Showing posts with label Kâfir. Show all posts
Showing posts with label Kâfir. Show all posts

Thursday, July 11, 2024

Bu yazı 'uğurlu'dur

Bir önceki yazımda 'uğur' kelimesini kullandım. Yorumlarda itiraza sebep oldu. Olabilir. Hiçbirimiz hatasız değiliz. Ben de ehl-i sünnetim. Enbiya aleyhümüsselamdan başkasının ismetine iman etmem. Dolayısıyla yazılarımda hatalar işlenmiş olabilir. 'Göreceli' olmayan mevzular hakkında bariz kusurlarım yakalanırsa bunları düzeltmekten memnuniyet duyarım. (Mevzu göreceliyse ayaksürüdüğüm olur.) Hem söyleyene de bin teşekkür ederim. Fakat, ben ismet sahibi olmadığım gibi, beni tenkid edenler de ismet sahibi değildir. Sadece tenkid edilende hata bulunmayabilir. Bazen de tenkid eden tenkidinde hata yapar. İşte, bu 'uğur' meselesini de ben biraz böyle gördüm, zira ulema-i İslam'ın kitaplarında da, hatta bizzat Risale-i Nur'un içinde de, bu kelimenin çoklukla istimali var. Hepsine birden "Vay, aaa, 'uğur' kelimesini kullandıysanız itikadınız bozuk demektir!" denmeyeceği için, hâşâ, o halde mürşidlerimizi anlamaya yakışır hüsnüzannı kuşanmak lazım. Gayrısı hâzâ edepsizlik olur çünkü.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar." Hem yine diyor: "Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz." Hem de yine musırrane öğretiyor: "Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki muahez değil." Sözgelimi: Bir müslüman, kafası tamamen daire-i esbap ile meşgulken, "Filancanın ekmeğini çok yedik!" dese, buradan o filancayı rızık konusunda Allah'a şirk koştuğu fikrine varılmaz hemen. Çünkü, bu hüküm, o cümle için lazım-ı mezhep konumundadır. Fakat karşımızdaki âdemoğlu mü'mindir. O nedenle bu cümleyi kafamızda mecaza hamlederiz: "Yani 'Allah bana rızkımın epey bir kısmını o kişinin vesileliğinde verdi' demek istedi." Bu hüsnüzannımız doğrudur da. Zira o insanı da çevirip "Sen bununla Allah'a şirk koşmak mı istedin?" diye sorsanız, "Hâşâ!" der, "Ben yalnızca onun vesileliğini imâ etmek istedim."

Kula teşekkür etmek haram değildir. Aksine, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin emridir, o der: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez." Yani böylesi kullanımlardan Allah'a şirk koşulduğu manasına varılmaz.

Biz de gündelik konuşmalarımız içinde bazen kâfirlerin sözlerine benzer/aynı ifadeler kullanıyoruz, amma bunlarla asla onların kastettikleri manaları kastetmiyoruz. "Ankara'da sel üç kişiyi öldürmüş!" dediğimizde, Allah korusun, el-Mumît isminin sahibine eş koşmaya kastetmiyoruz. Dest-i kudret olan perdeyi anıyoruz. Böylece haksız şekavetlerimiz de Hüda'ya gitmiyor. Lakin bizzat mezhebimiz olarak sorulduğunda bunu itikadımız olarak tekrarlarsak işte o zaman mesul oluruz. Şu hüsnüzan/hüsnütevil mü'minler mabeyninde işletilmezse buradan tıpkı IŞİDcilerin, bir kısım Selefi veya Vehhabilerin yaptığı gibi bir 'tekfir damarı' çıkar. Boşyere kardeş kardeşin günahına girer. Birisini küfürle suçlamak da ağır vebal olduğundan kaçınmak gerekir. Mürşidim yine bir yerde der:

"Said'i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te'vile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir."

Gelelim meselenin Risale-i Nur'a bakan yanına. Evet. Risale-i Nur'da uğur kelimesi istimal ediliyor. Bizzat Bediüzzaman'ın metinlerinde geçenlerin yanısıra bir şekilde Risale-i Nur'a dahil edilmiş metinlerde de kullanılması sözkonusu. Mesela: Bediüzzaman Hazretlerinin mübarek elleriyle ilk harcını koyduğu cami inşaatı hâdisesi aktarılırken deniliyor ki: "Isparta'nın geçen yıllarda teşekkül etmiş bulunan Üçüncü Eğitim Tümeni için yaptırılmasına karar verilen camiin temeli, tertip edilen muazzam bir merasimle atılmış ve bu törene Isparta'da bulunan Risale-i Nur Müellifi Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de davet olunmuşlardır. Büyük bir alâka ile karşılanan Üstad, törenden sonra, uğurlu elleriyle temele ilk harcı koymuşlar ve dualarda bulunmuşlardır."

Diyebilirsiniz ki: "Yahu bu bir gazete haberidir. Risale-i Nur'un aslından değildir." Doğru. Fakat Emirdağ Lahikası da öyle bilinmeyecek bir eser değildir. 70-80 yıla yakındır nur talebelerinin ellerinde dolaşmaktadır. Haydi, bu haberi Lahika'ya dahil edenler şirk olduğunu bilemedi(!), bid'a olduğunu sezemedi(!), acaba okuyanlar da mı bunu anlamamıştır? Ben böyle hem kemiyetli hem keyfiyetli bir cemaatin tamamını 'uğur' kelimesini kullanmak üzerinden suçlamaktan Allah'a sığınırım. O halde? O halde 'uğur' kelimesinin 'şirk' olduğu yerle olmadığı yeri birbirinden bir güzel ayırmayı öğrenmemiz gerekir. Burada da nüans şudur: Kelimeyi kullanan kişi bununla neyi kastetmektedir? A) Uğurlu olduğunu söylediği şeyin 'mübarekliğini' ifade etmektedir. B) Uğurlu olduğunu söylediği şeyin Allah'tan başka yaratıcılığı etkileyen bir uluhiyet yanı olduğunu iddia etmektedir.

Arkadaşlar, birşeyin mübarekliğine inanmak, hayra yormak, hüsnüzan etmek caizdir. Keşke, mesela, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin mübarek sûretini rüyamda görsem, elini-ayağını öpsem, bastığı yere yüzümü sürsem, ben bunu kesinlikle 'uğurlu' sayarım. Benim çamurlu, kirli, hatadâr gönül barakama teşrifini kendim için müjdeler müjdesi bilirim. Bunda hiçbir vebal yoktur. Ve ne kadar saysam o kadar yeridir. Ahmed için bundan büyük bahtiyarlık olabilir mi? Bir de onun fem-i mübarekinden güzel şeyler işitsem, Alllaaaaah, ayaklarım yerden kesilir. Uyandığımda yere göğe sığmaz olurum. Bu uğurun bahtıma yapacağı etkileri bekler durur hale gelirim.

Şimdi ben bu rüyam hakkında "Uğurlu bir rüya gördüm!" ifadesini kullansam bu küfür sayılmaz. Zira kastım Aleyhissalatuvesselam Efendimizin, hâşâ, yaratışta Allah'a ortak olduğunu falan düşünmek değildir. Delilleri dinin aslında bulunan bir şekilde ümitlenmiş olurum. Bu uğuru diğer bâtıl uğurdan-uğursuzluktan ayıran delillerinin bulunmasıdır. Bediüzzaman'ın cami harcını 'uğurlu elleriyle' koymasındaki uğura iman ederim. Zira salihlerin yaptığı her işte hayır vardır. Peygamber varisi âlimlerin bedenleri de tıpkı gönülleri gibi nurdur, uğurdur, hayırdır. Hatta bırakın cisimlerini, isimlerini anmak bile uğurdur, zira denmiştir: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner."

Neyse, çok konuştum, belki gereksiz yere vaktinizi de aldım. Zaten bildiğiniz şeyleri tekrar ettim. Eh, hayırlı tekrarlar hayırlı manaları tekid-tekmil ederler, hoşgörmek lazım. Söylemek istediğim özetle şuydu: Tenkidlerimizi şefkatle süslemeye ihtiyacımız var. Hususan itikadla ilgili hususlarda. Zaten ahirzamandayız. İt izi at izine karışmış durumda. Ortalık karışık. O halde, özellikle aksi yönde kanıtımız bulunmayan meselelerde, hüsnüzanna memur olmayı bırakmamalıyız. Zira amansız tenkidin sapı da keskindir. Düşmanına sallarken sahibinin de elini kesebilir. Cenab-ı Hak cümlemizi sırat-ı müstakimden ayırmasın. Zor zamanlarda rüşdümüzü ilham buyursun. Âmin. Âmin.

Thursday, October 12, 2023

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

Allah'ın da bir 'kızılelma'sı var

İslam'ın Geliştirdiği Tasavvuf nâm eserinde, Ömer Rıza Doğrul, 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Muhammediyye' gibi kavram...