği, neye geldiği, kime geldiği, bunlar öncelikle içtihadî meselelerdir. Sorumlulukta sebep tahtındaki hatalardan/eksiklerden sonra bunlara bakılır. İnsanlar kendilerine yönelik, nefislerine yönelik çıkarım yapabilirler; ama tutup ötekine yönelik dersler çıkarmak, kusura bakmayın ama, biraz cesaret ister. Bediüzzaman gibi asfiya sınıfından bir âlim; ilmiyle ve ferasetiyle böyle bir konuda içtihad yapabilir. Fakat tek marifeti oturdukları gazetelerin köşelerinden siyaset döşenmek olan köşeyazarlarının böyle bir çapı var mıdır acaba?

Ben bunları böyle söyleyince diyorlar ki: "Sen depremlerin umumî musibet olduğunu inkar mı ediyorsun?" Hayır etmiyorum, ama her musibeti sizin gibi öteki üzerinden okumaya da cesaret edemiyorum. Mesela Mucizat-ı Ahmediye'de geçen şu hadiseyi: "Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi." Şimdi diyebilir misiniz ki, bu deprem, yani Uhud'un veya Hira'nın sallanması oradakilerin (hâşâ) günahkâr olmasından gerçekleşti?

Demek her musibete bu gözle bakamıyoruz. Hassaten insanlığın hayırlılarına gelmiş musibetlere 'makamlarını yükseltme aracı' olarak da nazar ediyoruz. "Büyük buhranlar büyük doğumların sancısıdır" diyoruz mesela. Peki sizin elinizde nasıl bir ölçüm cihazı var ki, hiç bu ihtimalleri hesaba katmadan, karşısındakini günahkâr ilan edebiliyor? Neden hiç nefsim demiyor? Hastalar Risalesi'nde bile Bediüzzaman, 'günahların kefareti' bahsini ancak 8. Deva'da anlatır. Sizin bu kadar da mı merhametiniz yok kardeşlerinize veya bu kadar mı eminsiniz kendinizin kurtarılmışlığınızdan?

Musibetler gaflet dağıtıcılardır. Allah, rızası yoluna daha çok hasr-ı nazar etmeyi bu musibetler vesilesiyle hepimize nasip eylesin. Ama 'hepimize' eylesin. Yalnızca içimizdeki bir zümreye değil. Çünkü hiçkimsenin kurtuluşu garanti değil. Musibetleri 'ötekiler üzerinden' okumak bu yüzden tehlikeli. Ayet-i kerime de belki bu yüzden bizi uyarıyor: "Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı."

Thursday, February 13, 2014

Allah, etkilenir mi?

Fatiha’da atlanan bir eşik var. Çok kritik bir yer. Bir üslûp değişikliği değil yalnız, bir yöntem değişikliği. Bediüzzaman’ın ‘gaibane’ ve ‘hazırane’ muhatabiyetler/tefekkürler şeklinde isimlendirdiği ve kanaatimce, esmadan artık sıfatlara ve şuunata geçilen bir uyanış bu. Evet, tam anlamıyla bir uyanış! Hz. Yunus’un, balığın karnındaki uyanışı. Yani nur-u tevhid içinde sırrı ehadiyetin inkişaf etmesi. Kesretin sıkletinden kurtulup Allah’la ‘Sen ve ben’ olma.

Bir saniye... Çok fazla Osmanlıca kelime var bu ilk paragrafta. Ağır başladık. Delil, iddiadan anlaşılmaz olmamalı. Daha açık konuşalım: Esma ne? Sıfat ne? Şuunat ne? Oraya gelelim mesela. Bunlar, benim anladığım şekliyle; “Allahı tanımanın aşamaları...” Eşyadan Zat’a giden (Zat’ının mahiyetini ise asla bilemeyiz) bilme yolculuğundaki menziller. Marifetullah dediğimiz şeyin derinlik ölçüsü bir nevi. Allahı esması kadar tanıma, Allahı sıfatlarına kadar tanıma, Allahı şuunatına kadar tanıma... Hepsi aşama aşama. Hakikatlerini tariften acizim, ama fikrine yaklaşsın diye arkadaşım, bir deneyeceğim.

Esmayı, yani isimlerini bilmek, Allahı bilmenin daha çok eşya üzerinden analizlerine dayanıyor. Her fiilin bir faili/yapanı olması gerektiğini anladığında, o failin yaptığı fiilerden ötürü bir isim alması gerektiğini de farkediyorsun. Çünkü bir işaret bırakmaya muhtaçsın. O işareti isim şeklinde bırakarak failin o olduğunu herkese ilan edeceksin.

Bir masayı gördün mesela. Oradan marangozluğu (fiil düzeyinde), oradan da marangozu bulacaksın ki; fail bulunmuş olsun. Faillere isim bulmak rahatlatıcıdır. Neyin neden olduğunu anlayamadığında huzursuz olur insan. Yapanı tesbit edip ona bir nam taktığında rahatlar. Allah, fıtratını sanki bunun üzerine yaratmıştır. Şımarayım mı biraz? Ben de insana böyle bir isim takmak isterdim: İnsan, yani isim takan. Buradan, elbette Hz. Âdem efendimin talim-i esma meselesini de birazcık anlıyorsun.

Eh, peki faili buldun. Failin işçiliğini gördün, okudun, beğendin, takdir ettin. O faili etkilemek istemez misin? Doğru söyle. Saklama tasannu ile kendini. Hem failin teveccühünü kazanmak, ilgisini çekmek dilemez misin?

Dikkat et. İşte başta bahsettiğim eşiğe yaklaşıyoruz ki, aynı eşik gaibane’den hazırane’ye de geçiştir. Ve kanaatimce; malikiyevmiddin’e kadar bir ‘O’ şeklinde bahsettiğin Allah’tan, “İyyakenabüdü ve iyyakenestain...” ile yani; “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz!” ile ‘ben-Sen’ şeklinde muhatap oluşa geçiş de budur. Birden atlanan eşik, değişen uslûp; artık isim düzeyinde tanınmış, beğenilmiş olan Allah’ın, sıfat ve şuunat düzeyinde de farkedilişi ve ‘etkilenmeye’ çalışılmasıdır.

Kelimeler kifayet etmiyor meramımı anlatmaya. Garip tabirlerimi hoşgör, anlatmak istediğimi hüsnüzan ile al. Büyük birşeyden bahsediyoruz. Benim küçüklüğüm görüşüne engel olmasın.

Sıfat, isimden bir adım sonrası. Yani marangozun elinden çıkanın aslında şahsındaki bir meziyete bağlı olduğunu farketme: “Bu marangoz neden bu kadar güzel işler çıkarıyor? Yaptıkları neden bu kadar ahenkli ve faydalı oluyor?”

Çünkü onun şahsında bir kemal var. Ölçü alma kabiliyeti var mesela. Uyumu farkedebilme yeteneği. Faydayı takdir edebilme öngörüsü, arzusu, lezzeti, muhabbeti vs... İşte; şahsındaki bu güzellikleri farkettiğin anda, onunla muhatap olarak ilgisini çekmek, hem bu güzel yeteneklerinden daha fazla istifade etmek istiyorsun. İnsansın çünkü. İnsanda iyiye ve güzele merak fıtrîdir. Hem onlardan daha fazla faydanlanmayı da mutlaka ister.

Allahı bilmek de buna benzer. Varlık âleminde o kadar güzel işlerini gördüğün Allahın, zatındaki kemali bir düşünsene! İnsan, elbette böyle bir Allahı daha fazla merak ediyor, onun sıfatlarına ve şuunatına doğru daha fazla akıl/kalp elleriyle uzanmak istiyor. Bilmek istiyor. Peki, bunun yolu ne? İşte bu: Sıfatlarını farkettin. “Tüm fiileri kemalde yapıyor ve kemali seviyor.” Sen de işlerini mükemmelleştirmeye çalışarak onun ilgisini çekmeye çalışırsın. “Dahası?”

Dahası; onu överek, kemaline iltifat ederek ilgisini kazanmaya gayret edersin. “Dahası?” Hatalı olduğun, kemali yakalayamadığın işlerde kusurlarını itiraf eder, düzeltebilmek için yardım dilersin. İşte bunlar bizi “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” eşiğine götürür bırakır arkadaşım. O dakikaya kadar gaibane olan muhatabiyetimiz, hazırane seviyesine ulaşır.

Anlarız ki; kalbimizin sahibi, aynı zamanda, bizdeki kusurlarından münezzeh ve mukaddes, duyguların ancak onu anlamada bir küçük rasat aleti olabileceği ve asla onlarla kesin bir şekilde anlaşılmasına yetişilmeyecek ‘şuunata’ sahiptir.

Bediüzzaman’ın tarif ederken; şefkat-i mukaddese, muhabbet-i münezzehe, şevk-i mukaddes, lezzet-i mukaddese, memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı mukaddes gibi ifadeler kullandığı ve tarif etmekte zorlandığını bizzat kendisinin beyan ettiği bu şuunat, Allahın da (insan gibi değil ama) ‘etkilenebilir’ olduğunu, fakat bu etkilemenin de (hâşâ) acz değil, Samediyet (Onun hiçbirşeye muhtaç olmayışı, ama herşeyin Ona muhtaç oluşu) ekseninde ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yani Rahman ve Rahîm olan Allah, ibadetinle etkilenebilir, sana teveccühü değişebilir, yardım dilediğinde yardım eder; ama bunları gücünle Ona tesir ettiğinden ötürü değil; Rahman ve Rahîm kapılarına yaklaştığın ve o da Rahman ve Rahîm olmayı sıfatı ve şuunatı derecesinde sevdiği (muhabbet-i münezzehe) için mümkündür.

Ah, arkadaşım. Mesele çok büyük. Fikrim çok yetersiz. Kelimeler zaten yetmiyor. Böyle meseleleri sana anlatırken otuzlarında bir çocuk gibiyim. Allah, sürç-ü lisanlarımı affetsin. Sen de hüsnüzan ile bak. Niyetim iyi idi, inşaallah neticesi de iyi olmuştur. Keşke elinden gelse de 24. Mektub’un İkinci Remiz’ini okuyabilsen. Benim şimdi döktüklerimi, orada güzelce toparlanmış bulacaksın.

Saturday, March 2, 2013

Neden her hayrın başı?

"Oysa sizin mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)

Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.

Ancak herşeye rağmen yine de bir girizgâh lazımdır. Kolay bir girizgâh... Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.

Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.

Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.

Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir anahtar, bir çilingir aleti mübarek... Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.

Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde "Ne kadar az anlamışım!" diyorlar. "İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?" Bunu benim gibi çokları söylüyor.

Sunday, February 17, 2013

İyi de neden Allah'ın zikriyle?

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” demeyeyim de “Bir kitap okudum, yeni bir bakış açısı kazandım!” diyeyim. Böylesi daha uygun. Zira kanaatimce hiçbir kitabın hayatı değiştirecek gücü yoktur. Kitapların yapabildiği tek şey nazarları değiştirmektir. Her kitap da yapamaz bunu. Yeni bir bakış açısı veremez. Böylesi kitapları bu yüzden daha bir kıymetli bulurum. Zaten dünyamda kitapları ikiye ayırırım: Bilgi kazandıranlar ve bakış açısı kazandıranlar. İkinci kısmı daha çok önemsediğimi yaptığım girizgâhtan anladınız.

Hakikatin Dengesi kitabı hakkında da konuşurken bu sınıflandırmanın bana faydası olacak. Zira bence Metin Karabaşoğlu eserleri, bilgi vermeye değil, onun da ötesinde bakış açısı kazandırmaya konsantre olmuş eserlerdir. Okuduğum kadarıyla (en aşağı on kitaptır) itiraf edeyim: Her vakit aynı fikirde olmasam da Metin abinin her kitabını okuduktan sonra kafamda soru işareti sayısı artar.

Bu çok iyi birşey. Hatta sırf bu yüzden bir oturuşta yüz sayfayı aşmasıyla meşhur benim gibi birisi için o kitapların yirmi sayfasını geçmek büyük başarıdır. Kitap boyunca aklıma o kadar şey hücum eder ki; durup düşünürüm. Oradan oraya... Oradan oraya... Sonra bir bakmışım, okuduğum metinden kopmuşum. Bu yüzden hep söylüyorum: Metin Karabaşoğlu okuması yaparken çok sayfa sayısına, zamana kastırmamak gerek. Yapamazsınız da zaten. Bir hakkını verememişlik hissi huzursuz eder.

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Her kitabı bir yana da Hakikatin Dengesi her nedense biraz daha fazla etkiledi. (Yakın zamanda konuştuğum Said Nohut kardeşim de aynı tesirden bahsediyordu, tevafuk.) Tam neden, ifade edemem. Ama tahmin ettiğim şey; kitabın, başlığından itibaren hedeflediği şeyi, hedeflediği şekilde yapması bunda etkili oldu. Ve enteresandır, bana, her ne okusam veya kendimce keşfetsem onda bir istiğrak yaşama diyebileceğim bir haleti yasakladı. Eskiden vardı çünkü. Severdim birşeye fazlaca kapılmayı. Şimdi neye kapılacak olsam bir de öteki tarafa başımı çevirmeye çalışıyorum. Denge—haklı bulununca—bir saplantı oluyor. Öteki tarafın ağırlığına bakmazsam ayağım kayar diye korkuyorum. Garip, ama hoş bir durum.

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” diyemem. Başta da söyledim. Ama bazı kitaplar hayata açılan yeni pencereler verebilir size. Hakikatin Dengesi de öyle birşey. Mesela geçen dönüp dönüp aklıma gelen bir ayeti tekrar tefekkür ederken bu denge beni kovaladı ve en nihayet kafamda yerini arayan parçayı keşfetmemi sağladı. O ayet şudur: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (Râd sûresi, 28) Nasıl birşey açtığını şimdi anlatayım:

Efendim, azıcık Risale-i Nur aşinalığı olanlar bilirler. Bediüzzaman’ın bize öğrettiği en büyük tefekkür sırlarından birisi, isimden isme geçme yeteneğidir. “Birbirine bakar şe’n ve namlar...” (24. Söz) temsili içinde ders verdiği bu yetenek, aynı zamanda Allah’ı daha derinden tanımayı sağlar. Yani bir insan mesela çiçeğin güzelliğine bakarak Allah’ın sanatını ve sanatkârlığını keşfetmekle birlikte, biraz daha akıl gözünü kıstığında, onun arkasında hikmetinin parıltılarını da görür. Yerli yerindelik sarar kainatın her yanını. Bu yerli yerindelik bir düzen işidir aynı zamanda. İksadı seven birisinin işidir. Her neyse...

Ben bu denge müptelalığına uğrayana kadar bu isimden isme geçiş meselesini sadece Allah’a iman vesilesi olarak görürdüm. Hatta işte bu nesneler üzerinden tefekkür etme olayında da pek ileri gitmezdim. İşte ezber ettiğim birkaç şey vardı, onları böyle kafamdan yapar geçerdim. İmanım vardı zaten. Zorum neydi? Fakat şimdi denge meselesi devreye girince mezkur ayet farklı görünmeye başladı gözüme.

Mesela ayetle ilgili sormaya başladım: Orada Allah neden başka bir ismini söylemiyor da “Allah” diyor? Mesela neden “Rahman’ı zikretmekle...” veya “Hakîm’i zikretmekle...” veyahut “Kadîr’i zikretmekle...” demiyor? Bunları sormaya başladım. Ha, bu soruları nereden çıkardın derseniz, İşaratü’l-İ’caz’dan bilirsiniz; Üstad, orada bazı kelimelerde aynen buna benzer sorgulamalar yapar. Ama daha çok çekimlerden hareketle bunu yapar. Referansım oradan... O başka bir yazının konusu olsun. Sadede gelirsem:

Ben şimdi anlıyorum ki; kalp denilen şeyin tatmin olması için bir isim veya birkaç isim yetmiyor. Allah’ı sadece birkaç yönüyle, ismiyle tanımak kalbi tatmin etmiyor. Allah lafzının esma terminolojisinde en önemli özelliği, bütün isimleri kapsayan bir isim oluşu. Ve Allah’tan başkasına isim olarak verilemeyişi. Yani Cenab-ı Hak, hissettiğim kadarıyla, orada muhteşem bir denge dersi veriyor ve diyor ki: “Allah’ı yalnız Rahman olarak zikretmekle, Allah’ı yalnız Hakîm olarak zikretmekle, Allah’ı yalnızca Kadîr olarak zikretmekle kalbiniz tatmin olmaz. Kalpler ancak bütün isimlerin birden kuşatılmasıyla, yani Allah lafzının kastettiği bütün isimler ve özellikleri bilinerek tatmin olur. Yoksa eksik kalırsınız. Tatmin olmazsınız.”

Zaten yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle bütün dalaletler de Cenab-ı Hakkı doğru tanımamaktan kaynaklanmıyor mu? Bütün sapkın fırkaların hareket kaynağı bir ismin tecellisine garkolma ve onunla kalbini tatmin etmeye çalışmadan ortaya çıkmıyor mu? Al sana 24. Söz’den Râd 28’e uzanan bir merdiven!

Hakikat, ama dengeli bir hakikat... İman, ama dengeli bir iman... Allah bilgisi ama tüm isimlerini kuşatan bir tefekkürle edinilmiş bir Allah bilgisi... Sanıyorum bizim ihtiyacımız biraz bu. Durun, durun! Buradan “Allah’ın 99 ismi var. Kim bu isimleri bilirse cennete girer” hadisinin bir manası da gözkırpıyor birden bana. Hakikaten, Allah’ı böylesi bir dengeyle tanıyan için; uzakta bir cennete kadar düşlemeye gerek yok; daha bu dünyada o cennete girer. Çünkü kalbi o dengeli tefekkürün kazandırdıklarıyla herşeye doğru anlamları yükler. Herşeyde bir kalp tatmini, bir ferah bulur. Bana sorarsanız; huriler, gılmanlar, ırmaklar değil; asıl cennet budur: Kalpte Allah...

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...