Showing posts with label Ebubekir Sifil. Show all posts
Showing posts with label Ebubekir Sifil. Show all posts

Saturday, July 18, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 9: Kur'an'a evrimsel bakış, sonra gelen daha iyi anlar...

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim: Mezkûr yazıda, Süfyaniyetin Deccaliyetten etkilenmişliği üzerine konuşmuştuk. Deccal fitnesinin kuvvetle/zulümle İslam coğrafyasına tahakkümü zamanında, o tahakkümün okumasını yanlış yapan ve "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz..." vahyinin hakikatini bakışaçısı kılamayan içimizdeki birtakım insanların 'Kuvvet haktadır'dan 'Hak kuvvettedir'e doğru bir evrilme yaşadığını, 'Güçlü olanda hak da vardır' veya 'Mağlub olanda yanlışlar da vardır' kabilinden okumalarla süreci maddî bir mağlubiyetten itikadî bir sarsıntıya kadar taşıdıklarını analiz etmiştik. Süfyan ve Deccal'a dair rivayetlerin birbirine yakınlığı/karıştırılması böyle bir etkileniş, yani 'aynı fitnenin iki parçası olma' haline de işaret ediyor olabilir demiştik.

Yine Süfyaniyetin Deccaliyet gibi inkâr-ı uluhiyeti değil, inkâr-ı nübüvveti yol edineceğini söylemiş; inkârı nübüvvetin ise ('aldatıcı' oluşundaki vurgulara dikkat edersek) doğrudan bir inkâr değil, daha çok bir 'içini boşaltma' şeklinde yapılacağını ifade etmiştik. Yani Süfyaniyetin parçaları olan sapkın kişiler veya akımlar, doğrudan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetini inkâr etmeyecekler. (Zaten bunu açıkça söyleseler, müminler onları rahatlıkla tanıyıp 'kafir' kaşesini alınlarına basacaktır.) Daha çok o nübüvvetin fonksiyonlarını eksiltme, nübüvvet tanımını budama ve bu sayede sünnetin önemini ümmet gözünde azaltma, onunla gelen bir kısım uygulamayı kaldırıp yerine bid'alar uydurma/uygulama yöntemini deneyeceklerini söylemiştik.

Bu fitnenin söylemdeki tezahürünün ise; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin gibi, faziletleri hadis-i nebeviyece ve ümmetçe tasdik edilmiş nesillerin faziletlerini inkâr etme; hadis ilmi ve naklî bilgi konusundaki şüpheleri arttırma; bu ilimde emeği geçmiş ehl-i fazilet imamları ve âlimleri çeşitli demagojilerle tezyif etme; bu zamanda dahi sünnete intisabı güçlü olanları 'gelenekçi' diğerek aşağılamaya çalışma vs... şekillerinde görülebileceğini Risale-i Nur'dan alıntılarla ifade etmeye çalıştık.

Bu yazımda ise 'etkilenmişlik' dediğim şeyin farklı bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum: (Etkilenmişlikle kastettiğim daha çok bir aşağılık kompleksi...) Bir kısım müslüman düşünürler, ehl-i küfür karşısındaki maddî mağlubiyetten meydana gelen üzüntüyle, sanki ahirette de onlar kazanacakmışlar gibi veyahut bu galibiyet hep onların kalacakmış gibi okudular yaşananları. Ve hâlâ da böyle okuyorlar. Bu karamsarlık ve bundan kaynaklanan öfke, kılıcını kafire çalıp 'mağlub olsa da şehit kalmak' yerine, kendi geçmişine doğrultarak 'galip gelse de imanından olmak' tehlikesini göze almış bulunuyor. (Hollywood'un ergen filmlerinde olduğu gibi 'mutsuz çocuklar' sürekli ebeveynlerini suçluyorlar. Kendi seçimlerine veya yaşamlarına asla ve asla hata tozu kondurmuyorlar.)

Böylesi modernist/ehl-i bid'a söyleme ve uygulamalara sahip düşünürlerin İslam'ın en acılı coğrafyalarından, toplumun en seküler ve daha çok hayatı siyaset üzerinden okumayı seçmiş sınıflarından çıkması tesadüf değil. Mağlubiyeti, hikmetini yine Allah'ın bildiği bir direnme/imtihan süreci olarak değil, karşı tarafın haklı/kazanılmış zaferi olarak okumayı seçenler; onlara verdikleri bu haksız 'haklılık' payesiyle kendi duruşlarını da sorgulamaya başladılar ve en nihayet bu sorgulayış itikadî daireye kadar geldi. (Bir nevi şeytana karşı şeytanın avukatı oldular.) Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi isimli eserinin başında dikkat çektiği endişe de bundan başka nedir ki:

"1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'"

Evet, ilişecekti. Çünkü durduğu yere imanını/güvenini yitirme, geçmişi suçlama/sorgulama bir hastalık gibi yayılıyordu. Bediüzzaman Mustafa Kemal ve avanesi egemenliğinde meclisin zihin kodlarında bunu farketmişti.

Düşüncemi daha net ifade edeyim: Bu yazılar vesilesiyle tartıştığımız Kur'an müslümanlığı aslında bizim Deccaliyet'e karşı itikadî sahada verdiğimiz mücadeledir. Fakat ne tuhaftır ki, bu sahada bize karşı savaşan müslümanlar da yaptıklarının İslam'a yardım olduğunu sanmaktadırlar. (İşte bu Süfyaniyet fitnesinin ta kendisidir.) Bu açıdan şunu da söyleyebiliriz: Süfyan, Deccal'in ona karşı savaştığını sanan, ama aslında onun için savaşan evladıdır. Filmin sonuna kadar, kötü adamın tuzağına düşüp maşalığını yaptığını farketmeyen iyi karakterimizdir. Othello'muzdur o bizim. Dışardan olanın tüm çabalarına rağmen itikadî alana giremeyişine bedel, bu kurt gövdenin içine girmiştir ve içeride onun adına savaşmaktadır.

Etkilenmişlik dediğimiz şeylerden birisi de; mesela, bu insanların, İslamî ilimleri de seküler/fennî ilimler gibi zamanla gelişen birşey olarak tarif etmeleridir. Kafaları bu noktada seküler algılarla donanmıştır. Kur'an'ın anlaşılmasının da tıpkı fizik/kimya gibi zamanla daha üst bir düzeye eriştiğini/erişeceğini; bu nedenle yeni gelen müslüman nesillerin daha eğitimli, daha zeki, daha üst düzeyde insanlardan oluşacağını/oluştuğunu; daha üstün olanların ise geçmişin içtihadları/uygulamaları ile amel etmesinin doğru olmadığı tezine sahiptirler. Biraz karıştırsanız, bütün şüphelerinin altından bu kibir çıkar. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini küçük veya en azından lütfen kendisinin eşiti gören bu zevatta, işaret edilen sapkınlığa kayış, seküler bilimin 'zamanla gelişme' biraz daha ötesinde 'evrimleşme' iddiasını sorgusuz-sualsiz kabul edilmesiyle mümkün olur. Herşey zamanla gelişiyorsa, o halde neden bu zamandakiler o zamandakilerden geride olsundurlar veya onların uygulamalarına tâbi olmak zorunda kalsındırlar?

Fakat gel gelelim; Kur'an ayetleri de, hadis-i şerifler de böyle söylememektedir. O zaman ne yapılacaktır? Sahabenin faziletinden bahsettiği bilinen Kur'an ayetleri farklı şekillerde tevillere tâbi tutulur; sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini öven hadisler ise daha başka şekillerde (daha çok inkar yolu tutularak) kılıçtan geçirilir. Böylece nurtopu gibi zamanla gelişen, 'evrimleşen' İslam'ınız olur. Halbuki Bediüzzaman gibi daha nice ehl-i sünnet âlimi (Allah hepsinin şefaatine bizleri nail eylesin) durumun hiç de modernistlerin sandığı gibi olmadığını söylemişlerdir:

"Evvelâ: 'Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."

Bediüzzaman'ın Muhakemat isimli eserde altını çizdiği bu nokta çok önemlidir. Müslüman için mazi neresidir? Bu kelimenin kendi döneminde de bir geri kalmışlık çağrışımıyla kullanıldığının farkında olan Bediüzzaman, zihinlere bir ayar çeker: "Eğer önce olanın geri kalmış olduğu önkabulü/dogması üzerine kafa yürütüyorsanız, size bir uyarı geçmeliyim. Ben mazi diye şuna diyorum. Müstakbel diye buna diyorum. Şuradan şuraya kadar olanları da, geçmişte olmalarına rağmen, mazide görmüyorum." Bu tarif, yukarıda zikrettiğimiz seküler bilim anlayışına sahip kafalar için bir elektroşok etkisi yapabilir. Ama ehl-i İslam'ın zamana bakışı da elbette kendine özgü olacaktır. Onlar için Asr-ı Saadet, kronolojik olarak mazide olmasına rağmen, hep ulaşılmaya çalışılan müstakbel kalacaktır. Batı medeniyetinin felsefesi ekseninde değildir geçmişi algılayış ehl-i İslam'da. Yine İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman şöyle der:

"Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arka­sında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir."

Buradan anladığımız şudur ki; İslamî ilimlerin kemali Allah Resulünün nurundan uzaklaştıkça artmamakta, aksine azalmaktadır. Modern zamanların geri kalmışlık algısı, Batı medeniyetinin kendi kemali üzerinden dayattığı bir tanımlamadır. Tıpkı 'ortadoğu' tanımlaması gibi. Ortadoğu dediğimiz yer bugün bizim ortasında olduğumuz yer olmasına rağmen, biz de Batılılar gibi oraya ortadoğu demekteyiz. Yine Afrika'daki insanlara vahşi denmesi de Batı'nın orayı sömürgeleştirmeye başladığı tarihe tekabül eder. Ve bugün biz de Afrika'daki yerlilere vahşi gözüyle bakmaktayız. (O zamanlar vahşilere medeniyet götürmekle işgalini meşrulaştıran Batı, bugün de demokrasi getirme vaadiyle işgallerini meşrulaştırıyor.)

Bütün bunlar etkilenmişliğin emareleridir. Öfke duyduğumuz halde etkilenmişliğin. Bu noktada Kur'an müslümanlığı veya daha farklı ehl-i bid'a grupların suçladıkları 'gelenek'in yüzde biri kadar Batı'ya karşı koydukları yoktur. Çünkü zaten küfrün öğretileri tarafından beyinleri iğdiş edilmiştir. Tecavüzün acısını, tecavüzcünün haklılığıyla(!) bastırmaya çalışan bu zümreye karşı sünnetin pâk ve galip (dolayısıyla dış etkilerden uzak) mirasını ne kadar savunsak yeridir. Durduğu yerden emin olmayan ancak durduğu yeri sorgular. Bizler ise durduğumuz yerden emin olmakla, elhamdülillah, müminleriz. İslam'daki teslimiyet de bu değil mi zaten?

Saturday, July 4, 2015

Neden 'fasıklar' sapar?

Allahu'l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah'ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü'minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: "Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez..." buyruğunun bir yanı "Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!" manasını fehmimize taşırken, diğer yanı "Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!" manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' tenzih ediyor, hem de eserlerini 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü'minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah'ın zatına ve 'kâfirin bozuk değerler yapısına' bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah'ın yaratışına ve 'sanatındaki üstünlüğe' nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, 'kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir' veya 'onlara kıymet verir' olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse 'eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.'

Yani, birisinde Kur'an'ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur'an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

"İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler..." buyrulurkense mü'minin sahip olması gereken 'teslimî uyanıklığa' bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah'a iman etmiş olmakla mü'min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü'minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe'nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur'anî ifadesiyle) "Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!" diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah'a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah'ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü'min denir. Mü'min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü'min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü'min der ki: "Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz." Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan "Allah böyle misal vermekle ne murat eder?" cümlesi, bir arayışı değil, "Bu şey değersizdir!" önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi "Bu da nereden çıktı şimdi?" gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab'a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman'la Ebubekir Sifil Hoca'nın münazarasında 'sinek kanadı hadisini' bir türlü kabullenemeyen Taslaman'ın "Sinek pistir!" cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah'ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin 'varlığına' dair değil ama 'içeriğine' dair böylesi bir sorgulamayı mü'min de yaşar. Fakat mü'minin zemini farklıdır. Mü'min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. "Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?" der gibidir bu soruş. Mü'min ise "Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?" diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin 'varlığından' emin ancak 'keyfiyetine' meraklıdır.

"Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır..." buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman'ın 2. Lem'asına ve orada geçen "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman'ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da 'günahlara müptelalık'tır. Fasığın imanı varsa da Allah'ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe "Keşke bu iş günah olmasa!" demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da 'sapmak' için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat'a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

Tuesday, June 23, 2015

Ebubekir Sifil Hoca'nın bir itirazı ve 'zamanın müfessirliği' üzerine...

Öncelikle; Allah razı olsun Ebubekir Sifil Hoca'dan ki, zihnime bir soru olarak şüphesini attı ve tefekküre sevketti. Ebubekir Hoca'nın eserlerini okuyanlar veya derslerini izleyenler bilirler ki, ehl-i sünnet çizgisini müdafaaya mesaisini hasretmiştir ve bu haklı mesai sarfında (Allah, gayretini katından büyük ecirlerle mükafatlandırsın) en çok mücadele ettiği şeylerden birisi de 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasıdır.

'Kur'an'ın tarihselliği' iddiası nedir, biraz açarsam, şunu söyleyebilirim: Kur'an ayetlerinin ve hükümlerinin bir kısmının (veya bunların uygulanış şekillerinin bir kısmının) 'dönemsel' olduğu ve bu zamanda artık bunlara modern algılar eşliğinde 'yeniden bakılması' gerektiğini söyleyenlerin iddiasıdır. İddia olarak yazıyoruz, fakat aslında bid'adır bu. Sapmadır. Söyleyenin Allah tasavvuru ve marifeti hakkında korkutucu endişeler doğuran bir bid'a. Bid'aların anası. Çünkü gayrı ne kadar bid'a varsa, bu 'öncekilerin tarihselliği' üzerine bina edilir ve (Allah korusun) hayatımıza katılır.

Ebubekir Sifil Hoca, 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasına karşı ilk direnişi sergileyenin Hz. Ebu Bekir (r.a.) olduğunu ifade ediyor bir yazısında. Onun; "Zekat vermeyiz. Çünkü zekat, Allah Resulü sağ iken yapılacak bir ameldi!" diyenlere karşı Ridde olaylarındaki direnişini, onlara karşı harbedişidini, "Hayır, vallahi sağlığında verdiğiniz gibi şimdi de zekatı vereceksiniz!" tavrıyla gösterdiği duruşu, bu söylem sahiplerine karşı Kur'an'ın ezelî ve ebedî bir kelam oluşundan taviz vermemek olarak yorumluyor. Ki, her hatırlayışta okuduğuma şükrettiğim bir tesbittir bu. Bu derinlikli bakışı bana öğrettiği için de ayrıca minnettar ve duacıyım kendisine...

Hakikaten de Kur'an'ın tarihselliği iddiasının, geçmişten günümüze çeşitli versiyonları ve tezahür şekilleriyle tekrar tekrar pişirilip önümüze konduğunu düşünüyorum. Bidayeti Ridde olayları olsa da bu süreç nihayete ermiş değil. Hele modern zamanlarda, seküler bir hayatın zâhiren 'daha çok kazandıran' göründüğü bir devirde, binlerce Ridde olayının aynı anda/zamanda yaşandığını söylesek herhalde abartmış olmayız. O zamanlar sadece zekata karşı gösterilen bu direniş; bugün kurbana, namaza, tesettüre, oruca, recme, el kesmeye, hatta neredeyse modern algılarla uyuşmayan her Kur'anî emre karşı gösteriliyor. Beyni modern algılarla döşenmiş insanın/müslümanın, Kur'an'ı topyekûn inkar etmekten kaçış yöntemi, onu tarihselleştirme.

Tabii yukarıda söylediğim gibi, bunun o kimsenin Allah tasavvuru ve marifeti ile de yakından bir ilgisi var. O kişi için Allah, 'zamanları aşacak ve her zaman haklı çıkacak bir söz söyleyebilen bir Allah' olamadığı için yaşanıyor aslında sıkıntı. Kur'an ayetlerine bakarken de bakışı, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, hodbin. Kendi merkezinde ve doğru bildiği ekseninde baktığı için 'değişmesi gerekenin Kur'an olduğunu' düşünüyor. Baştan çıkmış aynanın, üzerindeki leke için hakikate; "Üstündeki lekeyi sil de gel!" demesi gibi birşey bu. Alîm-i küllî şey olan Hak Teala, sanki modern zamanları ve o modern zamanlarda değişen doğruları(!) görememiş/bilememiş ve mecburen bildiği 7. yüzyıl Arabistan'ı için konuşmuş gibi davranılıyor. En kısa tarafından söyleyelim: Bu Allah tasavvuru, Allah ismi verilmiş, ama Allah olmasına imkan verilmemiş (Allah olmanın hakkı, şanı verilmemiş) sınırlandırılmış bir Allah tasavvurudur. Sadece ismi Allah'tır. Manası, modern zamanların herşeyi insan kadar bilemeyen, suçlamak için ara sıra lazım olan tanrısıdır.

Peki, bütün bu noktalarda Ebubekir Hoca'ya kaçınılmaz bir şekilde katılmamızın ardından, başka bir konuya, Bediüzzaman'a ve onun 'zamanın müfessirliği' yorumuna gelelim. Bir yazısında Ebubekir Hoca, Bediüzzaman'ın, "Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!" ayetine yaptığı bir yorumda söylediği; "Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir..." bahsine bir itiraz (itiraz da denmemeli belki, bir şüpheye dikkat çekiş) olarak şunu soruyordu haklı bir şekilde: Zamanın müfessirliği veya takyidi hangi usül ile oluyor? Ve bu tefsir ve takyidi 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasından nasıl ayıracağız?

Soruları ben bu şekilde anladım ve dibine kadar onlara hak verdim. Bu meselenin Nurcular mabeyninde 'çalışılmış' bir konu olmaktan öte, 'hakkında düşünülmüş' bir konu olduğunu dahi sanmıyorum. Bu nedenle bize düşünmediğimizi düşündürdüğü için Ebubekir Hoca'ya teşekkür ederim. Kitabını okuduğumdan, bu satırlarla karşılaştığımdan beri meseleyi zihnimde müzakere ediyorum. Mürşidimin genel çizgisine baktığımda, elbette onun eteklerine modernizmin ve ehl-i bid'a düşüncesinin çamurlarından iz yakıştırmıyorum. Biz Bediüzzaman'a tavizkâr bir duruş gördüğümüz için değil, dik durduğu için talebeyiz. İçtihad Risalesi müellifinin, Hutuvat-ı Sitte ve Hutbe-i Şamiye sahibinin, Zühre Risalesi yazarının veya annenin mirastaki hakkı, erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesi veya tesettür gibi hususlarda asla gerilememiş Bediüzzaman'ın, Kur'an'ı tarihselliğini savunduğunu asla düşünemem, düşünmüyorum ve düşündürmüyor da.

Bu noktada, bir Nur talebesi olarak, onun 'zamanın müfessirliğini' şöyle anladığını veya şunu kastettiğini düşünüyorum: Ümmetin icmaı. Yahut da ümmetin o ayeti/hükmü yaşayış/uygulayış şekli. Burada da zamanın müfessirliği ile vurguladığının ayetin hükmündeki mutlaklığı ümmetin çeşitli takyidler içinde uygulaması, öyle amel etmesi bence. Nasıl ki, gayrimüslimlerle tüm ticarî, sosyal, hukukî bağlarını koparmadan yaşayageldi bu ümmet; yani bu 'Dost edinmeyin!' buyruğunu mutlak değil, 'duruşunu koruma noktasında bahtiyar bir tereddüt' olarak algıladı; Bediüzzaman da bence takyid meselesinde, ayetin emrinin sahadaki uygulanışına nazarlarımızı çeviriyor. Bu bir 'zamanın ilcaatı' bakışı değil, şimdiye kadar ümmet içinde uygulanış tarzına bir vurgu. Burada vahyin hükmüne bir takyid konuluyorsa, bu takyid modernizminden beslenen bir takyid değil. Ümmetin uygulamasından ve bunun zaman içindeki tezahüründen gelen bir takyid. Ki devamında hemen bunun örneklerine de yer veriyor:

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

Üzerinde çalışılması gereken ve kanaatimce; ehl-i bid'a'nın, bir truva atı gibi Nurculara ve ehl-i sünnete sokulma aracı olarak da kullandığı bu konuya dikkatlerimizi çektiği için Ebubekir Hocama teşekkür eder; Allah'ın, o ve emsalinin ömürlerini uzun ve bereketli kılmasını dilerim. Ümmetin aydınlığı âlimlerinin ömürleridir. (Bir sonraki yazımda modernistlerin Nurculuğu hangi konularda 'kullanmaya' çalıştığına küçükçe temas etmeye çalışacağım. Bu konuda da birkaç şey birikti kafamda. Dışarı çıkması lazım artık.)

Tuesday, May 19, 2015

Hz. Hızır hayatta olmasa ne olur?

Düşe Kalka'da Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abiler 'hayat' üzerine konuştular. Hayat derken, hayatın parçalarından birisi üzerine değil, bildiğiniz hayat üzerine. Yani kendisi üzerine. "Neye canlı, neye ölü diyoruz?" gibi bir soruya gelip dayanan programda 'canlılık' tarifinin İslam'da farklı, modern bilimde farklı olduğunu öğrenmiş olduk. Diyeceksiniz ki şimdi: Farklı olduğunu zaten bilmiyor muydun? Ne yalan söyleyeyim, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis, onlar Rableri katında diridirler!" ayetinin böyle bir "Tanımlarına dön! Sen neye ölü/diri diyorsun?" sorgulaması içerdiğini düşünmemiştim. Bu program sayesinde düşünmüş oldum.

Ortaokul veya lisede canlılığın şartlarını şöyle okuduğumuzu anımsıyorum: 1)Solunum 2)Beslenme 3)Boşaltım 4)Üreme 5)Hareket 6)Hücreli yapı. (Belki bir yedinci madde de vardı, ama anımsayamadım.)

Peki, bu başlıklara münhasır görürsek canlılığı, insan, meleklerin/cinlerin varlığına ve canlılığına nasıl iman eder? İlk gençlik yıllarımda bunun sorgulamasını yaşadığını anımsıyorum. Canlılığı o kadar dar bir alanda tarif ediyordum ki, 'Meleklerle kastedilen belki de sebeplerdir...' diyecek noktaya gelmiştim. Semanın veya yeryüzünün bilimin bir türlü keşfedemediği canlılarla dolu olması fikri tuhaf gelmeye başlamıştı. Şimdi görüyorum ki; canlılığı dar tanımlara sıkıştırmakla bilimin 'tek gözüne' kanaat etmem hatalarımın başlangıcıymış. Yola hangi tanımlarla başlarsanız, yolun sonunda varabileceğiniz de ancak o oluyor. Pencereniz dar olursa, manzaranız ister istemez sınırlı olur. Benim hayat bahsinde penceremi genişleten Bediüzzaman'dı:

"Madem kudret-i ezeliye, bilmüşahede, en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir; ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvânâtın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, o seyyâlât-ı lâtife maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır."

Bu noktada Bediüzzaman'ın hem 19. hem de 25. Söz'de tedrisine tanımlarla başlaması büyük bir dersi barındırıyor. 25. Söz'de "Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?" sorusuyla kapısından girilen kapsamlı tanım; 19. Söz'de, benzer bir yapıda "Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak..." denilerek yapılıyor. Birincisinde Kur'an, ikincisinde ise Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarif ediliyor. Fakat her iki tanımlamada da nazar-ı dikkati celbedecek bir benzerlik var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar..."

"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi..."

Modern zamanlarda kelimelerin anlamlarını kaybedişi; hatta bazen, değil yalnız karşıladığı mananın, kavramların dahi unutulması büyük bir musibet. Bu noktada Risale-i Nur'un böylesi bir kavram dünyasına da davet ettiğini görüyoruz bizleri. Bir mürşidin tedrisine talip olmak, onun kavramlarıyla düşünmeyi gerektiriyor. Yalnız mana değil, lafızlar ve kavramlar da o tedrisin parçası. Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları II'de böyle tarif ediyor kavramların önemini: "Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar." Başka bir makalesinde ise konuyu daha da detaylandırıyor: "Tehlikeli olan bu ruh halidir. Muhtevasını Kur'an ve sünnetin belirlemediği merhamet, sevgi, adalet... gibi büyülü kelimelerin hukukî sahada neyi nereye kadar belirleme gücüne sahip olması gerektiğini kim nasıl tayin edecektir? Hangi ceza türleri bu sözcüklerin kapsama alanında görülmeli ve hangileri bu şişirilmiş alanın dışında bırakılmalıdır?" Benzer yitirilişlere Bediüzzaman'ın da Lemaat isimli eserde dikkatlerimizi çektiğini düşünüyorum:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Peki, hayatın karşılığı/tanımı neden bu kadar önemli? Çerçevesi nereye kadar? Ayetü'l-Kübra Risalesi'ne baktığımızda görüyoruz ki, hayat, müminin kainatı algılayış şeklidir:

"O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti."

Risale-i Nur'da muhtelif yerlerde buna atıflar vardır. İnsanın, kainatı Allah'ın marifetine yönelik okumaya başlamasıyla birlikte varlık hayatlanır, canlanır, anlamlanır. Ona ayna olan herşey Onu tesbih eder. Tesbih eden herşey canlıdır. "Hiçbir şey yoktur ki, onu övüp tesbih etmesin!" ayet-i celilesinden Bediüzzaman'ın çıkardığı ders budur. Bizim canlılık için aradığımız asgarî şartların onlarda bulunmaması canlı olmalarına halel getirmez. Çünkü artık canlılığı bu şartlar münhasır aramayız. Allah'ın esmasına aynalık yapmak yönünde bütün varlık hayattarâne zikir ve tesbihtedir. Hayat dairesi böylesine geniştir. Anlatılır ki; Allah Resulü avuçlarına aldığında taşlar bile hayatlanır ve zikirleri duyulur hale gelir.

Hayat dairesini böylesine geniş anlayan birisi elbette ne Hz. Hızır'ın hayatta olmasına şaşırır ne de Hz. İsa'nın (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) ahirzamanda nüzûl etmesine... Belki Hz. Hızır, Hz. İsa gibi hayatları hayatlarımızdan farklı peygamberlerin üzerinden bize verilen ders de budur: Hayatı yalnızca kendininkinden ibaret görme!

Ebubekir Sifil Hoca, üzerine çokça yazdığı nüzûl-u İsa (a.s.) meselesinin bu noktada tam bir turnusol kağıdı olduğunu söylüyor İslam ve Modern Çağ (3) kitabında. Bir insanın hayat algısını modern zamanların mı, yoksa Kur'an ve sünnetin mi şekillendirdiğini anlamada bu meselenin büyük bir ayraç olduğunu ifade ediyor. Hakkındaki naklî deliller bu kadar kuvvetliyken, aklına uygun bulmayıp Hz. İsa'nın nüzûlünü inkar edenler, modern bilimin 'hayat' tanımını kafalarına yerleştirmiş ve o ezber ile bakınca Kur'an ve sünnetin hayat perspektifine çıkamamış kişiler. Ve tam da bu açıdan Hz. Hızır'ın hayatta oluşu veya Hz. İsa'nın ahirzamanda tekrar dünyaya gelmesi gibi konular, bu insanların kafalarındaki ve dolayısıyla itikadlarındaki sorunları ele veriyor.

Nicedir düşünürdüm Bediüzzaman'ın Mektubat'a "Hz. Hızır hayatta mıdır?" gibi bir soruyla başlamasının sırrını. "Meratib-i hayat beştir..." deyişi çok da lazım olmaz bir bilgi gibi gelirdi önceleri. Şimdi biraz biraz farkediyorum: O mektupta Bediüzzaman; hem ölüme, hem hayata bakışımızı doğru yere oturtmaya çalışıyor. Bugün 1. Mektub'u böyle, yani Kur'an'ın ve sünnetin hayat algısının öğreticisi olarak, anlıyorum. Hasıl-ı kelam: Hayat da dahil olmak üzere tüm tanımlarımız Kur'an ve sünnet eksenine çekilmedikçe, imanın kalesine tam anlamıyla sığınabilmemiz mümkün değil. Çünkü iman ettiğimiz şey, aynı kelimeleri kullansak da, yine modernizm elverdiğince oluyor. Ve modernizm, kendi tanımlarına sığmayan şeyi, itikadımızın en temel parçalarından birisini oluştursa bile, reddeder.

Monday, May 4, 2015

Bereketin resmini çizebilir misin Abidin?

Kardeşlik, bir zorunluluk değil, iman sahibinin varlığı algılayış biçimidir. Bizdeyse daha çok ait olduğumuz grupların dünyevî zaferlerini kazanmalarına kadar katlanılacak bir süreç/zorunluluk gibi. Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı, konferanslarından oluşan bir eserinde tevhidin de, şirkin de birer 'algılayış biçimi' olduklarını söyler. Eğer kalbinde tevhidî bir iman varsa bilirsin ki; varlık bir elden çıkmıştır ve bu nedenle bir bütünün parçalarıdırlar. Birbirleriyle çelişiyor veya çatışıyor olamazlar. Aynı elden çıkmış olmanın, aynı Zat-ı Zülcelal tarafından yaratılmış olmanın bir getirisi olarak amaçlarında bir birlik vardır. Tek taraflı yardım yoktur. Her yardım aslında yardımlaşmadır. Bütün için yardımlaşma.

Teavün/yardımlaşma, bu birliğin okunuş şekli olarak Bediüzzaman'ın Risale metinlerinde altını çoklukla çizdiği birşeydir. Yine tesanüd/dayanışma, tecavüp/cevaplaşma, teanuk/birbirine sarılma da bu birlikteliğin 'okunuş şekilleri' olarak göze çarpar.

"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekàsını temin etmektir...' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip, 'Hayat bir cidaldir!' diye, ahmakane hükmetmişsin."

Şirkten beslenen modern/seküler düşüncenin hayatı bir mücadele olarak görmesinin ardında da teolojilerinin onlara yüklediği bakış açısının izleri vardır. Eğer kainatta bir ilah yoksa veya birden çoksa, o zaman eşya arasında da bir çatışma ve çelişme kaçınılmaz olur. Çünkü varlık aynı elden çıkmış bir bütün olmaz artık. Birkaç elden çıkmış bir mübareze meydanına dönüşür. İlah olması hasebiyle sonsuz olanların, aynı zamanda sınırlı olanı (kainatı) işgal için birbirleriyle mücadele ettikleri bir fesad alanı, varlık onlar için böyledir. Her ulus kendi menfaatine baktığı gibi, ulus-devletler de kendi sınırları içindekilerin menfaatine bakar.

"Eğer ikisinde de (semada ve arzda), Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) mutlaka fesada uğrardı. Arşın Rabbi Allah, onların vasıflandırdığı (isnat ettikleri) şeylerden münezzehtir..." buyuran Enbiya sûresi 22'nin de bize ders verdiği şey budur.

Tabii bu fesad gökte ve yerde yok, fakat seküler düşüncenin etkisinde kalan beyinlerde ve kalplerde izlerine rastlıyoruz. Orada görünüş şekli daha çok İkinci Söz'de altı çizildiği gibi. Bencillikle başlıyor ve karamsarlığa kadar gidiyor. İnsanın iç âleminin fesada uğrayışının bir göstergesi/işareti olarak değerlendirebiliyoruz böylece gafleti.

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor."

Herkes düşman görünüyorsa, hayat bir mücadeledir artık. Hatta dindar diye bildiğimiz insanlardan bile bazen böylesi sözler sudûr edebiliyor. Onlardan duymamızın sebebi, onların da dünyayı konuşmakta en az sekülerler kadar 'Allah'ı hesaba katmayışları.'

Dinî bir yayın mecraının veya en azından dinî hassasiyetleri olduğunu düşündüğünüz bir yayın organının ekonomi ve siyaset alanında verdiği bilgileri inceleyin mesela. Konuşma/yazma şekillerinin en az sekülerler kadar seküler olduğunu görürsünüz. Siyaset tıpkı yukarıda Bediüzzaman'ın yanlışlığını vurguladığı şekilde 'bir mücadele meydanıdır' onlar için. Ekonomi, Allah'ın Rezzak isminin ve dolayısıyla pek de mantıklı/ölçülebilir görünmeyen 'bereket' gibi kavramların buyur edilmediği bir sahadır.

İki kere ikinin dört etmediği, bazen beş yaptığı; hatta bazen iki eksi ikinin yüze tekabül edebildiği bir sahadır bereket. Rum sûresinde; "İnsanların mallarından artsın diye, verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek verdiğiniz zekat ise, işte (sevablarını ve gelirlerini) kat kat arttıranlar onlardır..." ayetini anlayamaz modern akıllar. Alırken nasıl azaldığını, verirken nasıl arttığını kavrayamazlar çünkü. Her hayrın Allah'ın elinde olduğunu düşünmemişlerdir rızkın matematiğine başlarken. Rıza-i ilahiye uygun yaparsanız, her işlem sonsuz artı 'o işlem'dir orada. Bu nedenle sadaka vermek, misafir ağırlamak, ihtiyar ana-babaya bakmak, yetimi gözetmek gibi şeylere hadis-i şeriflerde atfedilen 'bereket' ve 'geçimde kolaylık' gibi şeyleri içlerine sindirmeleri de mümkün değildir.

Dinin sadece dinî şeyler konuşulurken gündem olduğu, siyaset ve onun seyreltilmiş şekli olan ekonomiye tekabül eden meselelerin ise yine sekülerler kadar seküler konuşulduğu bir dünyada Suriyeli misafirlerimizin varlığının belki de ülkemizin selametine hizmet ettiğini nasıl açıklarsınız? Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, beli bükülmüş ihtiyarların belaların def'ine vesile olduğunu söylemesi, sadakanın yetmiş tür belayı engellediği üzerine buyurdukları; ABD'nin faiz arttırımı veya azaltımı karşısında, kişi başına düşen gelir miktarını ölçmenizde ne anlam ifade eder?

Eğer seküler bakıyorsanız âleme, 5 milyar doları Suriyeli misafirlerine harcamış bir Türkiye'nin kazandığı/kazanacağı ne olabilir?

Geçen sene susuzluk tehlikesi yaşarken bu sene barajlarınızın suyla dolmuş olması; ülkenizde otuz-kırk senedir binlerce kişinin ölümüne sebep olmuş bir savaşın barışa evrilmesi; dünyada meydana gelen ekonomik krizlerin sizin ülkenizi fazla sarsmaması; darbe teşebbüslerinin başarısız olması; doğal afetlerden görece mahfuz kalmanız; dört yanınızda savaş varken sizin topraklarınızda huzurla yaşamanız... Bunlar görülmez. Bunları (haşa) Allah yapmamıştır ki, ona göre, neden 5 milyar doların karşılığı olarak bunlar gelsindir? Bunu o öyle düşünür de peki 'dindar' bildiklerimiz Allah'ın cömertlik elini nasıl düşünür? Mazluma yardım edişin, iyiliğin, iyi niyetin, çabanın altında kalacak, karşılığını fazlasıyla vermeyecek bir Allah mıdır (haşa) iman ettiğimiz Allah?

"İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram-helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır."

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde Bediüzzaman'ın naklettiği bereket ile ilgili mucizeleri hatırlıyorum şimdi. Her okuyuş, yeni bir okuyuş, yeniden karşılaşma bazı şeylerle. Neden Hz. Resulullaha böyle mucizeler verildiğini, hem neden bu mucizeleri Bediüzzaman'ın o eserde derlediğini; hem neden o mucizelerin bazılarında, olayın şahidi olan sahabilerin 'ölçmeye kalktıklarında' bereketin kesildiğini şimdi daha farklı anlıyorum. Bizim biraz ölçmemeye ihtiyacımız var galiba. Hesap etmemeye. Sadece emredildiği için yapmaya ve Allah hakkında hüsnüzan etmeye. Veya en azından böyle şeyleri konuşurken asıl yaratanın/besleyenin o olduğunu unutmamaya. Allah'ın mülkünü Allah'ın tayin ettiği kadere bırakmaya.

"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."

Ebubekir Sifil Hoca'nın İslam ve Modern Çağ 3'te Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın saçından veya sakalından vs. parçaları saklamaya sahabenin gösterdiği hassasiyeti bugünün insanlarının anlayamayışını analiz ederken altını çizdiği çok önemli birşey var. Böyle şeyler bugünün seküler bakış açısıyla kavranacak şeyler değil. O günün mümin kalbini ve bakış açısını bilmekle yakalanabilecek sırlar. Bazı şeyler var ki, bugünün politikasıyla, siyasetiyle veya ekonomik anlayışıyla açıklanamayabilir. Çünkü zaten bunların konusu değildir, yapılmamalıdır:

"Biz, dünyanın peygambersiz döneminin yetimleri, bir peygamberin yanında/yakınında olmak nedir bilmiyoruz. Bir peygamberin eline eteğine, elinin eteğinin değdiği eşyaya 'dokunma'nın insanda hasıl edeceği depremi bilmiyoruz. Bizim için önemli olan, bu dünyada başımızı sıkıntıdan kurtaracak formülü keşfedip rahata ermek; peygamberlerle birlikte iken karın tokluğuna razı olmanın, biriktirmemenin ve yüzü ahirete dönük yaşamanın bizim için şu anda çok fazla bir önemi yok."

Thursday, April 16, 2015

Sorusu sorgulanmamış cevap yanlıştır

Hucurât sûresinin 6. ayetinde, kısa bir mealiyle, buyruluyor ki arkadaşım: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” İşte ben de bu yazıda, şu muazzez ayetin anlam katmanlarından birisini, “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla anlatacağım. Tevfik yine Hüda’dandır. Hidayetimizi Ondan dileyelim.

Bir kapı lazım şimdi. Şuna ne dersin: Cevap sualden başlar. Sual de cevabın başıdır hem. Nasıl? Onun da haritası şöyle: Cevap vermek bir açıdan da ‘kabul etmek’tir. Yani muhatabının sorusunu ‘soru’ olarak benimsemek, endişesinde hakvermek ve ‘ona göre’ arayışa girmektir. Bu zeminde cevap veren ister-istemez ‘soruya katılan’ olur. Onunla kalıplanır. Onunla dualanır. Duygulanır. Mesaiye girişir. İddiasına, şüphesine veya karşılık geldiği boşluğa katılınmayan soruya cevap aranılmaz. Cevap vermek aynı zamanda bir kapılmadır/aldırmadır senin anlayacağın arkadaşım. Ancak önemsediğine cevap vermekten keyif alır insan.

Kendi yarasına da merhem çalmaktadır zira cevap verirken. Bu ‘merhem çalma’dan kasıt nedir? Cehlin yarasına tedavidir. Birşeyler öğrenmedir. Kur’an sormayı öğrettiği için de rahmettir. Ve yanıtları öğrenmek şifadır. Peki cevap veren sualden nasıl öğrenir? el-Cevap: Cevap veren de sail sayesinde soruyu öğrenir. Öyle sormayı öğrenir. Öğrenme de, bulmadan önce, aramadır zira. Peşine düşüp kurcalamadır. Üzerine tasalanmadır. Tefekkürle dualanmaktır. Ve muallim kendisine yeni bir dua öğreten her soruya teşekkür eder. Hiç sorusu olmamışlar neye cevap bulabilir? Bu sadedden, Bediüzzaman’ın da talebelerinden gelen bazı soruları ‘ehemmiyetli’ veya ‘mühim’gibi tavsifatla andıktan sonra, cevapladığına şahit oluruz. Belli ki o sorular mürşidimi de heyecanlandırmıştır. Hatta mezkûr perspektiften ‘birinci talebem’ dediği Hulusi ağabeyin yeri hikmetle pırıldar. Çünkü Mektubat’ın epey kısmı onun sorularına cevap sadedinde yazılmıştır.

O zaman, yalnızca cevaplarımıza değil, sorulara da dikkat etmemiz gerek. Niçin? Bir soruyu kabullendiğimizde/kuşandığımızda o sorunun bakış açısını da kabulleniyoruz/kuşanıyoruz zira. Evet. Soruyu sorana, dayandığı zemine ve şüphenin içeriğine dair bir onayın ardından cevap ameliyesi başlıyor. Bu nedenle yanıt arayışı, arkadaşım, sorunun sıhhatine dair bir sorgulamayla başlamalıdır önce. Sorunun makul bir telaşa işaret ettiğini anladığımız zaman cevap vermek haklı olur. Tuzaklı sorulara karşı tetikte olmak üstlerine atlamaktan erdemlidir.

Özellikle İmam-ı Malik rahimehullaha dair aktarılan kimi menkıbeler, böylesi meselelerde, nasıl sağlam bir tavır içinde olduğunu anlatırlar bize. Mesela: Uzaklardan gelen bir elçinin yirmi sualinden ancak birkaçına cevap verdiğinde, elçi mızmızlanır, “Geri döndüğümde insanlara ne derim?” diye sorar. Hazret-i İmam, tutumundan gayet emin, şöyle cevap verir: “Onlara ‘Malik bu işin altından kalkamadı’ de!”

“İki komşu düşünün. Biri ahlaksız ve namussuz. Bu sayede mal ve mülk sahibi oluyor. Rahat bir hayat yaşıyor. Şimdi fakir olan diğer komşu kendisine şu soruyu soruyor: Neden onun hayat standartları bende yok? Bu soruyu sorduğu andan itibaren modernizmin kıskacına düşmüş demektir. Çünkü o andan itibaren değerler sistemi, hedefi ve kaygısı değişmiştir. Öncelemesi gereken ‘ahlaklılık ve namusluluk’ mudur, yoksa zenginlik ve konfor mu? İslam dünyası ikinciyi öncelediği için yanlış başladı. Oysa bizim kimliğimiz onu dışlama üzerine kuruludur.”

Ebubekir Sifil Hoca, Sözü Müstakim Kılmak’ta, İslam modernizminin coğrafyamızda nasıl başladığını izah ederken şunun altını özellikle çiziyor: “Modernizm, oryantalizmin İslam’ın önüne koyduğu sorular üzerindeki zihnî mesai ile başladı.” Yani İslam’ı artniyetli bir analize tâbi tutan oryantalistlerin ortaya koydukları maksatlı, hileli, çarpıtıcı sorular hiç sorgulanmadan, eşliklerinde başlayan bir ismetsiz tefekkür, bir hak veriş; cevap verenlerin bir kısmını hidayetten etti. Mahalle değiştirtti. Cevap verelim derken maşa oldular. Çünkü, en başta da söylediğimiz gibi, cevap vermek bir yönüyle kabul etmekti. Bulanmaktı. Kalıplanmaktı. Yönlendirilmekti.

“Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.”

Ben Bediüzzaman’ın Eski Said dönemine dair yaptığı eleştirilerde de bunun kokusunu alıyorum bazen. Geride bırakmaya çalıştığının biraz da bu olduğunu seziyorum. Elbette Bediüzzaman’ın modernistlerin düştüğü hiçbir hataya düştüğüne rastlamıyoruz metinlerinde. “Muhatabım Ziya Paşa değil Avrupa meftunlarıdır...” dediği noktadan hiç kıpırdamıyor. Ama mesela kendisini eleştirmek noktasında bazen şöyle şeyler söylüyor:

“Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.”

Aslı Mesnevî-i Nuriye’de Zühre Risalesi olan, 17. Lem’a’da da Notalar sûretinde bulunan bu bahis boyunca Bediüzzaman, tıpkı yukarıda önemine dikkat çektiğimizi meseleye dokunur gibi, sürekli soruların sıhhatini masaya yatırıyor. Bid’akâr algıların zeminini yokluyor. Misal: Altıncı Nota’da kafirlerin çokluğu-ittifakları üzerinden geliştirilebilecek “Onlarda da haklılık yok mu?” tarzındaki bir suali, “Elbette bunda da bir hakikat var!” şeklinde değil, çokluklarının niteliksizliği ve ittifaklarının mahiyetinin çürüklüğü üzerinden yanıtlıyor. (Daha sonra bu duruşunu 20. Lem’a’da genişçe ifade edecektir.) Yani soruya, dayattığı algı üzerinden değil, zemininin hakikatsizliğini ifşa ederek cevap veriyor.

Buna emsal, Risale-i Nur’un daha pekçok yerinde, soruya cevap verilmeden önce ‘ne denli sıhhatli olduğu sınanarak’ cevap verildiğini görüyoruz: “Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.”

Bunun başka bir cihetini de İshak Özgel Hoca, Alternatif Bakış’a konuk olduğunda, anlatmıştı. Risale-i Nur’un bilimsel tefsirlerden farkını şöyle belirtmişti: Bediüzzaman, Kur’an’ın i’cazını ispat ederken, o gün için ulaşılmış bilimsel teorilerden/verilerden ziyade, vahyin istimal ettiği gibi, her zaman şahid olduğumuz olayları tercih ediyor. Çünkü o teoriler/veriler, bilim tedricen geliştiği için, yenileri elde edildiğinde eskimeye mahkûmdurlar. Böyle tefsirler yazanların eserleri de bu yanlışlanmadan/eskimeden ister-istemez yara alır. Bediüzzaman ise, her zaman tekrar eden ve herkesin şahid olduğu olayları kullanarak, eserinin eskimesinden büyük ölçüde korunuyor. Yanlış kalıplardan kurtuluyor.

Yani, özetlersem, üzerimize üzerimize gelen sorular karşısında iki önceliğimiz var arkadaşım: 1) Soruların dayandığını mantığı sorgulamak. 2) Soruların dayandığı verileri sorgulamak. Özellikle içimizden gibi görünen ehl-i bid’a/modernist taifenin soruları karşısında bu refleksi korumamız gerekiyor. Evet. Bediüzzaman’ın eserlerinde bize en çok öğrettiği şeylerden birisi bu bence: Modern zamanın sorularını da sorgulamalıyız. Ve bu da beni alıp yazının en başına götürüyor: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” Öyle ya. Fâsıkların haberleri yalnızca cevaplarla yayılmıyor ki. Sorular üzerinden de yayılan yanlışlar var. Yanlış soruya doğru cevap verilmez. İşte onlardan birisi: Müslümanlar neden geri kaldı? Bu soruya şöyle cevap vermeye başlamamız lazım: Müslümanlar sahiden geri kaldı mı?

Sunday, February 22, 2015

Fazla NLP itikadı bozar mı hocam?

“Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara ‘İnsanlar size karşı toplandı, onlardan korkun!’ dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: ‘Bize Allah yeter, ne güzel vekildir O.’“ Âl-i İmran sûresi, 173.

Mü’minin varlık algısı ister istemez iyimserdir. Ayrıca bir gerekçe gerekmez. Allah’ın marifetinden gelen bir sezgi; yani esma, sıfat ve şuunat bilgisi; o marifet içindeki muhabbetullah; Yaradanın güzelliğinden gelen güzel düşünüş; algısını iyimser kılar. Ali Şeriatî’nin İslam Bilim’de söylediği gibi: Tevhid sadece kulun Allah’a bakışını değil eşyaya bakışını da etkiler. Bütün âlemlerin aynı Rabbü’l-Âlemîn’in tasarrufunda olduğuna iman edenler için âlemlerden hiçbirisi artık düşman olamaz. Çünkü varlık, aynı kudret elinden çıkmış olmaları hasebiyle, çatışık ve çelişik olamaz.

Şirkin bölünmüş teolojisiyse çatışmaya ve çelişmeye müsaade eder. “Hayat bir cidaldir!” mottosunun itikadında şirk barındıran coğrafyalardan çıkması şaşırtmaz bu yönüyle. Evet. Enbiya sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi:“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu.” Doğrudur. İlah sayısının birden fazla olduğunu sanrıladığınız bir âlemde sonsuzların sınır kavgası kaçınılmazdır. Ha, âlemde hakikati yoktur bunun, ama müşriğin varlık tasavvurunda vardır.

“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer.”

Dikkat ederseniz: Bediüzzaman’ın ‘cesaret’ ve ‘iman’ arasında kurduğu ilgi bir ‘bastırış’ değil. Hayır. Korkunun vesilesi olan şeyleri ‘doğru şekilde anlamlandırmaktan’ kaynaklanan bir içhuzur şeklindedir o. Eski Said döneminde de bunu ‘tren ve çocuk’ misaliyle şöyle izah eder:

“Bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. ‘Bana rastgelenlerin vay haline!’ dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’ (...) Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!”

23. Söz’ün 2. Nokta’sında ise bu analizi geleceği-geçmişi de içine alacak şekilde daha geniş uygular: “İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı muzır birer canavar hükmünde bildirir...”

Acılar nasıl açıklanmalıdır o zaman peki? el-Cevap: “Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Yani varlık bizim onu anlamlandırışımıza göre anlam kazanan nötr bir durumda görülmemelidir. Allah varlığı esmasının, sıfatlarının ve şuunatının gereği olarak ‘hayır’ üzere yaratmıştır. Bizim suistimalimiz onu ‘bizim adımıza’ şer yapar. Hatta bunun rayihası külliyatın her yerine öylesine sinmiştir ki: ‘Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak’ pek fena bir memlekete düşmez. Ya? ‘Nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ Yani memleketin fenalığı kendisinden değildir. Nazardandır. Yani bakıştaki arızadandır.

Peki ben bütün bunları neden yazdım? Çünkü bakış açımızdaki sorunların zamanla itikadı da etkileyen bir yanı olduğunu düşünüyorum. Varlığı algılayış şeklimizin kalbimizde yakılacak nurla bir ilişkisi var. Yahut da şöyle söyleyelim: Kalbimizde yanan nurun, duvarımızda asılı Mushaf’ın, dilimizdeki kelime-i şahadetin bizden istediği bir ‘nazar’ var.

Bir de ahirzamanın dayattığı bir vehmî açı var. Haklılığı kuvvette bilen, varlığı düşman olarak gören, hayatı mücadeleden ibaret sayan, hedefini menfaat düşünen, muvaffakiyeti takvayla değil kazançla ölçen bir nazar bu. Bir nümunesine de meşhur bir ‘NLP Uzmanı’nın twitinde gördüm. Şöyle diyordu: “Gelecek düşmanınızdır! Çabalayıp dostunuz yapamazsanız sizi kölesi yapar!” Doğrusu buna katılmak mümkün mü? Gelecek, tıpkı biz gibi Allah’ın bir mahluku olarak, düşmanımız olabilir mi? Varlık böylesi bir çelişkiye müsait mi? Bu tevhide uyumlu bir düşünce mi?

İşte payımıza düşen bireysel tecdid arkadaşım: Yüzümüzün kapitalizmin kurguladığı başarı formüllerine değil sünnete dönük olması lazım. Çünkü kainat seküler düşünceye göre yaratılmadı. Allah geleceğimizi düşmanımız kılmadı. Çabalayıp küfürle, gafletle, fıskla onu kendimize düşman etmezsek hep dostumuz olacaktır. Mü’min varlığa böyle bakmalıdır. Saadeti buradan gelir. Bu nedenle kadere suizan da barındıran mezkûr sözün itikadî anlamda iyi çağrışımlar içermediğini düşünüyorum.

NLP gibi tastamam dünyevî bilgi alanlarının böylesi aforizmalar ardından itikadımıza yönelik saldırılar yapmasına karşı uyanık olmamız gerektiği kanaatindeyim. Evet. Ebubekir Sifil Hoca’nın da İslam ve Modern Çağ kitabında dediği gibi: “Dikkat edilecek nokta: Kitap okurken bilincimizi teyakkuz halinde bulundurmak, kimden sadır olursa olsun ve ne şekilde takdim edilirse edilsin, itikadî sahaya taalluk eden ‘aykırı’ görüşleri eleyecek zihin duruluğunu elde etmek...” Asıl meselemiz budur. Buna sahip olduğumuzda gündemimize sokulanları tahlil edebilme yeteneği de kazanacağız. Demek ki: İtikadımız kalbimize girecekler için seçici geçirgen bir hücre zarı mesabesindedir. Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın. Âmin.

Saturday, February 7, 2015

Ben neden Nihat Hatipoğlu’cu değil de Ebubekir Sifil’ci oldum

“Nitekim içinizden size ayetlerimizi okuyan, kötülüklerden arındıran, Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara sûresi, 151)

Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.

Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.

Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.

Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.

Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:

“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.

Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.

Saturday, January 10, 2015

"Çünkü o, o idi. Ben de ben."

Alberto Manguel, Kelimeler Şehri'nde naklediyor: Montaigne, Denemeler'de, genç yaşta ölen dostu Étienne de La Boétie'yi anlattığı kısımda, okurun diliyle kendisine sorduğu; "Peki, onu neden bu kadar çok seviyordun?" sorusunu şöyle cevaplar: "Bunu ifade edemem sanıyorum." Fakat kitabın 1592 yılındaki baskısında şöyle bir ilave yapar bu cümleye: "Bunu ifade edemem sanıyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim size: Çünkü o, o idi." Daha sonraki dönemde ise farklı bir kalemle tashih nüshasına bir cümle daha ilave eder. "Çünkü o, o idi. Ben de ben..."

Montaigne, basit bir cevabı vermekte neden zorlandı? Neden bu kadar sene bekledi? Veya neden arkadaşının iyi huylarından birkaçını sayarak en kolayı tercih etmedi? Öyle ya, bana sorulsaydı bu, o kadar sene beklemeye de gerek duymaz, "Hoşsohbetti, hazırcevaptı, neşeliydi, yardımseverdi, çalışkandı, dürüsttü, karagün dostuydu vs." gibi pekçok şeyi saymış olurdum herhangi bir arkadaşım hakkında. Ve muhatabıma da bu cevaplardan herhangi birisi (hepsine de gerek yoktu) yeterli gelirdi. Montaigne neden böylesi kolay bir yolu tercih etmedi? Neden bekledi? Neden doğru cümleyi aradı onca sene? Ve "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." derken neyi buldu?

Bediüzzaman, İçtihad Risalesi'nde, "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor..." diye başladığı bölümde, bir nüansı ıskaladığımızın altını çiziyor musırrane: Hikmet ve illet ayrımı. Kendi cümlelerinden okuyalım:

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir."

Yani ne yapıyor şu zamanın nazarı: Birşeyin asıl yapılış nedeniyle, o yapılışla gelen sonuçları/faydaları birbirinden ayıramıyor. Yahut o faydaların üzerinde o kadar duruyor ki, asıl yapılış nedenini ıskalayacak bir noktaya geliyor. Bu sonuç endekslilik, yani fayda mülahazası, yapılan içtihadın hedefini de yerinden oynattığı için onu arzî hale getiriyor, semavî olmuyor. Peki, arzî hale gelmek ne demek? Ben bu kısmı, biraz Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abilerin "Kendi semanı gördün mü?"[1] başlıklı (Düşe Kalka Muhabbet'in 20. bölümü) programından hareketle anlıyorum: Herşeyin seması, aslında onun manası. Manasının âlemi. Ve herşeyin bir seması var, tıpkı Sözler'de Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır." Ve aslında sanıldığı gibi mana maddeden değil, madde manadan yaratılır: "Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir..." ve "Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor. İşte, şu kainat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevî ve ilmî mehasinin tereşşuhatıdır."

Yani bu ne demek? Maddi dediğimiz manevî olandan sızıyor/yaratılıyor; manevî olan maddi olandan değil. Halbuki Sadık Yalsızuçanlar'ın da bir söyleşide[2] (Kahve Bahane programı) söylediği gibi modern medeniyette işler böyle yürümüyor. Önce eserler ortaya çıkıyor, sonra bunların polemiği yapılıyor. Maddeye manayı insan katıyor.

İşte, kanaatimce, sonra polemiğini yapmak arzîliktir. Mananın evvel olduğunu düşünmek semavîliktir. Hikmeti konuşmak da 'sonra olacaklara' baktığı için bir nevi arzîliktir. İllet ise vücuddan öncesine baktığı için semavîliği temsil eder. Yüzümüzü Kur'an'a dönelim şimdi. Hatırlayalım: Allah, 'gökleri ve yeri yaratan' olarak anılır Kur'an-ı Kerim'de. Önce gökleri, sonra yeri. Hatta bu tekrar be tekrar anıştaki sırdan dolayı Bediüzzaman Hazretleri Ayetü'l-Kübra isimli eserine şöyle başlar:

"Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır."

Bizde şöhreti çok olan İhlas Risalesi'dir. Ama okuduğumda karnıma yumruk yemişim gibi hissettiren ihlas tarifini ben İşaratü'l-İ'caz'da bulurum: "İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."

Ebubekir Sifil Hoca da bu asrın en büyük tehlikelerinden birisinin 'teslimiyetin yitirilmesi' olduğunu söylüyor. Yani insanlar ellerine geçen hadislere/ayetlere NASA'dan gelen bilgiler kadar güvenmiyorlar artık. Ötekini sınamaya ihtiyaç duymadıkları halde, bunu mutlaka sınamaya ihtiyaç gösteriyorlar. Eğer bilim de doğrularsa kalpleri mutmain oluyor imana ve takvaya dair şeyleri. Bence bu teslimiyetin yitimi; aslında illetin yitimi, ihlasın yitimi, emredildiği için yapılması'nın yitimi, maddeden önce gelen mananın yitimi. En başa döneceğim yine: Montaigne sevgisini açıklarken "Çünkü o, o idi. Ben de ben..." demişti. Hangimiz bugün "Neden namaz kılıyorsun?" veya "Neden oruç tutuyorsun?" veya "Neden örtünüyorsun?" gibi sorulara böyle bir özgüvenle cevap verebiliriz: "Çünkü o Allah'tır, bense kul." Bence, cebimizde çok hikmet var, fakat neredeyse illet kaybolacak aralarında.






[1] İzlemek isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=_ot4VStWzsk
[2] İzlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=nF42ckA24uU

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...