Showing posts with label fıkıh. Show all posts
Showing posts with label fıkıh. Show all posts

Friday, March 3, 2017

Ehl-i Sünnet hiçbir baltaya sap olmaz

"Risale-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar, 'Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz' deyip yatıştırsınlar." Asa-yı Musa'dan...

Bu da yeni yeni tanıştığımız bir arıza türü: Dinin bir parçasıyla diğer parçasını dövme. Birçok versiyonu var. Kur'an ile hadisi dövmeye çalışanlar var. Tasavvuf ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Fıkıh ile tasavvufu dövmeye çalışanlar var. Hadis ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Tefsir ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Var, var, varoğlu var. Tabii 'dinle dayak atmaya çalışanlar' bu kadar çoğalınca çeşitli tuhaflıklar/zıtlıklar da kaçınılmaz bir şekilde yaşanıyor. Örneğin: Bir dönem tarikatlerin İslam'ı geri bıraktığını (hatta şeriatın dışına çıktıklarını) söyleyenler, bir bakıyorsunuz, gün geliyor tasavvuf adına İslam'ın diğer parçalarına saldırıyorlar. Kur'an adına bir dönem hadislere saldıranlar, bir bakıyorsunuz, hadislerin daha doğru/doğrudan bir şekilde uygulanması adına(!) fıkha saldırıyorlar.

Bu sıralar en çok dayağı da fıkıh yiyor. Neden? Çünkü DAİŞ var. DAİŞ'in ehl-i sünnet fıkhının neresine konulacağı tartışılmadan, düne kadar fıkıh adına tasavvufu dövmekten kolları yorulmuş bazı zevat, 'fıkıh fetişizmi' denilen bir başlık altında karnımıza karnımıza çalışmaya başladılar. Hamiyetlerinden başları dönüyor. Aslında modernizmin 'ilimle' değil 'taktikle' galip gelme çabalarına yabancı değiliz. Bir taraftan, güya Kur'an adına, en sahih hadisleri dahi inkâr ederden; diğer taraftan, Kur'an'da yapacakları herhangi bir 'bükme operasyonu'na fayda sağlayacağını düşündükleri en zayıf hadisleri dahi coşkuyla kullanmaları; yine bir taraftan, ümmetin şu zamana kadar 'imam' diye bildikleri/sevdikleri büyüklerine saldırıp; diğer taraftan, sırf bazı sözleri işlerine yarar şekilde tevil edilebiliyor diye, diğer bazı İslam büyüklerini sitayişlerle anmaları ve daha ince örnek, modernizmin 'ilim' değil 'strateji' olduğunu gözler önüne seriyor.

Yani, kanaatimce, bugünün ehl-i bid'aları hakikate ulaşmak için ilmi araç olarak görmüyorlar, zaten bildiklerini düşündükleri hakikate insanları götürebilmek için çeşitli stratejiler uyguluyorlar. Bir gün nurculara yanaşıyorlar. Bir gün tarikatlere gülücük dağıtıyorlar. Bir gün fıkıhtan makas alıyorlar. Bir gün tasavvufla fıkhı, bir gün fıkıhla tasavvufu, bir gün Kur'an'la hadisleri, bir gün hadislerle tefsirleri dövüyorlar. Kimi yanlarına çekmek o gün kolaysa, onu kandırıp, onunla kardeşlerini dövüyorlar. Yekünden hangi parçayı zayıflatırlarsa neticede bütüne verdirdikleri bir kayıp oluyor bu. Kim kazansa onların işine yarıyor bu kavga.

Peki, İslamî ilimlerden birisinde ihtisas sahibi olan bir âlim, diğer bazı alanlara yönelik eleştiri üretemez mi? Üretebilir. Fakat bunu bir bütünün parçası olduklarının farkında olarak yapar. Saygıyla yapar. Hürmetle yapar. İhtiyatla yapar. Düşmana malzeme vermekten korkarak yapar. Onun gereksizliğini savunmak bir yana, varlığındaki hikmetin ve yaptığı hizmetin altını çizerek yapar. Kim Bediüzzaman'ın Telvihat-ı Tis'a'sının başlarında yeralan methiyelerini okusa, onun tasavvufa nasıl güzel hisler/düşünceler beslediğini görür. Halbuki eserin ahiri istikamet uyarılarıyla doludur.

Ancak, maalesef, şu yeni yetmelerimizin dili bıçak, elleri yumruk, gülüşleri müstehzi, üslûpları alaycı... İslam ağacının üç dalı olan fıkh-ı ekber (akaid), fıkh-ı zahir (fıkıh) ve fıkh-ı batın (tasavvuf) adına yaptıkları saldırılarda diğer dallara öfke var. Akaidsiz fıkıh, fıkıhsız tasavvuf, tasavvufsuz İslam olmayacağını göremiyorlar. Hatta diyebilirim ki: Şu zamanın tasavvufu 'entellektüel meşgale' haline getirmiş bir kesimi var ki, tasavvufu savunurken bile, tasavvuftan bihaber. Fıkhı savunanın bir kısmı da, fıkhın, selef-i salihînden miras kalan edebinden yoksun. Akaide vurgu yapanı da, kimi zaman aynı şekilde, kendisinden başkasına karşı hafife alıcı, örseleyici, yaralayıcı.

Herkes kendi öneminde sarhoş olursa ağacın bütünlüğünü kim savunacak? Bence, işte, asıl savunma tam bu cephede şekilleniyor. Kardeşliği savunmak sadece sosyolojik düzeyde bir dostane ilişki ağını savunmak değildir. İslam dairesinde kardeşliği savunmak ehl-i sünnetin parçası olan herbir dalı bir ağacın tarafgirliğiyle savunmaktır. Parçanızı sevin, ama ağacı daha çok sevin. Dalınızı savunun, ama ağacın diğer dallarına gelen darbelere karşı da, en az kendi dalınız kadar, alıngan olun. Mesleğinize 'Güzeldir' deyin, ama 'Yalnız benimki güzeldir!' demeyin. Size de 'çirkin' diyene karşı direnin, ona da 'çirkin' diyene karşı direnin. Kardeş böyle olunur.

Tasavvufa vurulunca sevinen nurcunun, nurculara vurulunca sevinen mutasavvıfın, fıkha tekme atılınca gülümseyen dervişin, mezheplere vurulunca sevinen ehl-i hadisin, hadislere vurulunca sevinen kelamcının bu meydanda yeri yok. Ben, daha nurculuk diye birşeyin olmadığı bir zamanda, meclis-i mebusana hitap ederken "Zaman cemaat zamanıdır!" diyen Bediüzzaman'ın bunu kastettiğini düşünüyorum. Baltanın ağzı demirden de olsa sapı odundan. Biz, ehl-i sünnet ağacıyız, bizi kesecek hiçbir baltaya sap olmamalıyız.

Sunday, January 15, 2017

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz

Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzadeleri bir hırsızlık, haksızlık, yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir suç işler, birşey çalarlarsa onları cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı, suçu, Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini de keserdim.” (Müslim, Hudud 2)

Bu meselede şunu reddetmem: Son yıllarda modernistlerin Amerika'yı yeniden keşfeder gibi İslam'ı yeniden keşfetmeleri 'yeni buluşlara' karşı bizi daha hassas bir hale getirdi. Bugüne kadar hakkında 'acaba' demediğimiz namaz gibi, hac gibi, oruç gibi, tesettür gibi, takva gibi birçok kavram modernistlerin dilinde 'O aslında öyle değil şöyledir'le anılmaya başlayınca din ayaklarımızın altından çekilir gibi oldu. Biz de "İslam geçtiğimiz pazartesi gelmedi ki kardeşim. 1400 yıldır var!" diyerek zemine daha güçlü tutunmaya başladık. Bu da şu refleksi beraberinde getirdi:

Dine dair 'daha önce bildiğimiz şeyleri değiştirecek' veya tabir-i diğerle 'ezberbozan' ne duysak "Acaba selef-i salihîn bu konuda ne demiş?" diye bakmaya kendimizi mecbur biliyoruz. Eğer yeni duyduğumuz şeye oradan bir dayanak çıkıyorsa habersizliğimizi (çok şükür) cahilliğimize verip rahatlıyoruz. Yoksa tereddütte kalıyor ve soğuk bakıyoruz. Hem bu konuda mürşidimiz de bize benzer bir kaygıyı salık veriyor ki, onu da şurada buluyorum ben:

"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez. Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."

İşte duyduğumuz yeni şeyler 'tetimmat kabilinden' ise rahatlıyoruz. Değilse, 'Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek' anlamına geleceğinden korkup bazı karşı çıkıyor bazı tevakkuf ediyoruz. Benim Metin Karabaşoğlu ağabeye (Allah afiyetle uzun ömürler versin) twitter'da yaptığım itiraz da biraz bu arkaplana yaslanıyordu.

İtirazlarıma şahit olmayanlar için bir kısa özet geçeyim: Metin ağabeyin "Çocukları Dövmemek Sünnetir" başlıklı güzel bir yazısı var. Yazının ilk kısmı, hiçbirisine itiraz edemeyeceğimiz ve hakikaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şan-ı şefkatine pek yakışan misallerle, onun çocuk sevgisini anlatıyor. Fakat devamı, mezkûr şan-ı şefkatten hareketle “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.” (Ebu Davud, Salat 26; Tirmizi, Salat 2) hadisinin 'yanlış anlaşıldığı' iddiasında bulunuyor. Ve diyor ki:

"Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir."

Yazının devamında ise 'ihtisas kesbetmiş bir isim' olarak anılan ancak kim olduğu söylenmeyen birisinden nakille (Ben bu kişinin Mehmet Emin Ay Hoca olduğunu tahmin ediyorum ve alanını da 'hadis' değil 'din eğitimi' diye biliyorum), Arapça dil kaidelerine göre, hadiste 'vurmak' diye anlaşılan kelimenin 'ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' diye anlaşılması gerektiği söyleniyor.

İşte, Ahmed'in itirazları da tam bu noktada başlıyor. Çünkü Ahmed de küçüklüğünden beri karıştırdığı ilmihal kitaplarında bunu böyle öğrenmiş. Hatta twitter'daki itirazının ardından kontrol için merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca'nın ilmihalini açıp bakıyor ve şu satırlara rastlıyor:

"Müslümanlar, henüz yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştırmakla görevlidirler. Bu çocuklara ana-babaları ve yetiştiricileri namaz kılmalarını öğretir ve yaptırırlar. On yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocuğa velisi, üç tokattan ziyade olmamak üzere, hafifçe el ile vurur."

Bediüzzaman'ın çağdaşı olan böyle isimlerden daha eski âlimlerin kitaplarında mesele nasıl geçiyor, bunu tam olarak bilmiyorum. Ancak benzerleri günümüzde yetişmeyen bu insanların nasları yorumlarken 'sosyo-kültürel ortam' veya 'algıda seçicilik' eseri olarak hata yapabileceklerini kabullenemiyorum. Hatta, bilakis, 'sosyo-kültürel ortam' ve 'algıda seçicilikten' (buna bir de modernizmin dogmalarını ekleyelim) etkilenmeye daha müsait olanların biz olduğumuz kanaatine sahibim. Nitekim, bundan birkaç ay önce, Caner Taslaman'ın, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde yer verdiği 'çocuğa beddua' olayını diline dolaması nedeniyle ona yazdığım cevapta bu arızaya dikkat çekmeye çalışmıştım. Hatta demiştim ki:

Eğer "Allah Resulü aleyhissalatuvesselam böyle şey yapmaz!" türünden 'göreli' bir itiraz ile bu meseleye bakılırsa, Kur'an'da, Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssasında geçen 'Hz. Hızır'ın bir çocuğu öldürmesi' hâdisesi de itiraz edilebilir bir hale gelir. Bize böylesi meselelerde yakışan: Hz. Musa'ya (a.s.) (ve onun örnekliğinde de bize) yaşadıkları üzerinden öğütlenen sabrı ve hikmet arayışını yapabildiğimiz ölçüde gösterebilmektir.

Belki cehaletimin bu noktada tekrar altını çizmem gerek. Ben Arapça bilmiyorum. Ama Arapça bilmediğimi biliyorum. Bu yüzden de, başta Bediüzzaman'ın isabetle ifade ettiği gibi; onların dili, fehmi ve sosyolojisi üzerine inmiş bir kitap olan Kur'an'ı (ve tefsiri olan hadisleri) yorumlamada kendimi müstakilleştiremiyorum. Böyle meselelerde, ister istemez, aklıma şu soru geliyor: Metin ağabeyden (veya onun nakilde bulunduğu kişiden) önce bu hadise şu manayı veren olmuş mu?

Eğer olmuşsa, ne âlâ, demek böyle anlayabilmek de mümkündür. Elhamdülillah. Fakat yoksa? O zaman şöyle ikinci bir soruyla yüzleşmek kaçınılmaz oluyor: Bu yorum 'tetimmat kabilinden' birşey değildir. Bundan önce anlaşılanın yanlış olduğu iddiasındadır. O vakit, aman, bu yol bizi şuraya çıkarmasın: "O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar."

Hem aynı fiilin farklı bir kullanımı Kur'an'da da kadınlar hakkında var: "Geçimsizliğinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın, sonra da hafifçe dövebilirsiniz." (Nisa sûresi, 34) Bu ayete 'dövmek' kelimesi üzerinden (ki hadisteki kelimeyle aynı kökten gelen bir kelimedir) 'sonra da onlara ısrarcı olun' veya 'teşvik edin' manası veren (bildiğim kadarıyla) bir tane müfessir yok.

Hatta fıkıh kitaplarında bu 'dövmenin sınırlarına' dair açılmış bâblar var. Nasıl birşeyle, nerelerine ve ne şiddetle vurulabileceğine dair izahlar yapılmış. Şimdi, yarın birisi de, tıpkı bu hadiste yaptığımız gibi Cenab-ı Hakkın veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kadınlara gösterdiği şefkate dair misalleri topladıktan sonra dese: "Bu ayete şimdiye kadar verilen mana sosyo-kültürel etkinin veya algıda seçiciliğin ürünüdür." Bilmiyorum bu iddiaya ne cevap veririz?

Hülasa: Eğer bu hadise verilen mezkûr mananın selef-i salihînden bir dayanağı varsa bana düşen çenemi kapamak olur. "Elhamdülillah!" der ve yeni birşey öğrendiğim için Allah'a şükrederim. Fakat modern zamanlara kadar bu hadise şu manayı veren yoksa endişeyle sorarım: Sakın ha biz, modernizmin bize dayattığı ön kabuller nedeniyle, nasları büküyor hale gelmeyelim? Sakın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dilinden kendi doğrumuzu (modern zaman doğrusunu) diyor olmayalım?

Ben de endişemi ağabeyim bildiğim Metin Karabaşoğlu'na 'hakikati rendeçlemek' adına yazıyorum. İnşaallah, o beni delillerle cerh eder, ben de o delilleri paylaşmaktan iftihar ederim. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.

Thursday, January 5, 2017

Dinle satranç oynanır mı?

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

Siz, bu meselenin Cübbeli Ahmed Hoca'ya bakan yönüyle oyalanadurun, ben size Mustafa Akyol Hoca'ya bakan yönüne dair birşeyler söyleyeceğim. Malum, Akyol Hoca, geçtiğimiz günlerde twitter'da şöyle yazdı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir." Bu 'süper ilmî' tesbiti gördükten sonra aklıma gelen şeylerden birisi de, yine geçtiğimiz günlerde dinlediğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersiydi. Mişkatü'l-Mesabih isimli eserin Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadis-i şerifle başlayan ders; aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne insan psikolojisinin çok da değişmediğini gösteriyordu.

Özetle ve bilmana nakledeceğim: Hadisin başında bir müşrik Selman-ı Farisî'ye (r.a.) alaycı bir üslûpla soruyordu ki; "Arkadaşınız (Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı kastediyor) size tuvalette ne yapacağınızı bile öğretiyormuş?" Ve hadisin devamında da Hz. Selman ona cevap veriyordu. Burada Ebubekir Hoca'nın hikmetli bir şekilde dikkatimizi çektiği şey şu idi: Hz. Selman, bu alaycı sual karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan, büyük bir özgüven ve rahatlıkla diyordu ki: "Evet, o bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten mezkûr hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması içerdiği 'temizlik adabı'na dair bilgilerden ötürüydü.

Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün misaller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sadece bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Hadis kitaplarında yeralan ve hayatın her alanıyla ilgili ümmete rehberlik sunabilecek olan nakiller, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hiçbir davranışının sahabe tarafından 'absürt' bulunmadığını; bilakis, dikkatle takip ve zaptedilerek/nakledilerek muhafaza edilmesi gereken birşey olarak görüldüğünü ortaya koyuyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet adabı da vardı, eşler arasındaki ilişkiler de, hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de... Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise mezkûr hadis-i şeriften anlıyoruz.

Ben, bu sorunun, sadece 'peygamber' kavramına bakıştaki bir arızadan kaynaklanmadığını düşünüyorum. Çünkü mürşidim "Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz?" sualine verdiği cevapla bana öğretiyor ki: İmanın esaslarından birisinde arıza yaşayan insanın bu arızası aslında esasat-ı imaniyenin tamamıyla ilgilidir. Başta Allah'a iman olmak üzere, iman esaslarının tamamı, birbirine yaslanarak ayakta duran taşlar gibidir. Birisinde devrildiğiniz (veya birisi devrildiği) zaman bu gösterir ki: Diğerlerinde de arızalarınız var.

"Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

İşte, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamana da 'öğretisiyle hayatın her detayına nüfuz eden bir muallim' olarak değil de 'mesajı iletmekle işi bitmiş bir postacı' gözüyle bakmak; aslında Allah'a da 'ilmi, iradesi, kudretiyle hayatın her anında müdahale eden, her yerde isimleriyle hazır, nazır ve mahlukatına ilgili olan bir ilah' olarak değil de 'kainatı başta kurmuş/yaratmış sonra kendi haline bırakmış bir saatçi' gözüyle bakmanın neticesidir. Biri diğerinin anasıdır. Bu arıza doğduktan sonra da Allah (hâşâ) ufaktan ufaktan (önce) müdahale ve (sonra) varlık sahasından iteklenmeye başlar.

Önce fıkıhtan rahatsız olmaya başlarsınız. (Çünkü Allah fıkıh sayesinde hayatınızın her anına karışabilmektedir.) Sonra sünnet-i seniyye canınızı sıkmaya başlar. (Çünkü sünnet, size dair, ama sizden üst bir otoritenin belirlediği yoldur.) Sonra sahabe rahatsız eder. (Çünkü dinin hayata yansımasında rehberliği kaçınılmaz bir otoritedir.) Sonra da... Neden uzatıyorum? Sonra da önce deist olur vahyi itelersiniz. (Çünkü dışarıdan insanlığa bir müdahaledir.) Sonra da determinist olur Allah'ı kainatta hiçbirşeye karışmaz hale getirirsiniz. (Çünkü dışarıdan kainata bir müdahaledir.) Yani hevanız hatrına 'azıcık da kendinize yer açmaya çalışmakla' başlayan yolculuğunuz, Allah muhafaza, en nihayet Allah'a yer bırakmamakla biter.

Şimdi ben de, buraya kadar yazdıklarımdan hareketle, Mustafa Akyol Hoca'nın gösterdiği yere değil, parmağına bakmayı teklif ediyorum sizlere. Evet, yanlış okumadınız, parmağına! Bu parmak, satranç haram olsun veya olmasın, dinde verilecek bir hükmü neye bağlıyor? Onun 'absürt' olup olmamasına değil mi? Peki, birşeyin absürt olup olmaması hangi kaideyle bağlıdır? Hangi ilmî usûl çerçevesinde birşey absürt olur veya olmaz? Ben cevap vereyim: Hevadan başka birşeye bağlı değildir. Çünkü absürtlük tayini bir usûlle yapılmaz.

Daha açıklayıcı olmak adına twitter'da verdiğim örneği tekrarlayayayım: Biz normalde selamı ne zaman veririz? Bir yere yeni geldiğimizde değil mi? Peki namazdan çıkarken neden sağımıza ve solumuza selam veririz? Bir yere yeni gelmekle ne ilgisi vardır bunun? Mescide neden sağ ayakla gireriz? Bir işe sağ ile başlamanın sol ile başlamaktan, biyolojik olarak, ne farkı vardır? Daha hızlı ilerleyelim: Eğer siz, fıkhî bir meselede 'absürtlüğü' bir usûl olarak işletmeye başlarsanız, dinin özellikle 'taabbüdî' diye tarif edilen kısmına ne olur?

Mugalata ile kıvırmaya gerek yok: Duman olur. İşte, Akyol Hoca'nın, işaret ettiği yere değil de, parmağına bakınca görülen facia budur. Cübbeli Ahmed Hoca'ya bir cevap verilecekse bu 'heva' ile değil ehl-i sünnet kıstaslarının kabul edeceği 'bir usûlle' verilmelidir. Ben de, meseleyi satranç üzerinden değil, Akyol Hoca'nın ve benzerlerinin kem niyetli parmağı üzerinden konuşalım istiyorum. Zira bu usûlsüz parmak çok göz çıkaracak gibi duruyor. Nitekim, Kur'an da, o parmaklardan birisinin "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" sorusunu, yani 'tekrar dirilişi absürt bulan tavrını' haşmetle cevaplamıyor mu: "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir."

Sunday, September 11, 2016

İlmihalleri aradan çıkarmak...

"İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir." İçtihad Risalesi'nden.

2014'te bir yazı yazmıştım: The Last Siyer-Bender (Son Siyer Bükücü). Yazı, FETÖ'nün, örgütsel stratejilerine/yanlışlarına din içinde nasıl yol bulmaya/meşruiyet kazandırmaya çalıştığına dairdi. O yazıda demiştim ki: FETÖ bunu en çok 'yönlendirilmiş siyer okumaları'yla yapıyor. Meşrulaştırmak istediği şeye göre siyerden 'bükülebilir' bir örnek seçiyor. O parçayı, bütünü görmezden gelecek bir şekilde, vurguyla okutuyor ve böylece nurtopu gibi yeni bir içtihadınız oluyor. Yani, mürşidimin "Şu zamanda oraya girmeye altı mâni var..." dediği 'içtihad kapısı'ndan çaktırmadan giriliyor. Mezkûr yazıdan kısaltılmış bir alıntı yapalım:

"Bankasya'nın Uhud'daki okçular tepesine benzetilmesinden tutun, muhalefet edenlerin sefere giden müminlerden ayrılan münafıklara benzetilmesine; Ali Ünal'ın yazılarındaki kıssa-i Kur'aniye atıflarından tutun, Gülen'in nağmelerinde siyer ile aralarında kurduğu bağa kadar her yerde en büyük sanatları bu: İman-küfür denkleminde yaşanan her tarihsel olayda kendilerini iman edenlerin yerine koyup, muhataplarını mutlaka karşı tarafa yerleştirmek. Anlatılacakları ve bağlanacakları evvelden seçilmiş, hatta yönlendirilmiş bir siyer ve tarih anlayışı bu."

Bugünlerde o yazının üzerine koyduğum yeni bir farkındalık ise şu: Bu hastalık şöyle veya böyle birçoğumuza bulaşmış durumda. Özellikle âlim olmadıkları halde aydın kontenjanından siyasal/sosyal alanda din adına birşeyler söylemek isteyenler bu yönteme çok başvuruyorlar. Kendi nefsimden başlayayım: Eski yazılarımda da gördüm bu hastalığın izlerini. Nasıl buna alıştırıldığımızı bilmiyorum. Ama biz artık fıkıhla/hukukla ilgili bir meselede, Allah'ın rızasının nerede olduğunu anlamak için, ilmihallere bakmıyoruz.

Ya? Kafamızda bir doğru beliriyor. (Belki de işimize geldiği için doğru(!) bu.) Sonra o doğru ile Kur'an'a veya sünnete gidip 'uyar bir örnek' bulmaya çabalıyoruz. Bu aslında 'nastan istinbat' falan değil. Düpedüz minareye kılıf uydurma çabası. Eğer aradığımız şey hakikaten marzıyat-ı ilahiye olsa, önce "Bu konuda fakihler ne diyor?" diye ilmihale bakıp sonra bir fikir sahibi olmamız gerekirdi. Bizde durum kesinlikle böyle işlemiyor. Biz, düpedüz kuş kadar siyer, hadis veya Kur'an bilgimizle içtihad kapısını zorluyoruz.

Bize bu hastalık FETÖ'den bulaştı. Çünkü Fetullahçılar dini tahriş eden her hamleleri için bu yöntemi uygularlardı. Muhalif sesleri bu örneklerde yaptıkları tevillerle bastırırlardı. Ezberden konuşmuş olmamak için çok araştırdım. Risale-i Nur'da bu 'seçkinci siyer okumasını' destekler hiçbir metne rastlamadım. Fıkha/fakihlere veya selefe gitmeden, salt siyerden birşeylerin meşruiyetine örnek bulmak Bediüzzaman'ın hiç yapmadığı birşey. İşte Fetullahçılığın Nurculara da bulaştırdığı bir arıza arıyorsak buna bir işaret koyabiliriz. Şimdi bu hastalık iki koldan ilerliyor. Hastalığı FETÖ'den kapanlar daha çok siyerden örneklerle bu bükücülüğü yapıyorlar. "Bize Kur'an yeter!" ekibinden bu hastalığı kapanlar ise Kur'an'da bunu yapmasını öğreniyorlar.

Buna tekrar be tekrar 'hastalık' diyorum, çünkü bu pis refleksi kapanlar için, herşeyin meşruiyeti, bükülebilir bir örnek bulmakla/hatırlamakla mümkün. Ne fıkıh, ne hadis, ne de kelam ilmine dair bir yetkinlik aramıyor bunlar. Yeter ki, bir mealde veya bir siyer kitabında kafalarına uygun birşey denk gelsin. Aykırı diğer bir örneğin varlığı/varolabileceği hatıra getirilmiyor bile. Özellikle aydın veya aydın adayı gençlerde bu hastalık belirginleşiyor.

FETÖ yıkılsa da bu hastalık varolmaya devam edecek gibi. Çünkü kolaycı. Böyle hüküm çıkarmak hiçbir ihtisas çabası veya ehl-i ihtisas yetkinliği istemiyor. "Bir keresinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle yapmış..." dense yetiyor. Halbuki; bir örnek siyerde dahi olsa, bu 'onun yüzdeyüz doğru olduğunu' veya 'onunla amel edilebilir olduğunu' göstermez. Bize bu yüzdeyüzü ancak hadis ilmi söyler. Eğer siyerdeki olayın bir hadis kaynağına veya senede atfı varsa, o sened ve o hadis kaynağı incelenerek bu olayın doğruluğu anlaşılır. Ancak bu 'yüzdeyüz' bile onunla amel etme hususunda fakihlerin bilgisine muhtaç olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bize vurgulanmış bir parçadan değil hepsini kuşatan bir bütünden, bir ilmî usûl ve tutarlılık içinde, istikametli hükümler verebilmeyi fıkıh öğretir.

Şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir..." Arzîliğin kolaycılığı bizi bu usûlsüzlüğe iten. Kendi yazılarımda gördüğüm bir hastalık. Kendi zihnimde, elhamdülillah, teşhis ettiğim bir hastalık. Kurtulmaya çalışıyorum. Arzî arzularımı bastırıp selef-i salihinin semavî içtihadlarına kanaat etmeye (çünkü sırat-ı müstakim budur) gayret ediyorum. Ancak bu arıza bir bende değil. Başkalarının metinlerinde de görüyorum. FETÖ'cülüğün veya modernist/bid'akâr her akımın bize bulaştırdığı bir maraz şu altını çizdiğim: İlmihalleri aradan çıkarmak...

Thursday, June 16, 2016

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (1): Hicr sûresi 99'u doğru anlamak...

Madem kitabı okuyorum. Hem de ağır ağır okuyorum. Böyle bir yazı serisi başlatmanın uygun olacağını düşündüm. Zaman Aynası Namaz, Nesil Yayınları'ndan çıkan, Senai Demirci ve Ali Mermer ağabeylerin imzasını taşıyan bir eser. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî'nin 9. Söz isimli eserine (veya Sözler isimli eserinin 9. bölümüne) şerh çalışması olarak kaleme alınmış. Allah, iki ağabeyimin niyetlerini de kabul etsin. Benim burada yapacağım: Mürşidim bildiğim zatın bir eserine yönelik yazılan bu şerhin kendimce sorunlu gördüğüm yerlerine dikkat çekmektir. Tevfik Allah'tandır ve hamd yalnızca Onadır.

İlk dikkat çekmek istediğim bölüm: Kitabın 15. sayfasında yeralan bir dipnot. 6 numaralı bu dipnotta şöyle deniyor: "Hicr sûresi, 99. ayetinin işaret ettiği 'yakîn'i, ibadet ederek elde edilecek, ibadette sabrederek erişilecek bir 'iman' hali olarak anlamak gerek. 'Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine iman et' ifadesini, 'Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et' diye de okuyabiliriz."

Öncelikle şunu ifade etmem gerekiyor: Kur'an'dan işarî anlamlar çıkarılmasına karşı değilim ve olamam da. Herkes nasibince Kur'an'dan istifade edebilir ve Ehadiyet düzleminde kendisine lütfedilmiş hususi bir Kur'an'ı onda bulabilir. Fakat bu noktada Kur'an'dan çıkarılacak işarî anlamların 'mana-i sarihiyi incitmemesi' gerekir. Hele hele işarî anlamı çıkarmış kişinin bunu mana-i sarihinin önüne koymasından, "Öyle değil böyle anlaşılmalıdır" demesinden, mürşidimin ifadesiyle, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere sahabe-i güzin ve selef-i salihinin fehimlerini tezyif etmek çıkar. Çünkü Kur'an'a ilk muhatap olan, onu ilk anlayan ve anlatan onlardır. Mana-i sarihî bize Asr-ı Saadet'in yadigârıdır.

Tam da bu nokta itibariyle, Kur'an'ın anlaşılmasında sebeb-i nüzuller 'olmazsa olmaz' bir konumda olduğu gibi dönemin Arapçasına vukufiyet de yine 'olmazsa olmaz'dır. Hz. Ömer'in (r.a.) tavsiye ettiği 'cahiliye dönemi şiirlerinin öğrenilmesi' yine Kur'an'ın indiği bu dili anlamak açısından önemlidir. Çünkü dil de sosyoloji gibi zamanla değişir ve dönüşür. Kur'an'ı en berrak şekilde anlamak, onun geldiği dil ve sosyoloji üzerine yaşamakla ve Muallim-i Mübarek aleyhissalatuvesselamdan ders almakla mümkündür. Sahabe bu dili konuşmuş, bu sosyolojiyi yaşamış ve bu Muallim'den ders almıştır.

Bizim Kur'an'a bakıp, Arapçamız olsa bile, mana-i sarihiyi incitecek şekilde "O aslında şöyle anlaşılmalıdır!" dememiz, modern zamanın çocuğu olan bir zihinle Asr-ı Saadet'in çocuğu olan zihinlere meydan okumamızdır. Bu noktada onlarla yarışılmaz. "Geçerim..." diyen vallahi yalancıdır. Fakat işte, tam da bu noktada, işarî manalar imdadımıza yetişir. Rabb-i Rahim bizi lütfundan istifadesiz bırakmaz. Rahmet, Ehadiyet penceresinden gülümser. Biz de Kur'an'ı dikkat-i nazarla ve istikametli bir hikmetle okuduğumuzda 'rumuzlar tavazzuh eder...' Bediüzzaman'ın "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor..." demesinin hemen ardından zikrettiğidir bu. Bizim hakkımız ancak 'rumuzların tavazzuhudur.' Haddimizi bilmeliyiz.

Peki, aksini iddia edenin ödeyeceği bedel ne olur? Eğer Kur'an'ı mana-i sarihi noktasında 'daha iyi anladığımız' iddiasına girersek, bu bir anlamda daha önce 'eksik anlaşıldığının' iddiasıdır. İslam'ı bize ulaştıran pâk eller, eğer mana-i sarihîyi eksik anlamış iseler, bugün dinimizi üzerimize yaşadığımız herşey; akaid, fıkıh, hadis, kelam vs... bu eksiklikten hissedar olur. "Kur'an'ı daha iyi anlıyorum!" diye iddia eden kişi, lazım-ı mezhep olarak yeni bir fıkıh işine de girişmelidir. Çünkü bu sözüyle geçmiş fıkıhların üzerine inşa edildiği zemini 'eksiklikle' suçlamıştır. Eksik üzerine kurulan da eksiktir. Bugün mana-i sarihiyi sahabeden daha iyi anladığını iddia eden, sahabenin bu manayı ders aldığı Aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere bütün bir İslam geleneğini/silsilesini kaçınılmaz bir şekilde tezyif eder. Farkında olsun veya olmasın.

Fakat burada ben Zaman Aynası Namaz'ı yukarıda belirttiğim şeyle suçlamıyorum. Çünkü orada 'diye de okuyabiliriz' deniliyor. Bir nevi mana-i sarihinin bu olmadığı, fakat böyle de okunabileceği söyleniyor. Ancak hatırlarsanız, başta birşeyin altını çizmiştim: Mana-i işarînin kabule yakın olması için mana-i sarihîyi incitmemesi gerekir. Kitapta beni endişelendiren asıl husus budur. Eğer "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" ayetini "Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et!" diye anlarsanız bu ister istemez bazı açılardan mana-i sarihîyi incitir. Peki, nasıl incitir?

Öncelikle; 'kadar' anlamı içerdiği (internette görebildiğim) bütün meallerde kabul edilen Arapça bir cümlede 'kadar'ı 'üzere'ye çevirmek sıkıntılıdır. Çünkü 'kadar' aslında bir eşiği ifade eder. Biz birşey hakkında 'Şu güne kadar yapacağım' veya 'Şuraya kadar yapacağım' dediğimizde bir sınır tayin etmiş oluruz. Bu, "Ondan sonra bunu yapmayacağım" manasını da barındırır. Bu sınırlamanın olmadığı tek kullanım vardır. O da "Sonsuza kadar..." Bu, yapılan şeyin hiç sonunun gelmeyeceğini ironi ile ima eder. 'Üzere' kelimesinde bu sınırlandırma yoktur. Peki, Zaman Aynası Namaz'ın verdiği anlam ile baktığımızda bu sınırlılık ne olacaktır?

'Rabbinin abdi olduğu bilincine erene kadar' ibadet eden kişi, bu bilinci elde ettiğinde ibadeti bırakacak mıdır? Eğer bunu bu kesinlikte savunabiliyorsak, mü'minin ibadet yolculuğunu 'Rabbin abdi olduğu bilincine erilmeden' başlanmış, ancak nihayetinde bunu hedeflemiş birşey olarak mı görmeliyiz?

Eğer hakikaten bu ikincisini de savunabileceksek, o zaman ibadet eden herkesin 'Rabbinin abdi olduğu bilincine henüz ermemiş kimseler' dolayısıyla imanlarında sorun olan kimseler olarak mı görülmesi lazımdır? Bunun böyle görüleceği de kabul edilirse, ömrünün son demlerine kadar ibadeti bırakmamış olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere 'hiç ibadeti terketmemiş' insanların imanlarını 'Rabbinin abdi olduğu bilincine erilmeden yapılmış imanlar' olarak mı görmek gerekir? Sahib-i Miraç hakkında 'Rabbinin abdi olduğu bilincine ermediği' iddiasında bulunulabilir mi? İbadete 'bu erişe ulaşmadığı için devam ettiği' söylenebilir mi?

Sorular çoğaltılabilir, ama sıkıntı değişmez. Ayetin, Zaman Aynası Namaz'a kadar verilen manası, yani "Sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" anlamı kabul edilirse ancak mesele çözüme kavuşur. Evet, ölüm geldiği zaman imtihan biter. İmtihan bittiğinde ibadet yükümlülüğü kalkar. Bunun dışında verilen anlamlar, ancak bu mana-i sarihîyi incitmezlerse kabul edilebilir olabilirler. Yaralarlarsa yara alırlar.

Tam bu noktada Zaman Aynası Namaz'da bu hatanın neden yapıldığına dair bir tahminimi de belirtmek istiyorum. Senai Demirci veya Ali Mermer veya her ikisi birden, yakînin itikadî metinlerde sonradan kavramlaştırılmış anlamını Kur'an'a dayattıkları için bu hatayı yapıyorlar. İmanın mertebelerini anlatmakta kullanılan ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin gibi tabirler 'yakîn'e 'kesin bir şekilde imanma' anlamı yüklerler. Fakat bu yükleme daha sonra yapılmış bir yüklemedir. Yazının başlarında dediğim gibi: Kur'an'ı anlamak aslında onun indiği zamanı anlamaktır. Dilin o zamanki halini ve sosyolojiyi anlamaktır. Sadece kelimeyi değil onunla ne kastedildiğini anlamaktır.

Örneğin: Bugün 'söylenti' veya 'inanılmayacak bir söz' olarak kullandığımız 'tevatür'ün anlamını hadis ilminde 'tevatür' kelimesinin geçtiği yerlere koyarsanız, bu ilme takla attırırsınız. Zira hadis ilminde 'tevatür'ün anlamı neredeyse bugün anlaşılanın tam zıttıdır. Dildeki ve sosyolojideki bu dönüşümdür ki, Bediüzzaman der: "Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâp var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor."

Hülasa: Senai Demirci veya Ali Mermer veya ikisi birlikte sonradan inşa edilmiş bu 'yakîn'i Hicr sûresinin 99. ayetindeki 'yakîn'e dayattıkları için bu hataya düşüyorlar. Fehmetmek için o döneme gitmiyorlar. Kendi dönemlerini dayatıyorlar. İşte biraz da bu nedenle bu zamanın çocuklarının mana-i sarihîde hakkı yoktur. Çünkü, İçtihad Risalesi'ndeki tabirle, 'arzî'dirler. Semaya çıkamazlar ki, sema hakkında söz söylesinler... Yazının son kısmı sadece benim tahminimden ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.

Tuesday, July 14, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 6: Allah'a 'aklına sığdığı kadar' inanmak...

Bir önceki yazımda Kur'an müslümanlığı denen sapkınlıkla Haricilik arasında kurduğum benzerlik, her açıdan tutan bir benzerlik değil. Sadece geçmişte "Aramızda yalnız Kur'an hükmetsin!" diyen ve hakem olayından dolayı sahabeyi tekfir ettikleri için onlardan gelen hadislere de itimat etmeyen bir zümre olduklarından andım onları. Ve İmam Ali (r.a.) bu fitneyi Kur'an'ın tevili konusunda çok tehlikeli bir sapkınlık olarak gördüğünden onlarla cihad ediyor. (İdare edelim. Onlar da bizim kardeşimizdir. Ne güzel, onlar da Kur'an'a yoğunlaşıyorlar. Hoşgörülü olalım... falan demiyor yani.) Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bu konuya değinirken, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, yaşayacağı bu durumu (ihbar-ı gaybî nevinden) İmam Ali'ye haber verdiğini naklediyor. Naklettiği hadis şöyle: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın."

Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür'etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur'an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur'an'ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.

Mustafa Akyol'un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur'an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; "Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor..." tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. "Gerçekten olabilir mi?" diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; "Gerçekten olmuş mu?" sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi "Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır..." tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.

Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din... Yani 'uydurulmuş din' aslında onlarda. Çünkü Batı'dan gelen 'doğruluk kıstaslarına' uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman'ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell'ın 1984'teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk... En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan'a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.

Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, 'olmasını istedikleri' din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: "Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar..." Bunlar da kafalarında 'doğru'ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler... Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.

Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur'an'ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur'an'ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah'ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur'an'a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi 'göre'ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat'ten naklen): "... Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, 'Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim' demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi 'Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım' dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır."

Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; "İslam akıl dinidir!" demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" Kur'anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah'tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah'ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; "Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!" demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah'ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.

Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl'ında Bediüzzaman'ın dediği gibi; "İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar." Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang'den sarhoş olmuş, Kuantum'dan fotonlarını şaşırmış, CERN'den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. "Aklınızı başınıza alın!" diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama...

Wednesday, July 8, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor?

Okuyanlar anımsayacaklar: Mustafa İslamoğlu'nun iddialarına cevap olarak, ismi yine Risale-i Nur'dan mülhem, 'Güya Allah'ı takdis ederken...' diye bir yazı serisi karalamıştım. Bediüzzaman bu ifadeyi Mutezile için kullanıyor aslında. Onların 'iyi birşey için kötü birşey' yaptıklarını dile getiriyor orada. Amaçları ne? Amaçları, Allah'ı takdis etmek, Onu kusurlardan tenzih etmeye bir yol bulmak. Ulaşılan sonuç ne: Şirke kapı açmak. Uluhiyet akidesini en pis çamurla lekedar etmek. Nasıl? Anlamak için ilgili metne dönelim yüzümüzü:

"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)

Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.

Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."

Emre Dorman'ın attığı twiti okurken de aklıma bu bahis geldi nedense. Şöyle diyordu Dorman orada: "Hadis reddetmek peygamberi inkar etmek değildir. Kur'an'ı tek ölçü bilip peygamberimize atılan iftiraları reddetmektir." Yani ilgili beyanlarından Kur'an müslümanlığı rüzgarına kapılmış olduğunu anladığımız Dorman'ın aslında niyeti iyi, pek güzel, hatta pek şeker. Hadisleri reddediyor ki, Kur'an daha güzel anlaşılsın ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselama atılan iftiralar temizlenmiş olsun. Peki nübüvvetin öğretmenlik fonksiyonu? Boşver canım onu. Modern zamanlardayız. Süper zekalıyız. Biz hallederiz. Oh ne güzel... İnkar et rahatla. Ne kadar bilimsel bir metod öyle değil mi?

Fakat bir saniye! Bu ifade Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği tehlikeyi andırmıyor mu biraz? Yani yapılan şey görünüşte bir takdis/tenzih iken, hakikatte insanın kendi hevasının/fehminin sınırlarıyla birşeyleri sınırlandırması değil mi bu da? Mesela; Mutezile, Allah'ı kendi fehmince/idrakince temizlemek isterken aslında onun 'yaratışına' bir sınır koyuyor ve şirk koşuyor. Daha beter kirletiyor uluhiyet anlayışını... Peki, bizim iyi niyetli Emre Dorman'ımız acaba hangi çamları deviriyor Allah Resulünü temizlemek isterken? Düşünmek gerekmez mi üzerine?

Hani meşhur bir sözdür, bilirsiniz: "Kötülüğün yolları iyi niyet taşlarından örülmüştür..." denir. Ben bu haleti, o sözün anlattığına çok benzetiyorum. Böyleleri aslında bizi yaptıklarının neticeleriyle yüzleşmeye değil, bunu yapmaktaki amaçlarının güzelliğine meftun etmek istiyorlar. Aforizma aforizma avlıyorlar imanımızı. Tıpkı Hayvan Çiftliği'nde Orwell'ın güzelce tasvir ettiği gibi. Domuzlar, daha iyi bir gelecek için hayvanları bir devrime ikna ediyorlar, ama sonuçta devrimle elde edilen eskiden de kötü, beterin beteri bir düzen oluyor. İşte bizdeki Kur'an müslümanlığı meftunlarının da bizi razı etmek istedikleri ütopya bu. Hatta 1984 romanı tarif edilirken kullanılan ifadeyle: Karaütopya.

Prof. Dr. Orhan Çeker'in Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış kitabında hadis ve Kur'an arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı, çok beğendiğim bir ifadesi var: "Eğer hadisler olmazsa..." diyor Çeker, "Kur'an manevî tahrife açık hale gelir." Yani Kur'an'ın lafızlarının değil, ama o lafızlardan anlaşılması gerekenin tahrifi/bozulması ancak hadislerin inkârıyla mümkündür. Yoksa hadisler sizin ayaklarınızı/ellerinizi istikamet üzere bağlar. Kur'an'daki kelimeleri/cümleleri, onlarla kastedilenin ne olduğunu, size hayatın içinden örneklerle/anılarla söyler hadisler. Bu nedenle Kur'an'ın kalkanı gibi bir işlev görürler. Eğer niyetiniz Kur'an'ı tahrif etmekse, önce bu zıhra sataşmanız gerekir. Hadislere olan güveni kıramazsanız, Kur'an'ın mana ve tevilce tahrifini başaramazsınız. Belki kelime-i şahadette Allah'a imanın Resulüne imana bu derece bağlanmasının sırrı da budur. Ve nitekim Kur'an'da da sık sık hem Allah'a, hem Resulüne itaat edilmesinin gereği vurgulanır. (Sadece Kur'an'a değil.) Ehl-i sünnet âlimleri de hep bu yol üzere gitmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Konuya dair güzel bir izahı da Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları 2'de yapıyor:

"Bütün mesele, Sünnet'e söyletemediklerini Kur'an'a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur'an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi, muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid'at fırkaları, davalarını Kur'an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste 'kurtuluşa eren fırka'nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerine bulunduğu yolda yürümek olarak tayin ve tarif buyurmuştur."

Hadis inkarcıları, işte yine sırf bu nedenle, ehl-i ihtisas olmadıkları halde hadisler konusunda boru öttürmeye pek meyyaldirler. Hepsi serapa ehl-i fazilet insanlar olan hadis imamlarını ve başlıbaşına çok derinlikli/nitelikli bir ilim olan hadis ilmini küçük göstermek için yarışmaları da bundandır. Hatta bu insanların içine düştüğü en büyük sapkınlık, sened tahlilini öteleyip kendi akıllarıyla mana tahliline girişmeleridir.

Onların akıllarının ve Kur'an'dan anladıklarının tek miheng olduğu bir düzlemde konuşur da konuşurlar... Cür'etin bini bir para olur. "Bence hadis değil..." veya "Bana hadis gibi gelmiyor..." dışında hiçbir usulleri ve değerlendirme kıstasları yoktur aslında. Biraz üzerlerine gitseniz mesela: Bir hadisin hadis olduğuna karar verirken hangi standartlara dayanırlar? Neye göre ve ne göstergelerle karar verirler? Neye göre reddeder/kabul ederler? Hepsi bunların gözünde/zihninde duman olmuştur. Bazen olur, işlerine geldiğini düşündükleri için zayıf hadisleri en sahih hadislerden bile daha muteber gibi aktarırlar. Bazen de işlerine gelmiyor diye en sahih hadislere bile burun kıvırır, dudak bükerler. Tutarsızlıkların "Bana öyle geliyor/gelmiyor..." çizgisinde bir papatya falı tahlile dönüştürüldüğü bu ekol mensuplarından duyduğunuz hep şudur: "Sizi uydurulmuş dinden, indirilmiş dine çağırıyoruz."

Fakat ne tuhaftır ki; hiçbirinin indirilmiş dini de bir diğerine uymaz. Hepsine ayrı ayrı birşeyler inmiş gibi olur. Hadisleri inkar etmekle güya Kur'an bayrağı altında toplanmış(!) bu zümrenin, bu bayrak altında toplanmakla tevhide ulaştıklarını düşünmek de mümkün değildir. Bunların cemiyeti, duyduğu her ayeti başka taraflara çeken/farklı anlayan sağırlardan oluşmuş sağır sultanlar korosudur.

Emre Dorman okur başka anlar. Caner Taslaman okur başka anlar. Mustafa İslamoğlu okur başka anlar. Yaşar Nuri Öztürk okur başka anlar. Abdulaziz Bayırdır okur başka anlar. Hepsinin keyfine göre küçük küçük fıkıhçıkları oluşur. Böylece tamamen iyi niyetlerle Allah Resulünü ve Kur'an'ı tenzih etmeye çalışırken insan sayısınca dininiz olur. Çünkü Kur'an'ın etrafındaki mana koruyucuları yıkılmıştır. İsteyen, istediği lafzı, istediği lügatten, canının çektiği anlamı vererek, istediği gibi tahrif eder. Bir örnek vereyim: Bunlardan birisiyle konuşurken 'hadislere bu denli itimatsızsa/güvenmiyorsa namazlarını nasıl kıldığını' sormuştum mesela. Bana, namazda bizim olmazsa olmaz gördüğümüz her rüknün uydurma olduğunu, orada secde/rükû ile kastedilenin de aslında Allah'a saygı duymak olduğunu söylemişti. Varın siz düşünün gerisini: Böyle insanlarda dinden ne kalır?

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...