Showing posts with label Metropol. Show all posts
Showing posts with label Metropol. Show all posts

Tuesday, May 9, 2017

Bütüne bakmak parçanın miracıdır

"Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin, artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz." Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında'dan.

Sivas'tan İstanbul'a taşındığımızda kendimi hapse düşmüş gibi hissetmiştim. Sanki gökyüzüm ellerimden alınmıştı. Zara'dayken yüksekçe bir yerde ikamet ederdik. Evimizin penceresi karşımızdaki dağları engelsiz bir şekilde görürdü. O manzaraya bakmanın beni rahatlattığını hatırlıyorum. Beden ona eşlik edemese de, göz, görebildiği her yeri mülkü sanarak rahatlıyor. Birisi size 'Dur!' deyinceye kadar, gitmeseniz de, dağlar sizindir. Ne kadar az duvar o kadar çok huzur. İstanbul'a geldiğimizde Yenibosna'da kaldık bir süre. Kuleli semti, yolu düşenler bilirler, tıkabasa apartmanla dolu sıkıntılı bir yerdir. Oraya düşenin, genel anlamda ise İstanbul'un böylesi semtlerine düşenlerin, Allah yardımcısı olsun. Hele göze duvarın olmadığı bir yerden geliyorsa alışmak iki kere zor. Ben o yılları içime çöktüğüm bir dönem olarak anımsıyorum.

İhya'da hadis olarak geçen, fakat senedine dair zaaflar bulunduğunu işittiğim, hakikatli bir söz var: "Üç kişiye acıyın: Cahiller arasında kalmış âlime, zenginken fakir düşene, kavmin ulusu iken aşağı hale düşene.” Ben bunlardan birisini yaşadıklarım üzerinden anlayabiliyorum. Zenginken fakir düşmek sadece maddiyat anlamında olan birşey değil. Bence Anadolu'yu bırakıp metropole yerleşen her insan bir açıdan 'zenginken fakir düşenler'dendir. Peki hangi açıdan böyledir? Bence yaşam kalitesi açısından. Anadolu'da yaşanan hayatın dinginliğini hiçbir metropolde bulamazsınız. Çünkü dağları yoktur.

İstanbul'da yaşadığım şu on yıllar boyunca en çok hissettiğim, daha doğrusu hissedemediğim şey, zaman. Sanki haftalar günden de kısaldı. Yılları avucumdan akıp giden su gibi görüyorum. Sivas'tayken böyle değildi. Zamanın "İşte orada!" denilebilecek kadar havada asılı kaldığı bir hayattı orada yaşanan. Belki bunun bir sebebi hareketlilik. Hareket zamanı farkedilmez kılıyor. Bir diğer sebebi detay çokluğu. Detaylar çoklaştığında zamanı tadımlamak zorlaşıyor. Bütün bunlardan çıkardığım dersse şu: Zamanın farkındalığı bir parça durgunluk istiyor. Biraz hayatın kenarına çıkmanız gerekiyor. Kenardan olanı-biteni izlemelisiniz. Mürşidimin tabiriyle, tam bir "Pencerelerden seyret, içlerine girme..." durumu. Belki namazın da zamanla ve onun farkındalığıyla böyle bir ilgisi var. Namaz hayattan kenara çekildiğiniz bir pencere yani. Dağlarınızı oradan görüyorsunuz. Şehrin dışına çıkılmadan dağlar görülmez.

Namaz, her ne kadar hareket içerse de, aslında günün içindeki 'durmalar'dan oluşuyor. Huşû, tadil-i erkan, zikr gibi ayrıntıları bizi hareketten ödün verip zamanda asılı kalmaya zorluyor. Tabir-i caizse: Zamana daha fazla maruz kalabilmek için namaz kılıyoruz. Onun olmadığı bir hayatta herşey o kadar hızlı ki. Ve o kadar ötekisiz ki. Hareketin aslında bir sarhoşluk olduğunu insan durduğu kısımlarda anlıyor. Bence namazın bu yönüyle de hayata kattığı bir ötekilik var. Nasıl ki, karanlığın varlığı ancak ışıkla anlaşılıyor, aynen öyle de, zamanın varlığı namazın durgunluğunda farkediliyor. Eğer namazlarımız namaz olabilirse... İnşaallah.

Benzer şeyleri oruç hakkında da söyleyebilirim. Oruçlu olmadığım günlerde namazı vakt-i evvelinde kılmakta zorlanırım. Hatta bazen namaz arası vermekte dahi zorlanırım. Nefis dünyasını bölmek istemez. Ancak oruçluyken adeta zaman açılır. Bazen yapacak işlerimin kalmamasından dolayı "Bari namaz kılayım!" diyecek noktaya gelirim. Bunu bana söylettiren ve yaptıran oruçtur. Çünkü oruç da hayatın içindeki fiilerde bir azalma meydana getirir. Bu durgunluktan oluşan boşlukta zaman açılır. Açılan zaman sizi onu farklı şekillerde doldurmaya çağırır. Goethe'nin şöyle dediğini okumuştum bir kitapta: "Şiir hayatın geriye dönüp kendine bakmasıdır." Ben de benzer birşeyi ibadetler hakkında söyleyebilirim. Hem zaten Fred Reed Bir Zamanlar Biz Birdik'te diyor: "Bir oruç eylemi hareketsizliğinde doğrulanır hale gelir."

Hazır 'öteki farkındalığı' meselesine değinmişken dağların bana hissettirdiği başka birşeyden daha bahsetmek istiyorum. Ki bunu deniz bana asla vermedi. Dağlar bir öteki farkındalığıdır. Dağları gördüğünüz zaman, hele benim gördüğüm şekliyle (yani deniz dalgaları gibi dizilmiş şekliyle) âleminizden başka âlemlerin varlığını da hatırlar ve rahatlarsınız. Evet. Dünya sizinkinden ibaret değildir. Evet. Orada başka dünyalar da vardır. Evet. Sizinkinden başka hayatlar da yaşanmaktadır. Evet. Belki onların düşleri de sizin yaşadığınız yer üzerinedir. Her neyse... Bu başkalık farkındalığı hayalgücünün (ve belki başka birçok latifenin) rızkı gibi birşeydir. Gözü rahatlattığı gibi gönlü de rahatlatır.

Denizde bunu bulamam. Deniz bir düzlük. Benim gibi miyoplar için kısa bir düzlük üstelik. Dağa göre pek bir sıradanlık. Hem öteki algısını oluşturacak yüksekliği yok. Belki adalar? O da görülebilen bir yerdeyseniz. O nedenle denize bakmaktan dağlardan aldığım ferahı hiçbir zaman almadım. Demek: Ben bir bozkır çocuğuyum. Sonsuzluğu sahil çocukları gibi algılamıyorum. Girintiler ve çıkıntılar, yükselişler ve alçalışlar, kahverengiler ve yeşiller... Bütün o değişimler bana kendi âlemimden ötede âlemler olduğunu hatırlatıyor. Hele yüksekçe bir yere çıktığımda! 'Benim Rabbim!' dediğim Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi!' olarak da görüyorum. Çünkü yaşadığım yer o sonsuzluk içinde çok küçük kalıyor.

Nebilerin ve velilerin hayatında dağların neden farklı bir yeri var? Aleyhissalatuvesselam nübüvvetinden evvel neden bir dağda inzivaya çekildi? Dervişler neden arzı adım adım yudumluyor? Belki bunlar da birer küçük miraç. Tıpkı namazın mü'minin miracı olması gibi. Seni 'Rabbimden' çıkarıp 'Rabbu'l-âlemin'e taşıyan herşeyde miracın bir izi var. Gönle genişlik veren tesirinde hissediyorsun bunu. Ötekine dair yaşadığın her farkındalık, zihninde veya kalbinde, bir ferahlığa dönüşüyor.

Namaz, seni, yaşadığın zamanın dışında bir eyleme dünyasına çağırıyor. Oruç, seni, bir yıl boyunca yaşadığın tekdüzelikten dışarı fırlatıyor. Dağlar, seni, sadece şehrin gürültüsünden kurtarmakla kalmıyor başka dağların varlığından da haberdar ediyor. Tıpkı Mirac-ı Ahmedî'de Aleyhissalatuvesselamın başka âlemleri görmesi gibi... Sözü çok uzattım. Seni de sıktım. En nihayet şunu diyeceğim: Tefekkür de bir miraçtır. Çünkü bütüne baktırır. En azından bütünü arattırır. Bütüne bakmak parçanın miracıdır. Ne zaman baksan onu miracın bil. Ne zaman parçada boğulsan o miraca çık.

Friday, April 24, 2015

Bediüzzaman Cüneyt Özdemir’e karşı!

“Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği.” Emile Ajar, Kral Salomon’un Bunalımı’ndan.

Hayatı hep İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. İstisnası: Askerliğini Urfa’da yapmıştı. Ve her Türkiyeli gibi hatıralarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde ‘gece nöbetlerinden korktuğunu’ söylemişti. Evet. Düşünelim: İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D)? Şıkları kafamıza göre çoğaltabiliriz. Hikmetli-hikmetsiz ekleyebiliriz. Bense bölge itibariyle ‘B’ şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim.

Zannımı bir soru cümlesi olarak kendisine açtım. Şaşırtıcı. ‘Ondan olmadığını’ söyledi. Beklemiyordum. Cevap çalışmadığımız yerden: Korktuğu kurşunlar değil yıldızlarmış. Nöbetlerde semaya bakmaya çekinirmiş. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! İstanbul’da hiç öyle gelmezmiş halbuki. Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiayı tekrarlardı: “Urfa’da yıldızlar dünyaya daha yakın!” Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.

Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu, bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz gökte saatlerce muhabbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak. Öyküler uydurarak. Büyülenerek.

Sema o zamanlar önemli bir meseleydi. Havadan-sudan konuşmak kadar normaldi gökten bahsetmek. “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz akranlarınızla. Seçtiğiniz yıldızı kimseye kaptırmak istemezdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Şekilden şekle giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık günboyu. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye... Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutlara bassak bizi tutarlar mıydı? Üzerlerinde yatılır mıydı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı. Üstelik izlemesi de bedavaydı.

Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Bir tepenin dibindeydi. (O tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı traşlamışlar diye duydum.) Çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi tepenin. Ancak zirvesine çıktığınızda arkasındaki geniş araziyi temaşa edebilirdiniz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.

Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler farkediliyordu. Ve bulutlar, acelelerini apaçık idrak edebildiğim bir süratle, koşmakta idiler. Havf ederek aşağıya indim. Yolda diğer çocukları da uyardım: “Yağmur geliyor!” Eve sığınana kadar nasiplenmiştik bile. Ziyanı yoktu. Zaten ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.

Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asvalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla ekranlar küçüldükçe küçüldü. Şimdi son bulmayan aydınlığımız fakat kaybettiğimiz gökyüzü var. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü bir buluttan korkmayacaklar asla. Ve yıldızlar kafalarına düşecek gibi gelmeyecek.

Bir saniye. Haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, hazır halde getirilen ‘kainat parçacıkları’ onlar. İmitasyon tanecikleri. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti’nin aslanlarını mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara düzlüklerini köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Hey yavrum hey! Öyle ya, kendi günlüklerimiz yok ama, Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat tutmuş kadar olduk.

Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, lakin bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Hatta bazı sahneler doğada dahi çekilmiyormuş. Tabii, iyi(!) niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Allah’ın yarattığı kadarıyla kalmıyor işler. Karıştırılıyor. Araya giren ‘beşerin bulaşık eli’yle yönlendirilmiş, saptırılmış, kirlenmiş durumda.

Mürşidimin bu ifadeyi kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. Evet. Kaçınılmaz bir şekilde öyle: İnsan neye dokunsa, neyin aracısı olsa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının sınırlarıyla aslını bozuyor. Kendi mizanını âleme mihenk tutuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu, eğer yalanlarıyla yapmazsa, vurgularıyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.

Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Bir misal: Geçenlerde (Bu ifade 2015 yılına aittir arkadaşlar.) Cüneyd Özdemir, Kanal D Anahaber’ini sunarken, kendisine yöneltilmiş bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir fakat manaca konuşulan tastamam buydu. Herşey kötüye gidiyordu. Herşey kötüye gittiği için de konuşulacak iyi birşey bulunamıyordu.

Ben de şu manada bir twit attım: “Kediler moralimizi düzeltmek için şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin onları görmeye niyeti yoktu.” (O gün beni pek güldüren kedilerden mülhemdi.) Düşündüm sonra: Sahi, her sabah doğan güneş kimsenin moralini düzeltemiyorsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Baharın ilk günlerinde bir anahaber bülteni ‘güzellik bulamamaktan’ yakınıyorsa Mevla’nın ne suçu var? Göz böylesine kötüye alıcılaşmış ve iyiye körleşmişken bizden daha fazlasını beklemek doğru mu? A’râf sûresinin 179. ayetinde buyrulan şu mana dilegeldi sanki: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler...”

Kabul edelim. TV’den izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinde boğulanların ‘ene’sini palazlandırmayan herşeyi kötüye yorduğu bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Benbenciliğini beslemez. Bencile merkeziyetini kabul etmeyen herşey hasım gelir. Etrafında dönmeyen herşey düşman görünür. Yeis katar. Sanki onları o yaratmıştır da uluhiyetini reddetmekle ihanet etmişlerdir.

Denemesi bedava. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?

Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin hep kazandığı bir âlem. Namuslunun herdaim kaybettiği ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir düzen! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Yoksa tam aksini mi öğütlüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bu türden manipülasyonlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a karşı suizanna götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘Halık hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ isyan nedenleri devşiririz. Ve sonra da, Allah korusun, düpedüz isyan ederiz.

Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum şimdilerde. Sırf bir siyaseti terk değil bence ardındaki sır. Dayatılan ‘kurgu dünya’nın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle bozulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman. Cüneyd Özdemirciklere direniyor. Ve kainatı kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyuruyor. Evet. Bakılacak üstümüzde. Başkasının üstünde değil. Üstümüzdeki göğe başkalarının gözüyle bakamayız. O bizim göğümüzdür. Araya kimse giremez.

Doğru iman doğru varlık algısıyla birlikte yeşerir. Eşyayı olduğu gibi göremeyen, Rabbi hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir. Bu yüzden belki de, Risale-i Nur’un neredeyse bütün hikayeciklerinde, iki yolcudan iyisi kötüsünün önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır. Çok uzattım. Seni de bıktırdım. Gücenme lütfen. Bir tanesini hatırlayarak vedalaşalım mı:

“Yahu sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...