Wednesday, March 7, 2012

Hangisi kabuk, hangisi öz?

Bu yazı, aslında gecikmiş bir yazı... Bundan aylar evvel yazılmış olması gerekiyordu. Fakat bekledi. Aklım niyet ettikçe yazmaya, kader bir hikmete binaen vaktini tehir etti. Anladım ki; “vakt-i merhunu” gelmemiş. Vakti gelmeyince de cemresi gönle düşmemiş...

Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında düzenlediği seminerlere 2011’in Kasım ayında Doç. Dr. Mehmet Çelik konuk olmuştu. Seminerin konusu “Risale-i Nur ve Tasavvuf” idi.

O seminer boyunca Doç. Dr. Mehmet Çelik; tasavvuf ekolünün hala geçerliliği olan bir ekol olduğunu, asıl zenginliğin onda saklandığını (cadde-i kübranın o olduğunu) ancak bazı Nur talebelerinin her nedense tasavvuf hakkında olumsuz çağrışım yapan Bediüzzaman sözlerini cımbızlayarak (evet, seminerde kullandığı kelime tam da buydu) ona karşı önyargılar oluşturduklarını söyledi. Hatta külliyat içinde tasavvufa böyle değinen metin miktarının birkaç cümleyi geçmeyeceğini ve Nur talebelerininse hep o cümlelerde takıldıklarını beyan etti.

Seminerin ardından başta Cemal Uşak ağabey olmak üzere bazı ağabeyler bu kanaate itiraz ettiler ki, bence de nihayetsiz hakları vardı. Bir kere özellikle Telvihat-ı Tis’a gibi bölümlerin bulunduğu bir külliyatta tasavvufa dair bahislerin birkaç cümleden ibaret olduğunu söylemek, bir akademisyen için, büyük bir hataydı. Ve Nur talebelerinin sadece bunları cımbızlayarak bir tasavvuf eleştirisi geliştirdiklerini söylemek de insafsızlıktı. Zira Nur talebelerinin sinesinde her zaman tasavvuf ekolüne saygı vardı. Fakat Bediüzzaman’ın mesleğinin farklarını ortaya koyma, kendi çizgilerini belirleme anlamında tasavvufî yorumlarında bir derece hassas idiler. Belki o cümlelerin çoklukla tekrarı, bu ayrımın sağlıklı algılanması açısından yapılıyordu. Yoksa tasavvuf ekolünü kötülemek amacıyla kullanılmıyordu.

Öncelikle Doç. Dr. Mehmet Çelik, tasavvufu ifade ederken Hz. Hızır’ın ekolünü ve ilm-i ledününü Hz. Musa’nın ekolüne kıyaslayarak ve Hz. Musa’nın (a.s.) Kur’an’da da geçtiği şekilde, bilmediği çok şeyi Hz. Hızır’dan (a.s.) öğrendiğini, bunun da tasavvuf ekolünün diğer ekollerden üstünlüğüne bir örnek oluşturduğunu söyledi. Yani Mehmet Çelik’e göre tasavvuf ekolünün ekseni Hz. Hızır’ın ilm-i ledünü üzerine kurgulanmıştı. Fakat bu örneklemenin kendi içinde şöyle bir açmazı vardı ki; rivayetlerden de bilindiği gibi peygamberler içinde ulu’l-azm sayılan Hz. Hızır (a.s.) değil, Hz. Musa (a.s.) idi. Yani ehl-i sünnet akaidine göre makam-ı Musa, makam-ı Hızır’dan yüksekte idi. Bu yönüyle eğer ilm-i ledün, Hz. Musa’nın şeriat bilgisinden yüksek birşey olsaydı, ulu’l-azmın içerisinde yer alması gereken Hz. Hızır olmalı değil miydi?

Bu örnekleme hafızanızda kalarak Od kitabına yönelelim şimdi. Orada da İskender Pala, bir tasavvuf büyüğü olan Derviş Yunus’un (Allah şefaatine nail eylesin) mesleğini, yani ilm-i ledünü, zahirî(!) şeriattan daha çok önemsiyordu.

Hatta orada sayfalar boyunca Derviş Yunus’un eşyaya bakışı anlatılırken belki sünnet dairesindeki namazına, orucuna, tesbihatına yapılan atıf miktarı birkaç cümleyi, haydi en fazla paragrafı geçmiyordu. Yani kitap boyunca karşımızdaki Derviş Yunus, namazı nasıl kıldığı bilinmeyen, orucu nasıl tuttuğu ve neler duyumsadığı anlaşılmayan, zikri sadece “Bilmiyorum” olan bir mistik ekolün mensubuydu. Zahirî(!) şeriatla çok da meşgul değil gibiydi. Onun makamını asıl kıymetli kılan ibadetleri romanın içerisinde çok az vardı ya da yoktu. Genelde bu gelişim zihninde yaşanıyordu.

Kitabın içinde Derviş Yunus Hazretleri’nin bu yaşam çizgisini özetlemek amaçlı kullanılan şiir de şu idi: “Şeriat tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeri...”

Evet, tasavvuf ekolünün takipçilerinin bir kısmının avam-ı müsliminden farklarını ortaya koyma adına kullandıkları şu iki mısra, Od kitabında da Derviş Yunus’un düşünce dünyasını, gönül dünyasını aktarma adına kullanılıyordu. Belki Derviş Yunus’un, abdalların yanına sığınıp sonra onlardan daha yüksek makamda olduğunu anlamasıyla tekrar dergaha dönmesi yine bu iki mısrayla değerlendiriliyordu.

(Bu noktada kitapta geçen Şeyh Abdürrezak’ın öyküsü, hakikaten ilm-i ledün adına vazgeçilebilecek şeylerin sınırlarını tayinde pek endişe verici bir örneklemeydi. Orada Şeyh Abdürrezzak isimli şahıs, sevdiği kız için pekçok mukaddesatını feda edebiliyordu. Halbuki kendisi koskoca bir şeyhti.)

Kitaptan bahisleri az tutarak şimdi yukarıda bahsi geçen Yunus şiiri ile Bediüzzaman’ın telif eylediği Telvihat-ı Tis’a’dan bir bölüm alıntılamak istiyorum. Bakınız Bediüzzaman o kısımda bu şeriat, tarikat, hakikat bahsi hakkında neler söylüyor:

“Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.”

Görüldüğü gibi sırf buradaki metinden bile hareketle Bediüzzaman’ın mesleğinin tasavvufun içinde sadece bir şubeden ibaret olmadığı, aslında Bediüzzaman’ın tasavvufu reddetmeden, ama onun dengesi bozulan kısımlarını da kabullenmeyerek kendi Kur’anî mesleğini inşa ettiğini söyleyebiliriz.

Bu yönüyle Nur talebelerinin yapmaya çalıştığı da budur veya bu olmalıdır. Yani Nur talebeleri külliyatın içinden tasavvuf eleştirilerini cımbızlayan insanlar değil, kendi ekollerinin çizgisini ortaya koyma adına bazı hususları belirginleştiren insanlardır. Tıpkı yukarıdaki şeriat, hakikat bahsinde olduğu gibi...

Tasavvuf yolcusu kardeşlerimizin bizi anlaması gereken bir nokta varsa, o nokta işte bu noktadır. Şeriat kışır, tasavvuf öz değildir. Aksine tasavvuf bir vesile, şeriat özdür. Hz. Hızır’ın makamı da işte bu yüzden Hz. Musa’dan (a.s.) geridir. Çünkü Hz. Musa daha kapsamlı bir şeriatın emanetçisidir. Belki biz böyle noktalarda Derviş Yunus’un o mübarek elini öpüyor, ama fikrine katılmıyoruz. Başka bir kem niyetimiz yok...

Monday, March 5, 2012

Risale-i Nur'u yalnızca Risale-i Nur mu anlatır?

Bir önceki yazımızda dersi yapanlar noktasında Risale derslerimizin geliştirilmesine muhtaç olduğumuzu beyan etmiştik... Elhamdülillah, bu beyanın ardından iki türlü tepkiler aldık: Bir kısmı insaflıydı ki; bize hak vermekle beraber ıslah konusunun sadece dersi yapanla değil, dersi dinleyenle de ilgili olduğunu söyledi; amenna! Buna biz de katıldık. O noktada eksikliğimizi itiraf ettik. İkinci kısım insafsız idi ki; onlar da bu yaptığımızı farklı olmaya çalışmak, kendince hava atmak olarak yorumladılar. Belki bizi kale dahi almadılar. Onlara dair birşey söylemiyoruz, yalnız selametle diyoruz.

Risale derslerinin metamorfoz geçirmeye ihtiyacı olduğu yeni birşey değil. Fakat bu ihtiyacın karışısında cemaat içinde geliştirilmiş, üretilmiş pekçok tabunun, engelin kaya gibi sert, müsaadesiz duruşu var. Mesela bunların içinde bir tanesi; “Risale-i Nur yeter” cümlesi ki, hakikaten pek yanlış anlaşılmış bir ifadedir. Diğeri ise şu; “Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır.”

“Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır” söylemi, aynı metni izah eden başka bir metnin sadece yüzünden okunması olarak anlaşılmamalı. Hem “Risale-i Nur’u yine sadece Risale-i Nur izah eder” şeklinde düşünmek, Kur’an tefsir metotlarında klasik usüllere bağlı kalmayarak kainatı bir harita gibi tefsirlerine yayan bir Üstadın talebelerine cidden yakışmıyor. Bu şekilde Risale-i Nur’dan gayrısına kapanmak, tefsir metodunu bütün modern bilimlere alabildiğine açan bir ekolün sahiplerinin kabullenebileceği birşey değildir, olmamalıdır.

Örneğin Üstad Hazretleri, Kur’an’ı tefsir ederken “Kur’an’ı sadece Kur’an anlatır” demiyor. Üstelik irşad-ı nebevî olmasa, Hz. Resulullah (a.s.m.) aramıza dahil olmasa o ders kitabının dahi manalarının tam anlaşılamayacağını nübüvvetin gerekliliğini izah ederken kendisi söylüyor.

Hal böyleyken, Kur’an’ın sahibi (c.c.) dahi kelamının manasını insanlara aktarırken kelamıyla yetinmez ve peygamberler gönderirken ve izah eden öğretmenler dahi (Allah, hepsinin şefaatlerine nail eylesin) Kur’an’ı kainatla birlikte bize izah etmeye çalışırken, bizim sadece Risale-i Nur metinleriyle yetinmemiz, daha derinlikli izahlar için (ve metinleri daha iyi kavramak için) farklı okumalara girişmeyişimiz, bence düpedüz taassuptur. Evet, en açık lisanla ifade ediyorum; bu bir taassuptur. Bu söylem yıllar önce kendisine sualler tevcih eden lise talebelerine “Dersleri dinleyin!” diyen Üstadın talebelerine yakışmamaktadır. Üstad farklı Kur’an merkezli farklı okumalara alabildiğine açıkken ve tedris hayatı bununla geçmişken, sonraki nesiller giderek kapanmaktadır.

Bu noktada elbette ders yapanlar kadar dersi dinleyenlerin de yenilenmeye ihtiyacı var. Dersi dinlemeye gelenler, acaba gerçekten birşeyler öğrenmek ve ders almak için mi geliyorlar; yoksa sadece beraber bulunmak ve dostlarla birkaç saat birlikte olmak için mi o mekanlara geliyorlar, bu ciddi analiz edilmeli. Zira herkes de kabul eder ki; dersi yapanı şevklendiren, hareket getiren öğrencilerdeki, dinleyenlerdeki samimiyettir.

Eğer biz dinleyenler olarak içimizdeki heyecanı kaybetmişsek, dersi yapanda bunu bulmak zor olur. Dersi yapanın bu hissi uyandırması zorlukla olur. Pek azına nasip olur. Zira zorlama yoktur, zorlanmayınca da arama yoktur. Bu nazenin ve nazdar hakikatler de mehirleri olan dikkat ödenmedikçe kendilerini açmazlar.

Bu noktada dersi dinlemeye gelenlerin hakikaten öğrenci edasıyla, birşeyler kapmak için orada bulunması çok önemli. En azından bir küçük not defteri, bir kalem, birşeyleri kaydetme telaşı, birkaç soru inanın bu yolda çok faydalı olacaktır. Hem dersi dinleyen adına, hem dersi yapan adına çok faydalı olacaktır.

İnsanların sadece derse gelmesiyle ve sadece orada bulunmalarıyla tatmin olma çağının geçtiğini düşünmekteyim. Giderek çoğalan, ama çoğaldıkça metinlerden uzaklaşan Nur talebeleri zamanındayız. Benim bir üst kuşağım külliyat metinlerine iyi kötü aşinayken, benim bir alt kuşağım kapağını kaldırıp çok nadir okuyor. Okusa da heyecanlanmıyor. Belki pek nadir bir ferdi, merakla eserleri karıştırıyor.

Yeni bir ruh ile dersleri daha yüksek bir seviyeye çekmek, Nur talebelerinin kültür mirasını bir sonraki nesle taşımak açısından elbette çok faydalı olacaktır. Kemiyetin değil, keyfiyetin ehemmiyetli olduğu bu hizmette, dört tane gerçekten öğrenmek için gelmiş talebe yüz tane orada bulunmak için gelmiş insandan elbette hayırlıdır. Risale-i Nur talebeliği; talep eden, talep edilen ve bu talebe karşılık her dem yeni bilgilerin arz edildiği bir platformda yaşanmalı... Yoksa yüz kişi toplanıp dağılsak, ama içimizden bir Said çıkaramasak, o kalabalığın ne anlamı var?

Wednesday, February 29, 2012

Dersi yapanın hiç mi suçu yok?

Bir önceki yazımızda Risale-i Nur deslerindeki derinlik konusuna bir nebze değindik. Bugün de aynı konu üzerinde birazcık sarf-ı kelam etmek niyetindeyim, fakat öncesinde çok sevdiğim bir kardeşimin eleştirisine cevap vermem gerek. Zira eleştirisindeki özen ve incelik cevap verilmeyi hakediyor. Diyor ki o kardeşim; “Tamam, Risale derslerinin geliştirilmesi lazım. Fakat derslerden istifade edemeyişiniz biraz da ihlassızlığınızdan olamaz mı?” Evet, özetle söylediği bu... Gerçi yazımda ağabeylere yaptığım serzenişi de insafsız bulduğunu belirtiyor, belki onda da bir nebze haklı. Eleştiriyi umumileştirmek hata olur, belki de oldu. Lakin bu kanundan hariç kalan fertler o kadar az ki, isimlerini yazsam bile herhalde birkaç satır yeter. Fazlası gerekmez.

Önce ihlassızlık meselesine gelelim isterseniz. Doğrudur, ben kendimi ihlaslı bilmiyorum zaten. Dahası bunun iddiasına da hiçbir zaman girişemem. Zira biliyorum ki, böyle birşeyin iddiası dahi olmadığına delildir. Bir kul, ömrü boyunca onu içinde arar durur. Kavuşur, kavuşamaz onu ancak Allah bilir. Kul asla bundan yana emin olamaz. Hatta emin olmak bir yana, düzenli bir şüphe duymuyorsa içinde ihlasa dair, o bile tehlikelidir.

Ben de ihlassızlık tehlikesini her zaman ensemde hissediyorum ve kesinlikle iddiasında değilim. Zaten bahis mevzuu sadece kendim olsam hiç bu yazıları da yazmayacağım. Fakat gittiğim derslerde gençlerde hissettiğim bezginlik beni korkutuyor. Bu gençler, yirmi yıl evvelinin çocukları değil. Yeni bir dil, yeni bir derunî okuma beklentisi içindeler. Eğitim seviyeleri bir önceki nesil Nur talebelerine göre çok yüksek. Pekçoğu üniversite öğrencisi veya mezunu. Ve takdir edersiniz ki, bilgiye ulaşım eskisine göre çok daha kolay. Bu gençler kendi zamanlarının çocukları ve ulaşabildikleri tüm kaynakları birbirleriyle kıyaslayabiliyorlar. Birisinin usulü kendilerine yavan gelirse çok çabuk başka ekollere kayabiliyorlar. Ve en önemlisi; mehazdaki kudsiyetten uzaklaşmışlar.

Hal böyle olunca yalnız kendim bahis mevzuu olmadığım için ihlassızlığı geçer akçe kabul edemiyorum. Öyle ki, bir umumi sohbette uyuyan sayısının çokluğu beni ayrıca korkutuyor. Dahası, ders usullerinin yavanlığına yalnız ben değil, benden çok daha ileride bulduğum, hatta bazıları Risale-i Nur konulu büyük araştırma çalışmalarına emek vermiş ağabeylerim dahi eleştiri sunuyorlar. Hatta bazısı; “Derslerde geçen zaman bana kayıp geliyor. Ben evde kendim Risale okusam daha çok şey öğreniyorum” diyor. Şimdi bu kardeşler, bu gençler böyle şeyler söylerken yine de ihlassızlığımıza yorup suçu cemaatte mi bileceğiz? Yoksa nefsimize bakıp “Biz bu gençleri neden tatmin edemiyoruz? Neden istifade edemiyorlar?” deyip yöntemlerimizi geliştireceğiz? Ben ikincisini daha doğru buluyorum.

Kaldı ki, Lemaat isimli eserinde; “Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, ‘Hasan Ağa, aferin!’ Hasıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!” diyerek bu tarz yargılamaların önünü önce Bediüzzaman (Allah ondan razı olsun) kesmiştir. Dersler noktasında geliştirilen ve dillendirilen bir eleştiriye bu tarz bir cevapla mukabele etmek, aynen yukarıda bahsedildiği gibi şerri cemaate dağıtmaktır. Dersi yapanın veya yapanların Hasan Ağa konumunda olduğu ve kendilerini sorgulamaları gerektiği bir düzlemde aşirete günahı pay etmek hiç mantıklı değildir. Bence bu algı da ciddi sorunlar içermektedir.

Ki bu arkadaşım kıyas ölçüsü değil, kendim de birkaç kez böyle bir eleştiriyi yumuşak bir dille ağabeylerime karşı dillendirdiğimde aldığım cevap hep “kalbimin bozulmuş olabileceği” şeklinde olmuştu. Elbette ben nefsimi temize çıkarmam, kalbim bozulmuş olabilir. Lakin bu kadar insanın birden bozulmuş olması da mantıksız değil mi?

Derse gelenlerden yarısından fazlası ders çıkışında ne anlatıldığını hatırlamıyorsa veya gelenlerin büyük kısmı uyuyorsa bunda bizim de özümüze alabileceğimiz dersler olmalı...  Neyse, yazı yine uzadı. Hasılı; demek istiyorum ki, dilimizi geliştirirsek ayakta kalacağız, yoksa bu emaneti hak eden bir başkaları gelip omuzlayacak. Şaşırmayalım, Mektubat’ta da geçen Maide suresinin ellidördüncü ayeti öyle demiyor mu? Hakkı verilmeyen emanetlerin elimizden çekilip alınacağını söylemiyor mu? Benim eleştirim sadece bu kadardır, yoksa kimsenin hizmetini kıymetsiz buluyor değilim. Ama eleştirimin gelişime bir damla katkısı olursa, bahtiyar olurum, olacağım. Niyetim Risale-i Nur’u değiştirmek değil, kendimizi geliştirmek...

Sunday, February 26, 2012

Risale-i Nur'u okuyalım, ama ne garnitür, ne vird olsun!

Risale-i Nur derslerindeki yenilenme ihtiyacı üzerine yazdığım yazının ardından birkaç itiraza, birkaç uyarıya, birkaç da “Hadi oradan, dünkü çocuk!” muamelesine maruz kaldım. Sağlık olsun; bunlardan alınacak, gocunacak değilim. Zaten pişkin bir adamım. Fakat ne yalan söyleyeyim, beklediğimden daha azıyla karşılaştım diyebilirim. Hatta birkaç Nur talebesi kardeşimden öyle şevklendirici mesajlar da aldım ki, onların hatırına, diğerlerinin söylediklerinin yüz katına daha göğüs gerebilirdim. Öyle motive ettiler beni, öyle sevindirdiler, geleceğimiz adına umut vericiydiler. Demek, müşterek bir duaya amin demişiz, demek müşterek bir arzuya isabet etmişiz ki; muhataplarım da aminleriyle aminlerime katıldılar. Beni bahtiyar ettiler, ebeden bahtiyar olsunlar.

Evet, hakikaten Risale-i Nur’un ciddi ve müdakkik okumalara ihtiyacı var. Müellifinin vefatının üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen henüz ciddi bir şerh çalışmasının yapılmamış olması da bu tezimizi kuvvetlendiriyor. Halihazırda yazılmış olan ve bunu amaçladıklarını söyleyen kitaplarınsa tamamını bir avucunuzun içine alıp sıksanız, ondan ancak ve ancak birkaç damla Risale-i Nur hakikati damlıyor. Gerisi gıl u gışla, başka başka malumatlarla, hatta hatalı süprüntülerle dolu oluyor. Onlardan tam bir Risale-i Nur, tam bir Kur’an nefesi alınmıyor; zira onlarda bu eserler garnitür nevinden okura sunuluyor...

Bu yargımı fazla mı insafsız buldunuz? Haklı olabilirsiniz, genellemelerin tamamı insafsızdır. Elbette bu kanundan hariç fertler, kitaplar olabilir. Fakat siz de kabul edersiniz ki; Nur talebelerinin sahip olduğu yayınevlerinde bile Risale-i Nur’un hedeflerine tam anlamıyla hizmet eden, “İşte budur!” diyebileceğimiz kitap sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Yalnız bu durum bile Risale-i Nur’u dünyaya anlatmak için yola çıkan bir cemaatler grubunun en nihayetinde nasıl kendi elindeki esere bigane kaldığını göstermeye yeter.

Konuyu dağıtmayayım, yukarıda bazı itirazlardan bahsetmiştim, onlara geleceğim. Bunlardan bir tanesi de şu tarzda oldu: Bir kardeşimiz sual etti; “Yani” dedi. “Risale-i Nur dersleri, içerisinde yalnız bir iki cümle Risale’nin okunduğu, gerisinde ise yalnızca dersi yapanın birşeyler anlattığı şeyler haline mi gelecek? Bu mudur doğru olan? Bunu mu tavsiye ediyorsunuz?” Güzel bir soruydu, özenli bir cevabı hakediyor. Bu yüzden yeni bir yazıyı bunun üzerine telif etmeyi uygun görüyorum, bu yazıda da esas konumuz bu olacak.

Ben bu tarz itirazlara daha önce de rastlamıştım. Ve ne yalan söyleyeyim (bu arkadaşa cevap verirken düşüncesine karşı bir duruş alsam da), o zamanlar itiraz edenler arasında ben de yer alıyordum. Evet, şaşırmayın. O zamanlar bizzat ben, Risale-i Nur’u, derslerinde garnitür haline getirenlerle mücadele ediyordum. Tıpkı kitaplarında “Risale-i Nur’da (...)” başlıkları atıp içerikte onu garnitür haline getirenlere itiraz ettiğim gibi sohbetlerde bunu yapanlara da itiraz ediyordum.

Fakat o zamanlar benim itirazım, metinlerin hiç okunmuyor oluşuna dair değildi. Hayır, metinler çok okunuyor olsa bile Risale-i Nur üzerinde derin okumaların bırakılmış olmasınaydı. Mesela geçenlerde katıldığım bir derste, bir muhterem ağabeyimiz, derse başladığı konudan o kadar uzaklaştı ki; mesai arkadaşlarımdan bir tanesi haklı olarak bizlere ders sonunda şunu söyledi: “Şimdi bu yapılan vaaz mı, yoksa Risale dersi mi oluyor? Ben Risale dersine hiç benzetemiyorum. Tıpkı vaaz gibi...”

Haklıydı da... Ben de benzetememiştim. Zira zannediyorum derse başlanırken de niyet doğru oturtulmamıştı dersi yapanın dünyasında. Onun kafasında, tahmin ettiğim kadarıyla, Risale-i Nur’u izah etmek, şerh etmek yoktu. Kendi dünyasında çok önemli bulduğu bir şeyi izah etmek için Risale-i Nur’u garnitür olarak kullanıyordu. Risale-i Nur o sohbette hedef değil, araç gibiydi. Bu nedenle de ders soğuk düşmüştü.

Bu noktada yine o muteriz kardeşimle hemfikirim. Risale dersleri böyle Risalelerden uzaklaşılmış şeyler haline gelmemeli. Ancak şu noktada da şöyle düşünüyorum ki; o iki cümleyi tam anlamak, bir saat boyunca Risale okumaktan daha hayırlıdır. Hatta hadisin ifadesiyle “Bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır” hükmü, bence bu tarz okumalar için de geçerlidir. Ben her zaman tam olarak anladığım bir sayfayı, öylesine okuduğum bir kitaba tercih ederim. Bizim hedefimiz de bu olmalı. O iki cümlenin ekseninden kaymadan, Risale-i Nur’un ve Kur’an’ın eksenide kalarak izahlara girişilmeli. Ve kesinlikle o izahlar araç olmalı, amaç değil. Ama şunu da unutmayalım; Risale-i Nur da bir araç olmalı, ta ki Kur’an daha iyi anlaşılsın.

Bu noktada durduğum yer; Risale-i Nur’u garnitür haline getirmeden, ama onu bir tarikatın virdiymiş gibi de okumadan ders verebilmek ekseninde... Ve özellikle Risale-i Nur’un içindeki metinler arasında çapraz okumalar yaparak yeni keşiflere çıkabilmek noktasında. Hatta daha iddialı birşey söylemek istiyorum; bence Risale-i Nur’dan bir eseri okurken yanında aynı meseleyle ilgili başkalarının da söylediklerini aktarabilsek ve meseleyi muvazeneli bir şekilde sunabilsek muhteşem açılımlar yapabiliriz. Bizim en büyük eksikliğimiz şu cümleyi yanlış anlamamız: “Risale-i Nur yeter!” Evet, Risale-i Nur elbette yeter, ama onu virde veya garnitüre çevirmezseniz yeter. Yoksa hep bir eksiklik hissedersiniz.

Bu yazı da çok uzadı. En iyisi bu meseleyi birkaç yazıda daha ele alıp bir yazı serisi oluşturmak. Benim zihnimin de açılması ve üzerinde konuşacağımız yeni meselelerin de şekillenmesi açısından yorumlarınızı ve görüşlerinizi yenirenkler@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Bu konular üzerine daha çok konuşmak gerek. Zira bence şu soru cevap faslı ki; tıpkı Münazarat’ta olduğu gibi ve tıpkı Lahikalar’da bir ağabeyin dediği gibi “ilim çıkmasına” neden oluyor. Biz her sorumuzda ve her cevap arayışımızda Allah’a ihtiyacımızı açıp ilim talep ediyoruz. Allah dualarımızı tekrar tekrar kabul buyursun, amin.

Wednesday, February 22, 2012

Cemaat neden yetmiyor ki?

Evet, bir önceki yazımda Ekrem Dumanlı’nın camia ve cemaat karşılaştırmasını haddim olmayarak bir nebze eleştirdim. Eleştirdim, çünkü o yazı sadece beni değil, birçok kişiyi incitti. İncinenlerin yüreğine bir ses olmak lazımdı, haddim değildi ama, kalemim döndüğünce olmaya çalıştım. Olmaya çalıştım, zira yürekte kalan isyan, hakkı olan sesi bulamadığında, münafık bir düşmanlığa döner. Ben kalbimde kalmasın, hem münafık da olmasın, ortaya çıksın istedim. Sürç-ü lisan ettiysek affola... Fakat ne yalan söyleyeyim, eleştirilerle yerimden pek kımıldayasım yok, yazmaya devam edeceğim. Yazmaya devam edeceğim, zira başımıza ne geliyorsa zaten bu insaflı eleştiri eksikliğinden geliyor. İnsaflı eleştiriyi yapmayınca, insafsız düşmanlıklar onun yerini alıyor.

Şimdi, Ekrem Dumanlı’nın yaptığı hatayı öncelikle sadece Ekrem Dumanlı’nın yaptığı bir hata olarak görmediğimi ifade etmek istiyorum. Eğer bu hatayı sadece Ekrem Dumanlı’nın hatası olarak görmeye çalışırsak, ona da bir insafsızlık etmiş oluruz. Bu, Nur cemaatinin Hocaefendi ekolünde bazı bazı nükseden bir arızanın yeni bir tecellisiydi, o kadar... Bu arıza kelimesini de sanmayın mahza olumsuz bir karşılıkla kullanıyorum. Benim arızadan kastettiğim aslında bir kararsızlık noktası. Yani bir belirsizlik... Nerede ve hangi noktada durduğunu belirleyememe, bir esneklik, bir oynaklık. Kelimeleri kötü anlamayın lütfen, ben sadece düşüncemi sizin zihinlerinizde daha net ifade etmeye çalışıyorum.

Öncelikle; sanıyorum Hocaefendi ekolünden hiçkimse hizmetlerinin başlangıç noktasından buraya varmasında Risale-i Nur öğretisinin katkılarını inkâr edemez. Ki inkâr etseler bile bizzat Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatı yüzlerine birer tokat olur. Her bir hutbesi, vaazı, konuşması enselerine şamar olur. Hocaefendi zaten kendisi de hatıralarında Risale-i Nur’un ona neler kazandırdığını tekrar tekrar anlatır, övgüyle beyan eder. Hatta değişik yörelerde başlattığı hizmetin temel taşlarında bile yine o yörelerde daha önce hizmetleri başlatmış ağabeylerinin ayağının tozu, gözlerinin nuru, ellerinin emeği vardır. Üzerine bastığı, onlardan kalan ayak izleri vardır.

Haydi bunları geçelim, Hocaefendi’nin yazdığı eserler aslında nedir? Risale-i Nur’un bazı kısımlarının şerhinden ve yorumlanmasından ibaret değil midir? Mesela Sonsuz Nur serisi, içinde tevafuk eden onlarca örnekle Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ne işaret etmez midir? Asrın Getirdiği Tereddütler serisi mesela... Onların her bir sorusu, her bir soruya verilmiş her bir cevabı yine büyük büyük ölçüde Risale-i Nur’dan alınmış şeyler değil midir? Kaldı ki, Hocaefendi’nin Bamteli sohbetlerini dinlerken dahi bir insan onun cümlelerinin içinden “İşte bak, bu Risale-i Nur’un şurasında geçiyor. İşte bak, bak; şu cümle de şurada! İşte bak, bu tespiti de şuradan almış” diyebilir. (Nur’dan metinlere aşina olan herkes söyler bunu...) Hal böyleyken Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünü Nur talebeliğinin dışında görmek, ona karşı da bir haksızlık, bir incitme değil midir? Hem değil yalnızca bizler, dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar dahi onu böyle tarif eder. Mesela tarihçi Eric Jan Zürcher bile Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında onu “Nurculuğun ilerici bir ekolü” olarak vasıflandırır.

Bu hal böyleyken ve böyle olduğunu da herkes bilirken her nedense zaman zaman o ekolün içinden bazı fertlerde Hocaefendi ekolünün tarifini Nur talebeliğinin dışına taşırma, etrafına aşırma gibi bir meyil oluşur. Hatta bazısı özellikle ve özellikle, üstüne basa basa Fethullah Gülen Cemaati veya Fethullah Gülen Hareketi gibi ifadeler kullanır. Yine zaman olur, o ekolden bir kardeşimiz tutar müceddid kavramı üzerinden bir kitap yazarak Hocaefendi’yi de bu asrın müceddidi olarak ilan eder. Sonra biraz eleştiri alınca “yanlış anlaşıldığını” söyleyerek geri çekilir. Bizzat Hocaefendi bile bunu, yani bu eseri eleştirir. Ama o bunu eleştiredursun, alttan alta konuşulmaya devam eder. Kitap satılır, okunur, sohbetlerde bu esas anlatılır.

Ve nihayetinde Ekrem Dumanlı bir yazı kaleme alır; cemaatlerin marjinal gruplar olabileceğini ama camiaların böyle olamayacağını, kendilerinin ise bir camia olduğunu ifade eder. Yine yanlış anlamamaya çalışırsınız, ancak birazcık eleştiri üretirsiniz. Belki bu eleştiri de şunun içindir: “Ağabey, meramınız tam anlaşılmadı. Hem kendilerini Nur cemaati olarak tarif edenler de incindiler marjinal ilan edilmekten. Üzerlerine alındılar. Biraz detaylandırır mısınız? Bakınız, böyle böyle bir durum da var.” Ne yazık ki cevabınız da başkaları tarafından hazırlanmıştır: “Ya kardeşim ne üzerine geliyorsunuz hizmet edenlerin? Ne istiyorsunuz onlardan? Siz yolunuza, biz yolumuza...” Birşey istemiyoruz ki, izah istiyoruz. Hem aynı yolda yürüdüğümüzü sanıyoruz.

Biz elbette onları aynı dairede beraber hizmet ettiğimiz insanlar olarak görüyoruz, görmeyenleri de beğenmiyoruz. Bunu evvelki yazılarımda diler getirdim, okuduysanız. Fakat keşke onlar da ara sıra böyle dışarıya çıkmaya meyletmeseler. Atmaya çalışanların ekmeklerine yağ sürmeseler, malzeme vermeseler... Cemaat ifadesi içinde hepimize yer var. Hem bizde çamur da yok ki, kaçılsın. Bakınız Bediüzzaman’ın şu ifadelerine... Kendisinden başka mülahazalarla uzakta durmaya çalışanları nasıl şefkatle uyarıyor:

“Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?”

İşte biz alınıyorsak, biraz bu endişeyle alınıyoruz. Neden kendinizi cemaat içinde, Nur dairesi içinde tarif etmekten kaçıyorsunuz ki? Neden alınıyor, neyi eksik görüyorsunuz ki? O daire zaten geniştir. Ayrıca camia olmaya gerek yok gibi... Hatta Ekrem Dumanlı’nın saydığı maddelere baksanız, yani bahsettiğin şeyin camia değil cemaat olduğunu sanırsınız. Cemaatin genişliğini anlarsınız. Hatta bakınız yine Mektubat’ta Bediüzzaman dost, kardeş, talebe üçlemesinde Nur dairesini ne kadar da geniş tutuyor:

“İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Bakınız burada daire ne kadar da geniş... Hatta dost dairesi öyle geniş ki, kardeş olmada istediği beş farz namazı edâ şartını onlara şart dahi koşmuyor. İmana, Kur’an’a ve ona dair Sözler’e taraftar olmayı yeterli sayıyor. Yalnız “İstifadeye çalışsın” diyor. O daire bu kadar genişken ve sizin de ekolünüz bu denli Risale-i Nur’dan beslenirken, dairedeki sair kardeşlerinizi incitecek, canlarını acıtacak, belki onları beğenmemezlik ima edecek arayışlara girmeseniz, ne güzel olacak... Hem sadeleştirme meselesi de ortada bu kadar çatlak yaratmışken, çatlağa bir balyoz daha indirmeseniz ne iyi olacak... Düşünsenize, sizin içinizden Risale-i Nur çekilip alınsa, geriye ne kalır? Siz içimizden çekilip alınsanız biz ne kadar kalırız? Ekrem Dumanlı’nın yazısından inciniyorsak biz, belki biraz da bu nedenle inciniyoruz. Yoksa Ekrem Dumanlı bizim her vakit ağabeyimiz, kardeşimizdir.

“Benim camiam, senin cemaatini döver...”

Doç. Dr. Ahmet Yıldız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Mutlu Türküm Diyebilene!” isimli kitabında, yakın tarih konuşulurken yaşanan bir kavram karmaşasına dikkatleri çeker. Millet, ümmet ve kavmiyet kavramları ekseninde yaşanan bu karmaşayı anlatan bölüm, zikredilen kelimelerin Kur’an’daki karşılıklarından uzaklaşılmasıyla manaların yerinden nasıl oynatıldığını, bir kelimenin manasını diğerinin nasıl karşılar hale geldiğini göstermektedir. Örneğin; Kur’an’da millet kelimesinin karşılığı “İslam milleti” iken, daha alt (ve ırksal) bir tasnifin karşılığı kavmiyetçiliktir. (Bugünse biz, kavmiyeti millet kelimesiyle karşılamaktayız.) Ümmet kelimesinin karşılığı ise Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine icabet etmişler (ümmet-i icabe) ve hâlâ davet edilenler (ümmet-i dave) olarak bütün insanlığı kapsar. (Fakat biz onun da karşılığını sadece İslam ümmeti olarak kullanmaktayız.)

Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserinde “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde te­bâ­dül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” ifadeleriyle dikkat çektiği bu kavram karmaşası, bazen kasıtlı ve bazen de kasıtsız olarak kelimelerin yerlerinden oynatılmasıyla, birisinin yerine diğerinin kullanılmasıyla gerçekleşir. Zaten alıntıladığımız bölümden hemen önce de Bediüzzaman buna misal olarak; “Ada­let külâhını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, is­tibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş...” örneklendirmelerini sunar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere ahirzaman fitnesinin bir yanını, bu kavram karmaşası (kaymaları) oluşturmaktadır. Yanlış şeylere yanlış namlar takılarak ve bunların gölgesinde bir meşruiyet aranmaktadır.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Cemaat Değil Camia” başlıklı yazısını okuyunca da her nedense yukarıda alıntıladığım kısımlar geldi aklıma. Sanki o yazıda da kelimelerle oynanarak, kelimelerin altı daha farklı manalarla doldurularak bazı noktalarda meşruiyet (ve belki kurtuluş) kapısı aranıyordu. Belki oradan daha kapsayıcı ve daha üst bir tariflemeye ulaşılmaya çalışılıyordu. Belki daha alt kabul ettiği ve marjinal(!) bulduğu cemaatlerin gılafından kurtularak, kendilerine yönelik son zamanlarda şekillenen eleştirilerden bu şekilde bir sıyrılma endişesi taşıyordu. Elbette de bu yazıdan muradını ancak müellifin kendisi tam olarak bilir. Bizimkisi sadece tahminden ibarettir...

Fakat ben bu noktada (çok da büyük bir müdakkiklik örneği olmamakla birlikte) Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi “ezberci” olmamak için hem camia, hem de cemaat kelimelerinin karşılığını sözlükte aradım. Her zaman işyerimdeki masamda duran Ferit Develioğlu Lügati’nden “camia” ve “cemaat” kelimelerinin karşılığına baktım hemen. Ne tuhaftır ki; bu sözlük, camia kelimesine sadece “topluluk” manasını verirken cemaat kelimesine karşılık olarak da “insan toplulukları” manasını veriyordu. Yani lügate göre de Ekrem Dumanlı’nın tarifi yanlıştı. Camia daha alt, cemaat daha üst bir sınıfı tarif ediyordu lügatte... Belki orada yapılan kelimenin tam anlamıyla “makamlarda becâyiş-i mekânî” idi. Kelimeler yerlerinden oynatılmış, birbirlerinin anlamlarını kuşanmışlardı.

Zaten Metin Karabaşoğlu’nun dün yayınlanan yazısında dikkatleri çektiği hadisin (yetmiş üç fırkayı ve kurtulan tek cemaati anlatan hadisin) içerdiği cemaat ifadesi de sadece marjinal bir grubu değil, bütün grupları kapsayan geniş bir cemaat ifadesini karşılıyordu. (Zaten ehl-i sünnet ve’l-cemaat de bu idi.) Yani bütün bu öğrendiklerime binaen, ezberden konuşan bir başkası değil, Ekrem Dumanlı’nın bizzat kendisi oluyordu. Kelimelerin altını kendisine göre doldurarak, onların tarihsel ve Kur’anî karşılıklarını görmezden gelerek, yeni bir terim icad ediyor ve onunla bir meşruiyet arıyordu.

Meşruiyet aramak kötü değil elbette, son zamanlarda yaşanan tartışmalardan ötürü endişelerini anlıyoruz. Fakat içinden geldikleri ve şimdiye kadar bununla gayet de övündükleri ekole karşı; “Tüh, pis, marjinal!” demeden bunu yapmak, asıl bu önemliydi. Sanıyorum Ekrem Dumanlı, yazısında birtek bunu başaramadı. Belki biraz da bu yüzden bir nebze can yakıcı oldu yazdıkları... Zira biz biliyoruz ki; Ekrem Dumanlı kendilerini nasıl tarif ederse etsin, Nur cemaatinin onların öğretisine katkısı inkâr edilemez. Öteleşmeye çalışsalar da kimse buna inanmaz. Hatta dostlarını geçtim, düşmanları hiç inanmaz. İkinci bir kurnazlık, bir takıyye ararlar bunda. Hasılı; ilk sarsıntıda geçtiğimiz yollardan utanacaksak, biz nasıl dava ehliyiz?

Wednesday, February 15, 2012

Sayısal üstünlük yeterli mi?

Sadeleştirme tartışmaları sürerken şaşırdığım şeylerden birisi de “kemiyet” ve “keyfiyet” arasındaki farkı çok iyi bilmesi gereken kardeşlerimin sayısal üstünlüğü bir ihlas delili olarak kullanmaları... Evet, teveccüh-ü nas bir noktada Allah’ın rızasına bir delil oluşturabilir, ancak bu fert tarafından ancak ümit edilebilir ve bunun ihtimali ile insan kalben avunabilir. Ufkuna çöken yeisin eleminden kurtulabilir. Yoksa bunu kesin çizgilerle ve başkasına dayatır bir şekilde iddiayla söyleyemez. “Siz başarısız oldunuz, yapamadınız, bakınız sayınız az. Biz haklıydık, yaptık, bakınız sayımız çok!” tarzı bir taarruz (belki bir savunma) geçmiş peygamberlerden ve ümmetlerinin azlığından verilen küçücük örneklerle pek çabuk çürütülebilir. Fakat ne yazık ki, Yirminci Lem’a’yı yüz kere okumuş Nur talebeleri arasında bile bu sayısal üstünlük meselesi hâlâ tefevvuk vesilesi olarak kullanılabiliyor.

Mesela bir grup, sayısının çok oluşunu ve dünyanın dört bir yanına dağılmasını, diğerlerine göre, hizmeti ve metodolojisini daha iyi anlama ve uygulama neticesi olarak görebiliyor. Olabilir... Bunu, onların kalplerindeki hiss-i şahsî veya akıllarındaki kanaat-i şahsiye olarak düşünüp müdahale etmiyorsunuz, zaten etmemelisiniz. Kalabilir... Ancak bu insanlar kalplerinde durması gerekeni artık kalplerinde tutmayı bırakarak bir gurur gibi, bir enaniyet gibi kardeşlerine karşı onunla böbürleniyorlar, hatta her fırsatta ezme vesilesi olarak kullanıyorlar, üstünlük dava ediyorlar. İhlas Risalesi’ndeki ifadeyle gıpta damarlarını en ayarsız şekilde tahrik ediyorlar... Yani, enteresan ve hazindir, kişisel ihlaslarında hiçbir sorun yokken, hatta maşaallahları varken, cemaat söz konusu olduğunda o ihlası ayaklarının altı yapabiliyorlar...

Bunun çok örneğini gördüm, yaşadım. Pekçok benzeri de sadeleştirme konusunda yaşanıyor... Hatta sadeleştirme işini yapan gruptan konuştuğum birisi, duyulan tepkilerden teessürümü izah ederken bana şuna benzer birşey söyledi: “Tepkiler boş. Şimdi bu kitaplar yok satıyor. Ben de alıp arkadaşlarıma dağıtacağım. Onların yaptıkları bizi etkilemez. Biz yine başarırız!” Doğru söylüyor, diğer cemaatlerin sayısı düşünüldüğünde hakikaten bu tepki onların gücündeki bir cemaati etkilemez. Ama biraz derunî düşününce tepki gösterenler arasında Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş insanların olması, birazcık duygulanmamıza; “Acaba bu meseleyi daha farklı çözebilir miydik?” diye düşünmemize vesile olamaz mı? Yani sadece bu kadarlık bir hislenme, bir duygulanma... Yapamaz mı? Ama yok, o kardeşimin suretine baktım. Sanki o tepkilere rağmen bu kitabın çok satıyor oluşuyla ayrıca övünüyor gibiydi. Daha da keyiflenmişti.

Kitapların satılması, okunması elbette güzel. Fakat hiçbir kitabın satışı bir tefevvuk vesilesi değil. Yani şöyle fitneli bir meselede başarılı olmak, başaramamak bence hiç ehemmiyetli değil. Zira böyle bir kavganın kazananı olmaz. Şu şahit olduğumuz şey, sanıyorum Nur talebeliğinin birkaç ekolü arasında ciddi bir kırılmadır. Zannetmiyorum ki, bu yara kolay sarılsın. Belki Hocaefendi güzel bir açıklama yapsa, belki... Ha, şu da yanıltmasın: Belki Hocaefendi cemaatinin gücünden dolayı bir kısım Nur talebeleri bu işe kısık sesli tepkiler verebilirler. Ekonomik çıkarlar susturucu bir etki yapabilir. Fakat emin olun, bunlar söylenmeye, gıybet edilmeye, insanlar konuşmaya ve kınamaya devam edecekler. Keşke Nur talebeleri olarak dünya ile kurduğumuz diyaloğun onda birini kendi aramızda farklı fraksiyonlar arasında kurabilseydik. Ama ne gezer... Dünyayı ıslaha çıkmışız, daha nefsimizi ıslah edememişiz. Herkesle maşaallah diyaloğumuz var, kendi içimizde sıfır... Ne yapalım, kader böyleymiş(!)

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...