Showing posts with label Hafıza. Show all posts
Showing posts with label Hafıza. Show all posts

Friday, August 23, 2024

Molozların mimarlığına kim inanır?

Bediüzzaman Hazretleri inci-mercan eserlerinin bir köşesinde de diyor ki: "Sâni, masnû içinde olamaz." Bu hakikate en çok tohum misaliyle yaklaşıyorum ben. Evet. Tohum. Çünkü tohum zâhirî nazarda hem inşa edilen hem yıkılandır. Yani, bir tohum çimlenmeye durduğunda, aslında kendisini yıkmaya durmuştur. Başkasını inşa ederken benliğini yıkmaya başlar. Çürür. Fakat o çürümenin içinde hayat vardır. Yepyeni bir varoluş vardır. Tohumluktan çok aşkın bir inkişaf vardır. O yüzden tohumun hali hem masnû hem Sâni olmayı kaldıramaz. Zira yaratan olmak kendisi kalabilmekle mümkündür.

Bir mimar yapacağı binayı hergün başka bir 'şey'e dönüşerek inşa edemez. Bir inşa faaliyeti yürütmek özünde intizamlı bir faaliyet yürütmektir. Bu da fiilerin tamamının bir bütünün amacına hizmet etmesi anlamına gelir. Aynı amaca hizmet etmek insan bedenine kıyasla ruh sahibi olmak gibidir. Bütün zerrelerin birbirinin amacında olması lazımdır. Bütünün amacına hizmet etmesi lazımdır. O sayede bütünlük devam edebilir olur. Eğer bir mimar, inşa faaliyeti sırasında, sabitesi kalmayacak şekilde değişken olursa, elinden çıkan fiiler de düzenliliğini yitirir. Kendisi olmayı hatırlamayanlar vâdeli eylemlerde bulunamaz. Hafızası olmayanın düzenliliği yoktur. Ruhu olmayanın bir amacı takip etmesi mümkün değildir. Hafıza yokluğunda irade de yokolur. Değişkenlik, sahibiyle birlikte, fiilerin arasındaki bağları da yokeder. Fiilerin bağı kalmadığında, yani bir amacı takip ediyor olmadıklarında, vücud sahası terkedilir. Denilebilir ki hatta arkadaşım: Her türden bomba en özünde mezkûr sulhü bozmaya dayanır.

Bu pencereden baktığımızda 'kanun' kabilinden kainatta gördüğümüz her tekrarın aslında 'büyük bir hafızanın izleri' olduğunu söyleyebiliriz. Fizik eşyanın 'nasıl eyleyeceğini hatırlaması' gibidir. Kimya yine öyledir. Biyoloji yine öyledir. Aslında bütün bilimdalları varlığın 'sanki ruh sahibiymiş gibi' kendiliğini tekrar etmesi sırrına bağlanır. Ahmed'i bugün yaralayan yarın da yaralar. Bu Ahmed'i bir karakter sahibi yapar. Ona Ahmed denmesini sağlayacak sabiteler sahibi yapar. Prensip sahibi olmak kendiyle çelişkiye düşmemektir. Ruh bu türden kendiliklerimizin yekününe benziyor. Allah her an değişen bedensel varlığımız içinde kendimizi tanımamızı sağlayan bir 'sabiteler âlemi' bulunduruyor. O sabite âlemi sayesinde ne bedenimizdeki ne de çevremizdeki değişimler bütünlüğümüzü dağıtamıyor. Evet. Hiç değişmiyor değiliz. Kabul. Ama yine de kim olduğumuzu hatırlamayacak kadar değişmeyiz.

Kütle çekim yasası bir hafıza tezahürüdür. Nasıl? Şöyle: Yani kütle ne yapacağını 'hiç unutmamacasına' hatırlamaktadır. Hatta insandan da iyi hatırlamaktadır. Unutkanlığı sıfırdır. Yoktur. Varolduğu her yerde fiziğiyle, kimyasıyla, biyolojisiyle vs. birlikte vardır. Evet. Ne muhteşem birşey! Varlık, o varlığın 'ne'liğini taşıyan ilmiyle beraber varolmaktadır. Bir demir atomu görevlendirdiğiniz her yerde o "Ben hâlâ o tanıdığınız demirim arkadaşlar!" demeyi unutmaz. Hem de hiçbir detayıyla unutmaz. Bilimin bile kuşatamadığı kadar unutmaz. Bilim ancak bu hafızayı çözdüğü kadar bilimdir.

İşte ben bu 'hafıza delili'ni yaratılışın delili saymaktayım. Zira hafıza arkasında ilmi görmekteyim. Hafıza da bilmenin bir tezahüründen başka şey değildir nihayetinde. Hatırlayan ancak bildiğini hatırlar. Daha büyük bir hakikate doğru başımızı kaldırırsak hatta: Unutmayanın hatırlamaya da ihtiyacı olmaz.

Dikkat kesilelim: Canlılarda, hatta canlıların en üstünü insanda bile, dörtbaşı mâmur şekilde bulamadığımız şu hafızayı cansızlarda en muhteşem şekliyle bulmaktayız. Ben âdemiyetimi unuttuğum işler yapabiliyorum. Ne bileyim, yalan söyleyebiliyorum mesela. Yahut çeşitli zulümler işleyebiliyorum. Pişman olabiliyorum. Bedeli sayılacak vicdan azapları çekiyorum. Vicdan hafızayla beraber çalışıyor. 'Olması gereken' diye hafızamda tuttuğum şeyin izini kaybettiğimi farkediyorum. Cansızlar bunu asla yapmıyorlar. Cansızlar asla pişman olmuyorlar. Zaten pişman olacakları bir hafızasızlık da işlemiyorlar.

Çok dolaştırdım sizi. Epey de yordum. Tohuma geri döneyim. Tohum yapacağı şeyi kendisini yıkarak inşa ediyor. Tohumun ağaçlığı esasında tohumluğundan vazgeçişi. Tohumluğunu yıktığında ağaca dönüşüyor. Fakat bir Ustanın kendisini öldürerek eserini inşa etmesi mümkün değil. Hem yıkılan hem yapan olması mümkün değil. Yıkılan yapma yeteneğini kaybeder. O yüzden, mürşidim başka bir yerde, "Maahaza, icadın esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkil ediyor..." dedikten sonra şunun imkansızlığını anıyor: "Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir: Kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan taşlar gibi..."

Hem hâkim hem mahkûm olmak, işte, yukarıda benim de işaret etmeye çalıştığım şey. Şeylerin varoluşundaki acayip şey. Birşey varolurken sebepler dairesinde kendisini varedeni yıkıyor. Sebep, hâşâ, artık nasıl bir yaratıcıysa, kendisi yokolurken varoluyor yarattığı. Tohum kurban olurken ağacın sırrı ortaya çıkıyor. Halbuki altını çizmiştik: Yaratış süreci yaratan için bir 'kendi olarak kalma'yı zaruri kılar. Gezegenler etrafında düzenle dönüyorsa bu güneşin sabiteliğindendir. Allah Kadîm'dir. Hep vardır. Öncesi yoktur. Ezelî'dir. Değişmez. Bâkî'dir. Sonrasından bahsedilemez. Evet. Sabiteliği böyle Subhan bir sabiteliktir. Kainattaki muhteşem değişim de ancak böyle bir sabiteliğe dayanırsa varolabilir. Anların bile yeni âlemler vücuda getirdiği bu düzen kendisini yıkarak doğuran bir anneliği kaldıramaz.

Belki biraz da bu hikmetle İhlas sûresinde buyrulur:

"O ne doğurmuştur ne de doğurulmuştur."

En büyük resme baktığınızda, hâdis olan, sonradan olan, değişen, dönüşen herşey bir tohuma benzer. Herşey başka birşey olurken kendiliğini yıkar. Ödün verir. Dağılır. Kainat, parçalarının tamamı başka tohumlar yaratılırken yıkılan tohumlardan oluşan 'bir büyük tohum'dur. Yüzü ahiret ağacına bakan bir tohumdur. Yıkılmaktadır. Bir bina yerine yapılacak binanın nasıl mimarı olabilir? Halbuki kendisi yıkılmıştır. Kendisi kendisi kalamamıştır. Malzemesi diğer oluşun hammaddesi kılınmıştır. Diğer oluşun hammadesi olacak derecede parçalanmışken, ademe yaklaşmışken, nasıl olup da yeni bir inşaatı yaratacak kadar muhteşem bir sabiteliği saklayabilmiştir? Subhanallah. Bediüzzaman Hazretlerinin "Sâni, masnû içinde olamaz..." derken vurguladığının biraz da  bu olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Allahu a'lem. Evet. Altını çizelim: En doğrusunu elbette Allah bilir. Ben de affımı o Rahman'dan dilerim.

Monday, November 21, 2022

Erdoğan'ın Sisi'ni de Ehl-i Beyt dağıtır

"Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!"
Lemeat'tan.

George Orwell'ın karaütopyası 1984'e sık sık atıflar yapıyorum yazılarımda. Zira, kitap, siyaset-devlet yaklaşımımızdaki aşırılıkların ne denli uç boyutlara götürülebileceği ile ilgili önemli öngörüler içeriyor. Bu öngörülerden birisi de 'Gerçek Bakanlığı'dır. Evet. Peki 'Gerçek Bakanlığı' nedir? Gerçek Bakanlığı, devletin o dönemde güttüğü siyaseti, 'tarihin-bilimin gösterdiği tek hakikat' olarak lanse eden bir kurumdur. Bunu yaparken de mevcut kayıtlarda, belgelerde, metinlerde (dolayısıyla onlara yaslı hafızalarda da) oynama yapmaktan çekinmez.
 
Sözgelimi: Türkiye Almanya ile savaşta olsun. Hemen Gerçek Bakanlığı memurlarına bir emir yollanır. Türkiye ile Almanya'nın geçmişte dostluk yaptıklarına dair bir kayıt-bilgi varsa hepsi yokedilir. Yerlerine 'iki ezelî düşman' olduklarını belirtir ifadeler yerleştirilir. Yani mazi yeniden düzenlenir. Böylece siyasetin girdiği yol 'toplumun-tarihin tek gerçeği' olur. Daha sonra Almanya ile ittifak mı yapıldı? Bu defa tekrar kayıtlar ele alınır. Düşmanlığımızı belirtir satırlar elden geçirilir. 'İki ezelî kardeş' olduğumuzun iltifatları yerleştirilir. Orwell'ın karaütopyasında devletler halkların zihinlerini bu detaylara kadar yönetirler. Böylece kendileri gel-git yaşamış olmazlar. Ya? Onların gelgitlerine göre tarih-toplum değişir.

Devletin ismetine toz konmaz. Uzağa gitmeyelim. Türkiye'nin yakın tarihinde de Orwell'ın bu öngörüsünün izleri vardır. Cumhuriyet kurulduğunda yazılan 'resmi tarih' toplumsal hafızamızda bir silbaştan yapmayı denemiştir. Bize, bin yıldır mücadele ettiğimiz Avrupa'yı dost, bin yıldır beraber cihad ettiğimiz müslüman kardeşlerimizi de 'hain' göstermiştir. Latin alfabesini 'Türk alfabesi' diye satmıştır. Şapka 'Türk giyeceği' olmuştur. Rakı artık 'milli içecek'tir. İncesine girdiğinizde daha birçok şeye teşebbüs etmiştir de! Fakat 5816'yla başımız belaya girmesin diye hızlı geçiyoruz. Kalemimizi aceleyle 'sadede gelmeye' davet ediyoruz. Çünkü asıl derdimiz başka. Şu Gerçek Bakanlığı'nın Ehl-i Beyt'i de yoketmeye çalışmasıdır asıl yaramız.

"Kuzum ne arasın Ehl-i Beyt Orwell'ın romanında?" demeyin muhterem kârilerim. Orada aramaz da Bediüzzaman'ın metinlerinde şöyle yeralır: 

"Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Evet. Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt'i ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü Ehl-i Beyt bu ümmetin asıl/hakiki hafızasını oluşturuyor. Siyasî otorite yalpaladığında, günden güne doğruyu-yanlışı becayiş ettiğinde, pragmatizmi fazla kaçırdığında, "Bu yaptığın yanlıştır!" diyecek, yerini bozmayacak ama fiilî siyasete de talip olmayacak ulema-evliya kadrosu İslam siyasetinin mihenk taşlarından birisini teşekkül ediyor. 

Bu mihenkler köşetaşları gibi birşey yapmaz görünürler. Ancak onlarsız herkes yolunu kaybeder. Öylece varolmaları dahi nimettir yani. (Allah, Ehl-i Beyt'in hakiki varislerini başımızdan eksik etmesin, âmin.) Çünkü duruşlarının toplum üzerindeki etkisine bakarak siyasi kadrolar kendilerini düzeltme imkanı bulurlar. Bazen gönülleriyle bazen de üzerlerindeki ilgiyi kaybetmemek için bunu yaparlar. Aksi durumda hâkim siyasetin maslahat telakkisine ayar çekebilecek kimse kalmaz. Dünün beyazı bugünün siyahı olur. Dünün siyahı bugün beyazdan beyazlaşır. Muhalefetin de en az iktidar kadar zemini oynaktır.

Bense günümüz tartışmalarına yüzümü döndüğümde Ehl-i Beyt'in fonksiyonunun kimilerince bir şekilde makaslanmak istendiğini görüyorum. Onlar siyasetin 'uyarılmasından' ziyade 'ululanmasını' istiyorlar. Bu nedenle de, bir siyasi, evvelden gittiği yolu terkettiğinde herşeyi silbaştan yazmak arzuluyorlar. İşte günümüzden bir delili: Erdoğan'ın Sisi'nin elini sıkmasıdır. Erdoğan gülümseyerek Sisi'nin elini sıkınca Sisi'nin katlettiği binlerce Mısırlı müslüman tekrar hayata mı dönmüştür? Hayır. Cezaevlerinde hâlen işkencede tutulan daha binlercesi özgürlüğüne mi kavuşmuştur? Hayır. Yani eşyanın hakikatinde bir değişiklik var mıdır? Elbette yoktur. O halde? O halde yaşanan sadece siyasetin satranç tahtasında bir hamleden ibarettir. Belki o tebessümlerin hiçbirisi de gerçek değildir. Tasannudur. Vakti gelince iade edilir.

Ancak 'kraldan çok kralcı' öyle bir kitle var ki, bunlar, Erdoğan'ın her yaptığının Gerçek Bakanlığı usûlünce kudsanmasını bekliyorlar. Erdoğan arayı bozuk tutarken 'Diktatör' olan Sisi, düzeltince Mısır'ın 'devlet başkanı' oluveriyor. Dahası da var. Türkiye'nin birçoğunu toprağında himaye ettiği İhvan üyelerine de DAİŞ'çilik yakıştırması yapılıyor. 'Terörist' deniliyor. Dahası: Erdoğan'ın vaktiyle can u gönülden, bin maşaallah, güttüğü siyasetin 'dış güçlerin oyunu' olarak şekillendiğini, aslında Mısır'la hiçbir meselemizin olmadığını, Sisi'yle de işlerin gayet yürütülebileceği söyleniyor da söyleniyor. Bunlar söyleniyor da, muhterem kârilerim, siyaset şarabından sarhoş olmayanların da yüreği sızlıyor. Tamam, siyaseti istikametteyken bunlar da alkışlıyorlar, ama siyasetten istikamet almıyorlar. İstikametin kaynağını İslam biliyorlar.

Aman, sakın, sızınızı ifade etmeyin. Çünkü Gerçek Bakanlığı Ehl-i Beyt mesleğinde gidilmesini istemiyor. Devlet neyi doğru buluyorsa artık o doğru. Devlet neyi yanlış buluyorsa artık o yanlış. Mazi? Maziyi boşverin. Bugün faydalı olan yalnız hakikattir. Aman. Yanlış söyledim. Doğrusu şu: Bugün faydalı olandır yalnız hakikat. Demirel öldü. Ama "Dün dündür!" ilelebet payidar kalacaktır. Ne de olsa "Bugün hep bugündür!" Hatta Demirel'in eksiği bile vardır. Evet. Tamamlayalım hadi: "Bugün aslında dündür. Hatta dün diye birşey yoktur. Siyasette herşey bugündür. Bugün işe yarayandır. Gerekirse dün de yeniden yazılır."

Ortalıkta silik para çok. Biz yine mürşidimizin ayak izlerini öperek 'müsbet hareket'ten ayrılmayalım. Yapıcı olmaktan başka yol yok. Sakın bırakmayalım. Hasenatı seyyiatına galip olanlar hayırlılarımızdır. Aksini savunmayalım. Lakin istikamet 'siyasetin kararlarına göre kalbimizin ayarlarıyla oynamak' da değildir. Böyle yapmayalım. Evet. Siyaseti bu denli merkezine oturtanların kalbi güncelin dansözü olur. Hayatları çelişkiyle dolar. Pirana sürüsü gibi yön değiştirirler. O yüzden gönlümüze fetva sormaktan usanmayalım. Yalnız Allah'ın rızasını arayalım.

Mesela: Ben bu Sisi meselesini sordum. Bana güzel şeyler söylemedi. Hatta dedi ki: Ulan hadi bunu hasenattan saydın diyelim. Yarın bu devlet LGBT'ye olan yarım küslüğünü de büsbütün dostluğa çevirirse? Yahut 5816'ın üzerine bir-birkaç 5816 daha ekleyecek hale gelirse? Onları da mı yalayıp yutacaksın? Hiç gönül koymayacak mısın?
 
O halde gönlünü şimdiden koy. De ki: Sisi diktatördür kardeşim. Erdoğan bin kez elini sıksa da bu değişmez. Bitti. Şahit olduğun en fazla mecbur olunmuş hatadır. Güçsüzlüğümüzdür. Kaybetmişliğimizdir. Yoksa Sisi'nin kanlı eli Erdoğan'ın elini haketmiyor. Ona diktatörden başka lakap da yakışmıyor. Fakat, İslamcılık, siyasetle mesaisi ziyade olduğundan Emevîce bozulmalar yaşıyor. Senin zaten o taraklarda bezin yok. Oturduğun yerde Ehl-i Beyt'in ayaktozu olmaya çalış bari. Kalbini koru. Ehl-i Beyt mesleği olmazsa Emevîleri-Abbasîleri muhafaza etmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Yani ki Gerçek Bakanlığı durdurulamayacak. O halde istikamet hafızasını koruyan Ehl-i Beyt yüzbinler kere varolsun!

Friday, September 4, 2015

Molla Fethullah (k.s.) neye hayret etti?

Yazarak yaşamayı isterdim. Bir roman kahramanı gibi. Detayların tümünün farkında olarak. Yaptığım herşey kalemime uğramış olarak. Dinlenmiş olarak. Durulmuş olarak. 'Neden?' dersen: Konuşurken aptallaştığımı hissediyorum. Yazarken sanki daha zekiyim. Parmaklarımın ucundan akarken kelimeler, aldıkları yolun uzamasından mıdır nedir, daha bir kıvamlarını buluyorlar. Daha bir istikametli çıkıyorlar. Daha bir arkalarında duruyorum onları sahiplenirken.

Ancak bunu 'daha çok düşünmek' gibi tarif etmek de istemem. Çünkü, yalan olur, bir deneme-yanılma yaşıyor değilim. Birkaçının içinden bir tanesini seçiyor değilim. Onu koyuyor, şunu kaldırıyor, değilim. (Bunu 'hiç yapmıyorum' desem, o da yalandır.) Konuştuğum kadar hızlı yazıyorum çoğu zaman. Sadece yazarken herşeyin akıp gitmesi daha kolay oluyor. Bölünmüyor. Kirlenmiyor. Karışmıyor. Kızışmıyor. Kızdırılmıyor. Üstelik dilim gibi kalemim sürçmüyor. (Hele bir de yeterli duygusal yoğunluğa/ızdırara erişmişsem.) İçimde en güzel cümleleri fısıldayan yer neresiyse, elhamdülillah, oranın sesini duyuyorum yazarken.

Konuşurken karşısında konuştuklarım o netliği bastırıyor. Acele ediyor ve istikametimi yitiriyormuşum gibi hissediyorum. Yahut bana öyle geliyor. Hani, hızlı sürerken bisikleti, dengede durmak daha kolaydır derler. Hiç sürmedim ya. Diyenlerin yalancıyım. Hem benzer hem farklı birşey bu söylediğim işte.

Ağzımdan çıkan cümlelerden çoğu zaman pişmanlık duymuşumdur. Hakikatsiz olmasalar bile 'daha güzel olabileceklerini' düşünmüşümdür. Süratli ve ayakta kalabilmek için kimbilir nelerden nelerden kısmışımdır. Yazarken bu daha az olur. Eski yazılarımı şöyle bir gözden geçirsem fikrim değişir mi? Herhalde değişir. Her yazar eski metinlerinden tuhaf bir rahatsızlık duyar. Hatta metinlerini düzeltmek, bir başkasının metinlerini düzeltmekten daha büyük bir eziyettir, yazanı için. Metinlerle arasındaki mesafe arttıkça, yani onları yazdığı zaman diliminden uzaklaştıkça bugün, metinleriniz de sizden uzaklaşır. Tamam. Bir yabancının yazdıkları gibi olamazlar asla. Fakat yine de bir parça yabancılaşırlar. Ya çok seversiniz onları. Yahut da nefret edersiniz. Nötr kalmanız imkansızdır.

Bunun çaresini bulamadım. O yüzden kendi yazılarımı, özellikle üzerlerinden uzun zaman geçmişse, reddediyorum. Sadece okumayı değil yargılamayı da reddediyorum. Bir hatam gösterilse tevil etmeye çalışmıyorum. (İnsanın kendinden kurtulmaya çalışması ne kadar ağır yük! Benimse kalbim zayıftır. Büyük iddiaların yükünü kaldıramaz.)"O zamanki Ahmet böyle bir halt yemiş olabilir!" diyorum. Çok şükür. Yazdığı her metni kaplumbağa kabuğu gibi beraberinde taşıyanlardan değilim. Eskilerinden alıntılar yapan insanları takdir ederim ama taklit etmem. Öyle olabilecek bir hafızaya sahip değilim. Bunun da bana bağışlanmış bir nimet olduğunu düşünürüm. Eskiden ne söylediğimi hatırlamamak aynı mesele hakkında farklı düşünebilmeme de imkan sağlar. Eskinin bağlayıcılığından/hazırcılığından kurtarır beni. Bence, bu açıdan, hafıza ile yorum gücü arasında ters bir orantı vardır. Genel için söylüyorum bunu.

Evet, özetlersem, teorimin temeli şu: Yorum gücü yüksek olan insanların hafızası daha zayıf olur ve tekrar tekrar bakması gerekir aynı şeye. "Ne söylemiştim?" diyemeyeceği için "Tekrar ne söyleyebilirim?" demek zorunda kalır. Her bakışında 'şey' ona daha farklı birşey daha söyler. Bu, onu ve yorumlarını daha zengin kılar. Hafızası güçlü olanlarsa başkalarının o mesele hakkında daha önce ne söylediğini ve kendisinin daha önce ne düşündüğünü hatırlarlar. İyi de hatırlarlar. Bu bir kolaylıktır. İkinci kez zihni yormayı gerektirmez. Lazımdır. Ayakları istikamette tutar. Fakat böylece hafıza ancak 'tekrar-ı nazarla' veya 'dikkat-i nazarla' gelişebilecek olan yorum yeteneğinin düşmanı olur. Herkeste böyle olur demiyorum. Ama çoğunlukla böyle olduğunu düşündürdü tecrübelerim.

Tarihçe-i Hayat'ta da geçen, Molla Fethullah Efendi'nin (k.s.), Bediüzzaman'ı, (daha gençlik çağında) hem zekası hem hafızası itibariyle imtihan edip ikisinde de kuvvetli olduğunu görünce söylediği; "Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir!" cümlesini biraz da böyle anlarım.

Bediüzzaman'ın, hem 'yorumlayışta' hem de 'ezberleyişte' birden iyi oluşunun, ikisinin arasındaki mezkûr uyumsuzluk nedeniyle, Molla Fethullah Efendi'yi (k.s.) hayrete düşürdüğünü düşünürüm. Ki kendisi de bir nakil şaheseri olan Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin sonunda şöyle der: "Hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kîle suretiyle gitmemiştim..." En nihayet şu önemli detayın altını çizerek bitirelim: Bunlar ancak beni esir alabilecek yorumlardır. "Kesinlikle böyledir!" diyemem. En doğrusunu ancak Allah bilir. Rabbim, o güzellerin şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin bizi.

Allah'ın da bir 'kızılelma'sı var

İslam'ın Geliştirdiği Tasavvuf nâm eserinde, Ömer Rıza Doğrul, 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Muhammediyye' gibi kavram...