Friday, August 23, 2024

Molozların mimarlığına kim inanır?

Bediüzzaman Hazretleri inci-mercan eserlerinin bir köşesinde de diyor ki: "Sâni, masnû içinde olamaz." Bu hakikate en çok tohum misaliyle yaklaşıyorum ben. Evet. Tohum. Çünkü tohum zâhirî nazarda hem inşa edilen hem yıkılandır. Yani, bir tohum çimlenmeye durduğunda, aslında kendisini yıkmaya durmuştur. Başkasını inşa ederken benliğini yıkmaya başlar. Çürür. Fakat o çürümenin içinde hayat vardır. Yepyeni bir varoluş vardır. Tohumluktan çok aşkın bir inkişaf vardır. O yüzden tohumun hali hem masnû hem Sâni olmayı kaldıramaz. Zira yaratan olmak kendisi kalabilmekle mümkündür.

Bir mimar yapacağı binayı hergün başka bir 'şey'e dönüşerek inşa edemez. Bir inşa faaliyeti yürütmek özünde intizamlı bir faaliyet yürütmektir. Bu da fiilerin tamamının bir bütünün amacına hizmet etmesi anlamına gelir. Aynı amaca hizmet etmek insan bedenine kıyasla ruh sahibi olmak gibidir. Bütün zerrelerin birbirinin amacında olması lazımdır. Bütünün amacına hizmet etmesi lazımdır. O sayede bütünlük devam edebilir olur. Eğer bir mimar, inşa faaliyeti sırasında, sabitesi kalmayacak şekilde değişken olursa, elinden çıkan fiiler de düzenliliğini yitirir. Kendisi olmayı hatırlamayanlar vâdeli eylemlerde bulunamaz. Hafızası olmayanın düzenliliği yoktur. Ruhu olmayanın bir amacı takip etmesi mümkün değildir. Hafıza yokluğunda irade de yokolur. Değişkenlik, sahibiyle birlikte, fiilerin arasındaki bağları da yokeder. Fiilerin bağı kalmadığında, yani bir amacı takip ediyor olmadıklarında, vücud sahası terkedilir. Denilebilir ki hatta arkadaşım: Her türden bomba en özünde mezkûr sulhü bozmaya dayanır.

Bu pencereden baktığımızda 'kanun' kabilinden kainatta gördüğümüz her tekrarın aslında 'büyük bir hafızanın izleri' olduğunu söyleyebiliriz. Fizik eşyanın 'nasıl eyleyeceğini hatırlaması' gibidir. Kimya yine öyledir. Biyoloji yine öyledir. Aslında bütün bilimdalları varlığın 'sanki ruh sahibiymiş gibi' kendiliğini tekrar etmesi sırrına bağlanır. Ahmed'i bugün yaralayan yarın da yaralar. Bu Ahmed'i bir karakter sahibi yapar. Ona Ahmed denmesini sağlayacak sabiteler sahibi yapar. Prensip sahibi olmak kendiyle çelişkiye düşmemektir. Ruh bu türden kendiliklerimizin yekününe benziyor. Allah her an değişen bedensel varlığımız içinde kendimizi tanımamızı sağlayan bir 'sabiteler âlemi' bulunduruyor. O sabite âlemi sayesinde ne bedenimizdeki ne de çevremizdeki değişimler bütünlüğümüzü dağıtamıyor. Evet. Hiç değişmiyor değiliz. Kabul. Ama yine de kim olduğumuzu hatırlamayacak kadar değişmeyiz.

Kütle çekim yasası bir hafıza tezahürüdür. Nasıl? Şöyle: Yani kütle ne yapacağını 'hiç unutmamacasına' hatırlamaktadır. Hatta insandan da iyi hatırlamaktadır. Unutkanlığı sıfırdır. Yoktur. Varolduğu her yerde fiziğiyle, kimyasıyla, biyolojisiyle vs. birlikte vardır. Evet. Ne muhteşem birşey! Varlık, o varlığın 'ne'liğini taşıyan ilmiyle beraber varolmaktadır. Bir demir atomu görevlendirdiğiniz her yerde o "Ben hâlâ o tanıdığınız demirim arkadaşlar!" demeyi unutmaz. Hem de hiçbir detayıyla unutmaz. Bilimin bile kuşatamadığı kadar unutmaz. Bilim ancak bu hafızayı çözdüğü kadar bilimdir.

İşte ben bu 'hafıza delili'ni yaratılışın delili saymaktayım. Zira hafıza arkasında ilmi görmekteyim. Hafıza da bilmenin bir tezahüründen başka şey değildir nihayetinde. Hatırlayan ancak bildiğini hatırlar. Daha büyük bir hakikate doğru başımızı kaldırırsak hatta: Unutmayanın hatırlamaya da ihtiyacı olmaz.

Dikkat kesilelim: Canlılarda, hatta canlıların en üstünü insanda bile, dörtbaşı mâmur şekilde bulamadığımız şu hafızayı cansızlarda en muhteşem şekliyle bulmaktayız. Ben âdemiyetimi unuttuğum işler yapabiliyorum. Ne bileyim, yalan söyleyebiliyorum mesela. Yahut çeşitli zulümler işleyebiliyorum. Pişman olabiliyorum. Bedeli sayılacak vicdan azapları çekiyorum. Vicdan hafızayla beraber çalışıyor. 'Olması gereken' diye hafızamda tuttuğum şeyin izini kaybettiğimi farkediyorum. Cansızlar bunu asla yapmıyorlar. Cansızlar asla pişman olmuyorlar. Zaten pişman olacakları bir hafızasızlık da işlemiyorlar.

Çok dolaştırdım sizi. Epey de yordum. Tohuma geri döneyim. Tohum yapacağı şeyi kendisini yıkarak inşa ediyor. Tohumun ağaçlığı esasında tohumluğundan vazgeçişi. Tohumluğunu yıktığında ağaca dönüşüyor. Fakat bir Ustanın kendisini öldürerek eserini inşa etmesi mümkün değil. Hem yıkılan hem yapan olması mümkün değil. Yıkılan yapma yeteneğini kaybeder. O yüzden, mürşidim başka bir yerde, "Maahaza, icadın esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkil ediyor..." dedikten sonra şunun imkansızlığını anıyor: "Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir: Kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan taşlar gibi..."

Hem hâkim hem mahkûm olmak, işte, yukarıda benim de işaret etmeye çalıştığım şey. Şeylerin varoluşundaki acayip şey. Birşey varolurken sebepler dairesinde kendisini varedeni yıkıyor. Sebep, hâşâ, artık nasıl bir yaratıcıysa, kendisi yokolurken varoluyor yarattığı. Tohum kurban olurken ağacın sırrı ortaya çıkıyor. Halbuki altını çizmiştik: Yaratış süreci yaratan için bir 'kendi olarak kalma'yı zaruri kılar. Gezegenler etrafında düzenle dönüyorsa bu güneşin sabiteliğindendir. Allah Kadîm'dir. Hep vardır. Öncesi yoktur. Ezelî'dir. Değişmez. Bâkî'dir. Sonrasından bahsedilemez. Evet. Sabiteliği böyle Subhan bir sabiteliktir. Kainattaki muhteşem değişim de ancak böyle bir sabiteliğe dayanırsa varolabilir. Anların bile yeni âlemler vücuda getirdiği bu düzen kendisini yıkarak doğuran bir anneliği kaldıramaz.

Belki biraz da bu hikmetle İhlas sûresinde buyrulur:

"O ne doğurmuştur ne de doğurulmuştur."

En büyük resme baktığınızda, hâdis olan, sonradan olan, değişen, dönüşen herşey bir tohuma benzer. Herşey başka birşey olurken kendiliğini yıkar. Ödün verir. Dağılır. Kainat, parçalarının tamamı başka tohumlar yaratılırken yıkılan tohumlardan oluşan 'bir büyük tohum'dur. Yüzü ahiret ağacına bakan bir tohumdur. Yıkılmaktadır. Bir bina yerine yapılacak binanın nasıl mimarı olabilir? Halbuki kendisi yıkılmıştır. Kendisi kendisi kalamamıştır. Malzemesi diğer oluşun hammaddesi kılınmıştır. Diğer oluşun hammadesi olacak derecede parçalanmışken, ademe yaklaşmışken, nasıl olup da yeni bir inşaatı yaratacak kadar muhteşem bir sabiteliği saklayabilmiştir? Subhanallah. Bediüzzaman Hazretlerinin "Sâni, masnû içinde olamaz..." derken vurguladığının biraz da  bu olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Allahu a'lem. Evet. Altını çizelim: En doğrusunu elbette Allah bilir. Ben de affımı o Rahman'dan dilerim.

Friday, August 16, 2024

Tâlibân'a bakarken Bediüzzaman'ı hatırlamak...

Rüyanın Zeyli'nde, Bediüzzaman, hacdaki ihmalin şöyle bir arızayı netice verdiğini söylüyor:

"Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti."

Devamındaysa 'yine bizzat müslümanlar eliyle' Osmanlı'nın maruz kaldığı saldırıları hatırlatıp ekliyor:

"İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu, 'ba'de harabi'l-Basra' anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa'tebirû."

Hakikaten de I. Dünya Savaşı'nda böylesi çok acı hâdiseler yaşanmıştır. Batı hilekârlığını henüz yeterince tecrübe etmemiş safderûn müslümanlar, çeşitli manipülasyonlara maruz bırakılarak, hakkıyla tanımadıkları Osmanî kardeşlerine kılıç çekmişlerdir. Hatta bunlardan bazıları 'halifeyi kurtarmaya geldiğini sanarak' Osmanlı'ya karşı dövüştürülmüştür. Tarih buna benzer birçok hikâyeyi bize nakleder.

Peki, acaba bu risk artık arkamızda mı kalmıştır, yoksa hâlâ korkulması gereken bir ihtimal midir?

Kimi çevreler tarafından Tâlibân, Hamas, İhvan-ı Müslimîn vs. gibi başlıklar hakkında yazılanlara baktığımda mezkûr sorulara olumsuz yanıt vermenin mümkün olmadığını düşünmekteyim.

Evet. Safderûn müslümanlar üzerinde Batı manipülatörlüğü 'devasa medya kuruluşları' eliyle sürdürülmektedir. Hatta, bırakınız bu devasa medyayı, kalemleri çeşitli fonlarla satın alınmış, beyinleri de zaten çoktan Batı'nın veled-i zinası olmuş kimi 'yerli' isimler, müslüman coğrafyanın parçaları hakkında 'birbirlerine dönük' karapropagandayı sürdürmektedirler. Karşılıklı korku-soğukluk aşılamaya çalışmaktadırlar. Onlar üzerinden birbirinizi bilirseniz, ister istemez, 'kirletilmiş bir bilgi yığınıyla' karşılaşırsınız. Etkileri altında kalırsınız. Zaten amaçladıkları da budur. İslam bütünlüğünü zehirlemektir.

(İngilizlerin dünya siyasetine gözlerini açtıklarından beri amaçları Türkle Arabın arasını bozmaktır. Çünkü İslam'ın en kalabalık iki kavmi Türkler ve Araplardır. Onların arası bozulursa ümmet ortadan ikiye ayrılmış gibi olur. 'Türkçülük' ve 'Arapçılık' cereyanlarına bakarken akılda tutmak gerekir.)

Çaresi nedir peki? Bediüzzaman'ın hacda gördüğü faydayı umumileştirmektir. Yani müslümanın müslümanı, 'kâfir haber kaynakları' üzerinden değil, bizzat kendisiyle etkileşime geçerek tanımasıdır. Mürşidimine göre haccın emrediliş hikmetlerinden birisi de budur. Ve ihmali de kahrımızın sebebidir.

"Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirecek olursa onu araştırın. Yoksa cahillikle bir topluluğa sataşır da yaptığınıza pişman olursunuz!" buyuran bir Kur'an'ın talebeleriyiz. Burada bize öğretilen temkin her türden haber kaynağına dönük geliştirilmelidir. Yabancı ajanslardan tutun, yabancılara çalıştığı artık sağır sultana bile malum gazeteci müsveddelerine kadar, her enformasyon kaynağına karşı dikkatli olmalıyız. İnanmakta acele etmemeliyiz. Hüküm vermekte çabuk davranmamalıyız. Her zaman bir gözümüz "Onu doğrudan tanıdığımda hakikatini göreceğim!" şıkkına açık olmalı. Ve kâfirin hilekârlığına karşı "Acaba kardeşimle aramı bozmaya mı çalışıyor?" uyanıklığı korunmalı. Eğer böyle bir tavır takınırsak birbirimiz hakkında tuzağa düşürülmekten de korunmuş oluruz. Yüzyıl önceki hatamızı tekrarlamayız. Vaktiyle Osmanlı'nın başına getirileni onların başına getirmeyiz. Evet, inşaallah, Rüyanın Zeyli bizi en azından bu kadar ayıltmalıdır kardeşlerim.

(Bitirirken: Hamas, 7 Ekim'de, büyük cihadını başlattığında, "Kadınlara tecavüz ettiler. Bebekleri öldürdüler..." vs. gibi yalanlara inananlar nasıl sonradan pişman oldular, şayianın Batı kaynaklı bir tezvirattan ibaret kaldığını farkederek kandırılmalarına üzüldüler; aynen öyle de; bugün kardeşleri hakkında küfranî kaynaklar üzerinden suizan yapanlar da gelecekte mutlaka pişman olacaklardır.)

Sunday, August 4, 2024

Kıyametin ilk alameti kimdir?

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz kıyametin ilk alametidir. Çünkü o ahirzaman peygamberidir. Kendisiyle kıyamet arasındaki yakınlığa mübarek parmaklarıyla işaret buyurmuştur: "Ben, size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim." Mübarek Zâtı öyle olduğu gibi mübarek ümmeti de öyledir. Mübarek ümmeti öyle olduğu gibi mübarek nev'i de böyledir. Evet. İnsanlık da kıyametten önce dünyanın gördüğü son misafirdir. Final bizimle yapılacaktır. Hem biraz da bizden kaynaklanacaktır. Zira mürşidim bir yerde der: "Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir." Demek ibadetimiz kainatın nihayetindeki kemal olduğu gibi isyanımız da felaketinin müessir sebebidir. (Sebep olduğumuz çevresel felaketlere dikkat edenler şu sırrın sırrını hemencecik derkederler.)

Bu hususu bazı inkârcılar lakırdı ediniyorlar arkadaşım. Herşeyin insan için yaratılmış olmasının mümkün olmayacağını, çünkü, varlığının evrenin yaşı karşısında çok az bir vakit kaldığını söylüyorlar. Onlara göre hazırlık dönemi fazlasıyla uzun. Ve insanlığın ömrü övünmek için fazlasıyla kısa. Peh, peh, peh. Lakin ıskaladıkları birşey var: Ehemmiyetin ölçüsü 'hayat sürülen zaman aralığı' olmak zorunda değildir. Nihayetinde biz müslümanlar dehrîyyûndan değiliz. Zamana tapmıyoruz. Zamanı da maddeyi de halkeden tek bir Allah'a iman ediyoruz. Öyleyse değerlilik kıstası olarak 'varlık süresini' kabul etmeye mecbur değiliz. Bize göre birşeyin önemi Allah'ın ona verdiği kıymetle ilgilidir. Allah ona 'daha kıymetli' olduğunu buyurursa bir ân-ı seyyale bütün zamanlardan önemli olabilir. Bir tane birçoğu aşabilir. Nitekim yine kudsî metinlerimizde buyrulmuştur ki: "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır." Ve yine denilmiştir ki: "Bazen, ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibâdet hükmüne geçebilir." Öyleyse, şuraya dikkat, 'fonksiyonu maddeye önceleyen bir itikadımız var' demektir. Evet. Biz, sayıca ne kadar az olursa olsun, insanı dağa-taşa, ota-ağaca, böceğe-sineğe önceleriz. Çünkü onun Rabbin katındaki fonksiyonunu önceleriz. Fonksiyonunu yerine getirdikçe de giderek eşsizleşir. Getirmezse, ne yazık ki, 'herhangi'leşmiş olur.

Biraz da insanın kainatın merkezinde olmasıdır bizi böyle cesaretle konuşturan. Ne yönüyle? Maddesi yönüyle değil. Coğrafyası yönüyle değil. Bilmek yönüyle. Kulluk yönüyle. Hatta hayal yönüyle... Öyle ya, anlamanın merkezinde insan vardır, bunu kâfirler bile kabul eder. Eteğimizdeki şu çeşit incilerin âlemlerde dengi yoktur. İşte bu! Merkeziyetimizi 'varoluşun başından sonuna herşeyin maddeten merkezinde olmayışımızla' gözden düşürmek isteyenlere 'merkeziyetin bu şeklinin zorunluluk olmadığını' ifade ederek karşı koyarız. Biz, Cenab-ı Hakkın mahlukatı yaratmaktaki amacının merkezindeyiz, yoksa maddesinin merkezinde sayılmayabiliriz. (Dünya da coğrafî olarak evrenin merkezinde olmak zorunda değildir.)

Yaratmanın manevî merkezinde olansa yalnız Allah'tır. Herşey Ondan gelir ve Ona döner. Müslümanlar, hâşâ, kendilerini böyle bir yere koymuyor. Müslümanlar kendilerini meyvenin ağacı için oluşturduğu amaç/anlam merkeziyeti gibi bir ölçüyle değerlendiriyorlar. (İnsanlık içinde de insaniyet-i kübra olan İslamiyeti böyle değerlendiriyorlar.) Herşey nihayetinde Necip Fazıl merhumun mısralarına bağlanıyor: "Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi." Süreç tamamlanırken sahneye çıkmamız boşuna değil yani. Aksine süreçler böyle tamamlanırlar zaten. Halkalığın şanında bu vardır. Bu bir sırr-ı kavuşmadır. Başlangıçla son bir olur. Ancak böyle 'son' olur. 

Elbette kainatın bizden başka amaçları da var. Bir kere Rabbü'l-Âlemîn'in nazarında ifade ettiği anlamlar var. Ona aynalığı var. Onu zikredişi var. Ona ibadeti var. Biz, bu şiirin en güzel mısrası olmakla, asla şiiri kendiliğimize hasrettirmedik. Fakat "Şiirin akışı bizi haber veriyor!" dedik. Bunu da Subhaniyet sahibi Şairinin varlığına bir delil saydık. Çünkü o da böyle saydı: "Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi. O suyla size ürünlerden rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah'a denk tutmayın." Âmenna. Şiirin tamamı, evrenin başından sonuna, Onu övüyor, Onu anlatıyor, Onu tesbih ediyor. Hakettiği senayı Ustası olarak önce O seyrediyor, işitiyor, takdir ediyor. Şu manaya değil milyonlar sene, milyarlar sene de olsa yetmez, çünkü sonsuzu sonsuza anlatmaya kelimeler yetmez. O anlamda, evet, biz yokken evren elbette âtıl kalmadı arkadaşım. Kainat fonksiyonunu yine görüyordu. Vazifesi olan ibadetleri yapıyordu. Melekler dönüyordu. Semekler yüzüyordu. Yalnız çorbanın son tuzu eksikti. Gelişimizle kıvamı tamam oldu. Gidişimizle de görevi tamam olacak..

Monday, July 22, 2024

Ebubekir Sifil Hoca her konuda Bediüzzaman'la hemfikir olmak zorunda mı?

Bunu da bir yazıyla zaptetsem iyi olacak. Geçenlerde, bir ağabeyimin dikkatimi çekmesiyle, Samet Yahya Bal kardeşin youtube videolarından birisini izledim. Tam başlığı şöyle: "Ebubekir Sifil Said Nursî'nin Büyük Hatasını İfşa Etti!" Gerçi, videoyu izlediğinizde, başlıkta söylenilen şeyin içerikle tam uyuşmadığını seziyorsunuz. (Yahut da en azından sondaki ünlem işareti bir 'parantez içi ünlem' olmalıydı.) Çünkü, Samet Yahya Bal kardeş, Bediüzzaman Hazretlerinin büyük bir hatasının ifşa edildiğini düşünmüyor. Hatta ortada hata olduğunu da düşünmüyor. Evet. İsabet ediyor. Ben de Bediüzzaman'ın bu konuda hatalı olduğunu düşünmüyorum. Ancak başlıkta, herhalde ilgiyi videoya çekmek için, böylesi bir yol izlenmiş. Eh, her yiğidin bir yoğurt yeyişi var. (Kendim de başlıklarım dolayısıyla çok azar işittiğimden fazla kelam etmeye cür'et edemiyorum.)

Fakat videoyu izledikten sonra benim de damağımda bazı acı tatlar kaldı. Bazı 'keşke'ler içimde söylendi. Şimdi ben de tenkidlerimi maddeler halinde beyan etmeye çalışayım. İnşaallah faydası olur. Evet. Bismillah her hayrın başıdır. Ve Bismillah:

1) Videonun içeriğiyle ilgili de bazı sıkıntılar var. Mesela: Ebubekir Sifil Hoca'nın konu hakkındaki beyanı çok kısa bir aralıkla izletiliyor. Öncesinde-sonrasında ne denmiştir? Buralara baktırılmıyor. Ebubekir Hoca'nın üslûbuna aşinalığımdan zannederim, o video en az beş-altı dakikalık falandır, o da en az. Çünkü Ebubekir Hoca, birşey hakkında konuşacağı zaman, altını iyice döşemeden, etrafını iyice çevirmeden, arkasını bir güzel toparlamadan mevzuu kapatmaz. Bu metod onda taş gibi yerleşmiştir. Maşaallah. Neredeyse on yıldır derslerinin sıkı bir takipçisiyim. Okumadığım kitabı olmadığını zannediyorum. Hatta bazılarını birkaç kez okumuşumdur. O nedenle Samet Yahya Bal'ın böyle kısa kesitler üzerinden tenkidini beğenmedim. Nihayetinde karşımızdaki çok kıymetli bir ehl-i sünnet âlimidir. Dine hizmeti denizler kadardır. Bizden, mademki biz de iman davasının neferleriyiz, herkesten daha fazla saygı görmeyi hakeder. Bu nedenle kesitin tamamının koyulmasını veya en azından tamamının linkle paylaşılmasını beklerdim. (Geç değildir. Birincisi elden gelmiyorsa da ikincisi için yol gayet açıktır.)

2) Ebubekir Sifil Hoca'nın her konuda Bediüzzaman'la aynı fikirde olmadığını biliyorum. Hoca zaten bunları beyan etmekten de çekinmez. (Mesela: Ebced-cifir meselesi.) Ancak şunu da biliyorum: İslam ulemasının ihtilafı yeni birşey değildir. Mezkûr konular hakkında ilk kez ihtilaf edenler Ebubekir Hoca ile Bediüzzaman da değildir. İkisinin de dayandığını asıllar olmakla birlikte birisi bir delilden tutmuştur, öteki başka bir delilden tutmuştur, bu tutuşmalar da normaldir. Hep olmuştur. Şunu İslam tarihinden kaldırabilmeye cür'et edebilecek var mıdır? Bunca cahilliğim içinde böyle bir iddiaya girişecek olanın aklına şaşarım. Bence ulemamız içindeki ihtilaflar kıyamete kadar devam edecektir. Hem bizim için bereketli yanları da olacaktır. "Ümmetimin ihtilafı rahmettir!" çok kıymetli bir düstûrdur. Yeter ki taraflar Ehl-i Sünnet dairesinin içinde kalsınlar. Birbirlerinin hürmetini kırmasınlar. İfrat etmesinler. Hakarette bulunmasınlar. Gerisi olmuştur, oluyordur, hep olacaktır da...

3) İbn-i Arabî Hazretlerinin durumu ihtilafların olduğu meselelerden birisidir. Samet Yahya Bal videosunda bütün Ehl-i Sünnet ulemasının İbn-i Arabî Hazretlerinin istikametine şahitlik ettiğini beyan ediyor. Doğrusu buna taaccüb ettim. Çünkü öyle olmadığını çok eserlerde okumuştum. Sözgelimi: Ömer Rıza Doğrul'un İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf'unda İbn-i Arabî Hazretleri kendisine başlık açılmış bir meseledir. Orada, Doğrul, ulemanın İbn-i Arabî Hazretleri hakkındaki ihtilafını anlattıktan sonra 'savunanlar' ve 'yerenler' hakkında küçük birer liste de verir. Benim okumalarımdan anladığım: Tasavvuf tarafı olanlar genelde İbn-i Arabî Hazretlerini tevillerle anlamaya çalışmışlardır. Ehl-i Zâhir uleması diye tarif ettiklerimizse daha bir sert davranmışlardır. Bunların tutumları da kendi içinde farklı farklıdır. Hep bir derece olduklarını söylenemez. (Mesela: İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektubat'ta İbn-i Arabî Hazretlerine tavrı Bediüzzaman'ın tavrından biraz daha sert gelmişti bana. "Fütuhat-ı Medeniye (sünnet-i seniyye) varken Fütuhat-ı Mekkiye'ye (İbn-i Arabî Hazretlerinin eseri) bakılmaz!" gibi ifadeleri vardı.) Dolayısıyla ümmetin ihtilaf edegeldiği bir meselede Ebubekir Sifil Hoca gibi (veya evvelinde Mustafa Sabri Efendi merhum gibi) tasavvufa intisabını bilmediğim bir hocanın bakışı, elbette Nakşibendî-Halidî medreselerinde yetişmiş bir Bediüzzaman'la aynı olmayabilir. Burayı kaşımanın da çok bir anlamı yoktur. Zira ne kadar kaşırsanız kaşıyın bu iyi yaka birbirine kavuşmaz. Kavuşması da gerekmez. O orada, bu burada güzeldir, yerindedir. Allah hepsini bir hikmetle yaratmıştır.

4) Samet Yahya Bal, videonun ortalarına yakın, 'kavaid-i ehl-i sünnet' meselesini 'niye öyle yaptığını anlayamadığım' bir yere bağladı. Ehl-i Sünnet ulemanın içtihad farklılıklarını anarak İslam'ın bu kavaid içine hapsedilemeyeceği gibi birşeyler söyledi. Doğrusu çok taaccüb ettim. O ihtilafların Ehl-i Sünnet usûlü dışında mı yapıldığını düşünüyordu? Herhalde öyle düşünüyordu ki böyle bir delil getirdi. Bu delillendiriş çok yanlıştır. Müçtehidlerin usûlleri elbette birbirlerinden farklı olabilir. Malikî usûlü, Hanefî usûlü, Şafiî usûlü birbirinden farklı detaylar içeriyor olabilirler. Fakat, dikkat buyurunuz, bunların tamamı yine Ehl-i Sünnet içinde usûllerdir. Birbirlerini Ehl-i Sünnet kabul ederler. Sözgelimi: İmam Şafiî rahimehullah, Malikî usûlünü bizzat İmam Malik rahimehullahın kendisinden, Hanefî usûlünü İmam-ı Âzâm rahimehullahın en büyük üç talebesinin üçüncüsü olan İmam Muhammed rahimehullahtan ders almıştır. Her üçü hakkında da sitayişkâr sözleri vardır. Kendi usûlünün farklı olması onları Ehl-i Sünnet bulmadığından değildir. Ehl-i Sünnet en geniş dairedir. Bunlar o geniş dairenin içindeki yollardır. O yüzden biz birbirimizin arkasında namaz kılarız. Ama tutup bir Caferî'nin arkasında namaz kılmayız. Dolayısıyla Kur'an, hadis, icma, kıyas dörtlüsüne gerektiği gibi değer veren o geniş dairedeki ihtilaf yine 'kavaid-i ehl-i sünnet içinde' bir ihtilaftır. Dışı değildir. Samet Yahya Bal kardeşin bu yolla yaptığı istidlal doğru değildir. Hatalı bir argümandır.

Peki 'taassub' ile kastedilen nedir? Herhalde Bediüzzaman'ın buradaki kastı, 'körükörüne' değil, Mustafa Sabri Efendi merhumun İbn-i Arabî Hazretlerinin şahsını teviller ile kurtarmaya pek yanaşmamasıdır. Zira zâhir uleması murabıt gibidirler. Tasavvuf ehli akıncı gibidirler. Murabıtlar sınırları korudukları için çok hassaslardır. Akıncılar fetih için çabaladıklarından ileri-geri çok at oynatırlar. İslam'ın yayılışı genelde mutasavvıflar eliyle olmuştur. Esaslarının korunması ise murabıtların himmetiyledir. (Allah hepsinden razı olsun.) Ve zâhir uleması ile bâtın ulemasının hassasiyetleri de kimi hususlarda başkalaşmıştır. Tasavvuf tarihini inceleyenler bu türden tartışmalara hep rastlarlar. Hatta mutasavvıflar içinde de birbirlerine murabıtlık yapanlar olmuştur. (Nakşibendiler bu açıdan tasavvuf ehli içinde murabıt gibidirler. Tarikat içinde şeriatın muhafazasına ayrıca dikkat ederler. İmam Kuşeyrî, İmam Gazalî gibi hazretler de yine bu sadedde sayılabilir isimlerdir.)

5) Peki, Samet Yahya Bal'ın hiç mi isabeti yok? Elbette var. Bediüzzaman'ın Mustafa Sabri Efendi merhuma hürmetini anarken doğru yapıyor. (Gerçi bu hürmeti Ebubekir Sifil Hoca da bilir zaten.) Ve mezkûr mektubun sadedinin Mustafa Sabri Efendi'nin Musa Bekuf'a (Musa Carullah'a) yaptığı bütün eleştirileri 'ifrat bulmak' temelinde olmadığını belirtmekle doğru yapıyor. Evet. Hakikaten o mektubun sadedi bu değildir. O mektubun sadedi, meşhur reddiyeleşmeler sırasında, İbn-i Arabî Hazretlerinin şahsiyeti hakkında söylenenlerdir. Bediüzzaman, haklı bir şekilde Mustafa Sabri Efendi merhum Musa Carullah'a atış yaparken, arada İbn-i Arabî Hazretlerinin daha fazla kollanması gerektiğini düşünüyor. Ve Mustafa Sabri Efendi merhumu da, değil reddiyeleştiği için, İbn-i Arabî Hazretlerini hakkıyla kollamadığı için 'ifrat' içinde buluyor. Lakin mektubun devamında Mustafa Sabri Efendi'nin Musa Carullah'a tenkidlerinde doğru bir yerde durduğunun da altını çizmektedir:

"Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf'a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır..."

Ebubekir Sifil Hoca, eğer, Bediüzzaman'ın, Mustafa Sabri Efendi merhumun Ehl-i Sünnet çizgisini savunmasını 'ifrat' olarak gördüğünü anlamışsa, elbetteki mektubu yanlış anlamıştır. Zira Risale-i Nur'da Ehl-i Sünnet kelimesini şöyle bir aratsanız mürşidimin durduğu yerin ne kadar sabit olduğunu görürsünüz. Kendisini kesinlikle Ehl-i Sünnet içinde tanımlamaktadır. Kurtulmayı da ancak Ehl-i Sünnet dairesi içinde olmakta, ona sığınmakta-tutunmakta gördüğünü belirtmektedir, bu konuda mürşidimin bir 'acaba'sı yoktur. Ancak Ehl-i Sünnet ulema içinde İbn-i Arabî Hazretlerinin makamının yüce olduğunu düşünen yalnız Bediüzzaman değildir. İmam Suyutî rahimehullah gibi çokları onu müdafaa etmişlerdir. Kaldı ki: Bediüzzaman'ın mutasavvıf bir yanı vardır. Kendisi tarikat şeyhi olmasa da terbiyesinden geçmiştir. Birçok hatırada, hatta mektuplarında bile, beyan ettiği gibi birkaç tarikattan irşadda bulunabilme salahiyetine sahiptir. (Ancak kimseye tarikat dersi vermemiştir.) Üstelik Mustafa Sabri Efendi merhum gibi Hanefî-Maturidî değil Şafiî-Eş'arîdir. Eh, elbette, her konuda hemfikir olmaları beklenemez.

6) Ebubekir Sifil Hoca'nın Risale-i Nur'u okumadığını söylemek büyük hatadır. Arkadaşlar, okumadığım kitabı yok, izlemediğim de çok az dersi var. (Yeni çekilenleri de yavaş yavaş izliyorum.) Ebubekir Hoca'nın gerek kitaplaşmış gerek kitaplaşmamış birçok makalesinde Bediüzzaman'ı savunduğunu ben biliyorum. Üstelik eserlerinden alıntılar yaparak ona yapılan bazı suçlamaların yanlışlığına dikkat çekip cerh ediyor. Bir dönem FETÖ'ye de İçtihad Risalesi gibi eserlerden alıntılar yaparak reddiye de bulunduğunu yine kitaplarını okumuş olanlar bilirler. Ebubekir Sifil Hoca Risale-i Nur'u biliyor. Ancak elbette onu bir nurcu gibi görmüyor. Bu hususta da biz nurcuların biraz kendi fanusumuzdan çıkmamız lazım. Herkesin tastamam Bediüzzaman'ın her fikrine katılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu içimizde düşünmenin bir arızası yok ama ümmete dayatıyor bir hale gelmek de doğru değil. Bu ümmetin içinde nice âlimler çıkmış. Allah hepsine rahmet etsin. Kimse tek bir ekolde birleştirmeyi başaramamış. Demek bu ihtilaflar hep sürecek. 'Hep sürecek' gibi yaşamayı unutmayalım.

Kendimizi ifade edelim. Tamam. Lakin her farklı düşünenin de hakaret ettiğini sanrılamayalım. Evet. Ebubekir Hoca'nın (veya daha başka bir Ehl-i Sünnet âliminin) Bediüzzaman'ın hata ettiğini düşündüğü yerler olabilir. Bunda dayandığı asıllar da olabilir. Bizim delillerimizi delilden saymıyor da olabilir. Dört mezhep içinde böyle ihtilaflar yok mu? Oniki tarikat içinde böyle tartışmalar olmamış mı? Heyhat! Yoktur diyenin ilimden nasibi yoktur. Bunlar hep olmuştur. Öyleyse? Öyleyse alışmak lazım.

Bediüzzaman Hazretleri, Seyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleriyle ebced-cifir meselesinde düştükleri ihtilafla ilgili olarak, bir mektubunda şöyle demiyor mu:

"Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: 'Gaybı Allah'tan başkası bilemez!' sırrıyla ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen 'Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler...'deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir. Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." 

Ben, şahsen, Ebubekir Sifil Hoca'yı sırtımda taşımayı dileyecek kadar çok seviyorum. Namazlarımdan sonra ona, İhsan Şenocak Hoca'ya ve birkaç isme daha afiyet-istikamet duası ediyorum. Onları bu imtihanlı asırda semadaki yıldızlar gibi biliyorum. Yarın kıyamet kopsa, mizan kurulsa, cennetlik-cehennemlik ayrılsa; inşaallah; Ebubekir Sifil Hoca'nın, Mustafa Sabri Efendi merhumun, Zahid el-Kevserî Hazretlerinin, Bediüzzaman'ın kolkola cennete gireceklerini umut ediyorum. Böyle gördüğüm zaman içimde hiçbir ayrılık-gayrılık kalmıyor. Kardeşlerime de böyle bir bakış tavsiye ederim işte. Birisi Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet ediyorsa başımızın tâcıdır. İhtilafımız daire içinde bir ihtilaftır. Yalnızca burası için geçerli bir ihtilaftır. Öteki tarafta hükmü yoktur. Hele ki Ebubekir Sifil Hoca gibi hizmet ediyor olsun. Onun dersleriyle imanının kurtulmasına vesile oldukları hiç az değildir. Allah afiyetle nice imanlar kurtarmak nasip eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ya Allah, ya Hakîm, ya Rahîm.

Thursday, July 18, 2024

Bir nurcu nasıl film tavsiye eder?

Yaşıyorsa Allah selamet versin. Vefat ettiyse Hüda rahmet eylesin. Lisede (Sivas Fen Lisesi) 'Tübi Rıza' lakaplı bir Rıza Hocamız vardı. Lakabı sınavlarda Tübitak sorularına yer vermesinden kaynaklanırdı. Elbette bu sorular talebeleri epey hırpalardı. (Not alması kolay birisi değildi sizin anlayacağınız.) Her neyse. Uzatmayayım. Hocamızın, kendisi de bunu bilmez, benim dünyamda apayrı bir yeri vardır. Zira 'itikad dünyamız' ile 'fizik algımız' arasındaki ilişkiyi ilk o sezdirmiştir. Gerçi, o cahil çağlarda, şu sır tam bir şuur ile açılmamıştır. Fakat, vakt-i merhununu bekleyen tohum da atılmıştır içimize, elhamdülillah.

Hülasalı hikâye edeyim: Birgün Rıza Hocamız yine heyecanlanmış, bize, 'fiziğin geleceğini şekillendirmekten' falan bahsediyor idi. Arada dedi ki: "Modern fizik dediğiniz 'en hızlı şeyin ışık olduğu üzerine' kurulmuştur. Işığın hızı da şu kadardır. Eğer ışıktan daha hızlı şeyler olduğunu ortaya koyarsanız fiziği yenibaştan yazarsınız." Tabii, o devirlerde pranga kırmakla ilgili hiçbir derdi yoktu zihinlerimizin, ancak verileni alıp üniversite kazanmayı düşlüyorduk. Fazlasını hayal etmiyorduk. Bu daraltılmışlıkla da itiraz ettik: "Hocam, ışıktan hızlı birşey nasıl olabilir, hiç mümkün mü yani?" O zaman Rıza Hoca hafiften celallenerek bize çıkıştı: "Ne demek ışıktan daha hızlı birşey olmaz! Efendimiz aleyhissalatuvesselam miraca çıkmış, yedi kat semayı dolaşmış, geri döndüğünde yatağı dahi soğumamış. Böyle birşey ışığın hızıyla mümkün olabilir miydi hiç? En yakın yıldızlara bile varmanız on yıllar sürerdi o hızla..."

Ben o gün, kalbi imanında sabit bir fizikçinin âleme nasıl baktığıyla, kalbindeki iman zaten 'ha düştü ha düşecek' duran bir gencin âleme nasıl baktığı arasındaki farka uyandım. Rıza Hocam, bin maşaallah, ehl-i sünnet itikadına sahip bir mü'min olarak fiziğin imkanlarını iman ettiklerine göre genişletiyordu. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin miraca çıktığı nasslarla sabit olduğuna göre artık olmuşluğunu-olabilirliğini tartışmıyordu. Ya? Nasıl mümkün olduğunun sırrını anlamak gerektiğini düşünüyordu. (Hani Einstein da fiziğe olan merakını 'Tanrının nasıl yarattığını anlama mesaisi' olarak tarif ettiği aktarılır.) Böylece Rıza Hoca'nın hayalgücü iman ettiği mucizelerin dairesi kadar genişliyordu.

Hayalgücünü küçük görmeyin muhterem kardeşlerim. (Bugün, ne yazık ki, pekçok ilahiyatçının hayali hocamınki kadar geniş değildir. Hocamın mümkün gördüğü şeyleri bunlar mümkün görmezler. Daraltılmış akıllarıyla inkâra yeltenirler.) Zira 'Dimağdaki Meratip' bahsinde Bediüzzaman Hazretleri de işaret eder ki: Herşey hayalde başlar: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..."

Eğer sizin itikadınız 'gayba iman edecek' genişliğe kavuşmuşsa, gözünüze inmemişse, yani gösterilenden de ötesini seziyorsa, o halde hayaliniz de artık bu genişliğe sahiptir. Artık imkanları bilimadamlarının "Bu bu kadardır..." demesinden değil hayalinizin gidebildiği yerlerden öğrenirsiniz. Zaten kendilerinden önceki bilim anlayışının kalın duvarlarını yıkabilen dehalar da böylesi zenginleştirilmiş hayalgüçleriyle yetişebilirler. Evvelkilerin aşılmaz olduğu tabusunu kabul etmeyi bıraktıklarında akıllarına yeni imkanlar bahşedilir. Cenab-ı Hak kalplerine yepyeni ilhamlar yükler. Yeter ki kapatmasınlar. Yeter ki kendilerini mühürlemesinler. Zira kendisini mühürleyeni Allah da mühürler.

Proudhon 'Sanatın Prensibi' isimli eserinde diyor ki:

"Mühendis, bilimadamı ya da filozof, ne kadar çok gözlemlerse o kadar çok keşifte bulunur ve ne kadar çok keşifte bulunursa o kadar çok uygular ve üretir. Sanatçı da aynı biçimde, ne kadar iyi gördüyse onu o kadar yetkin bir biçimde temsil eder. Sanatçının ilhamı gözlem kapasitesiyle orantılı olacaktır. Bu nedenle denilebilir ki: Tıpkı gerçek bir yazar ya da filozofta olduğunu gibi gerçek bir sanatçıda da ilham asla zayıflamaz. İlham sabittir ve sanatçıyı yönetir. Ancak ilham tembellik ya da kendini beğenmişlik sonucunda inceleme yapmaktan vazgeçen, üretimini spekülasyonlara ve hafızasındaki eski gözlemlere dayandırmaya başlayan sanatçıyı terkeder. Bilgi birikimi boşalan kişinin hayalgücü de kaybolur..."

Ebubekir Sifil Hoca, bir dersinde, bu zamanda kelam ilmiyle ilgilenen kişilerin fizikle de ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. Zira kimi meselelerde kelamullahın genişliğini kavramak ancak kevnullahın genişliğine vâkıf olmakla mümkün olabiliyor. Mürşidim de İşaratü'l-İ'caz'ının hemen başlarında yakın bir mana ile diyor ki: "Kur'ân'ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-ı ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır." Çünkü kimi meselelerde bazılarının hayalgüçlerinin-ilimlerinin gücü yetmeyecek, mütehassıs olan diğerlerinin yardımına kendi hayalgücüyle koşacak, onların gözlerini ilmiyle açacak... Böylece göğsümüzdeki imana layık vüsatte bir bakışaçısıyla donanmış olacağız, çoğalacağız, inşaallah.

Tam da bu noktada, ben gibi cahilin cahili bir kardeşiniz bile, yine cahilane bir cüretle, faydalı bir tavsiyede bulunmak isterim. Kendim de faydasını gördüğüm için tavsiye etmek isterim. Her filmi değil ama kalitesi yüksek bilimkurgu filmlerini takip edin. Onlardan itikad almak için değil, hâşâ, fakat imkan öğrenmek için takip edin. İtikadınızı belirleyen ehl-i sünnet ulemasının hakikattar sözleri olsun. Onların Kur'an'ı, hadisi, kevniyatı okumaları olsun. Fakat bir gözünüz de hayalgücünüzü açmaya müsait okumaları yapmayı bırakmasın. Yaratılışı anlamak yolunda yeni yeni malzemeler ile beslensin. Neden?

"Müslümanlar neden yeterince bilim üretemiyor?" sorusunun cevabı bence biraz da burada saklı çünkü. Bizim bir müslümana yakışacak genişlikte hayalgücümüz yok. Eğitim, tahsil, tedrisat aslında talebeyi bu yönde açmak içindir. Bilgi birikimi, eğer o niyetle edinirseniz, hayalgücünüzü destekler. Açılmış bir hayalgücü akılla çok sonraları ulaşabilecek menzillerin ilk adımlarını oluşturur. Bunda eksiğiz. Evet. Ne yazık. Nassların bize daha neler neler söylüyor olabileceğine dair rüyalara sahip değiliz. Öylesi bir açlığa kavuşmak için uyarılmaya ihtiyacımız var. İşte, bilimkurgu dünyası, bu hususta faydalı bir arkadaş olabilir. Tabii zararlarına kapılmamak kaydıyla. Onu araçsallaştırmayı unutmamak şartıyla...

En doğrusunu Allah bilir. Böylesi ilimleri büsbütün tahsil edemesek bile 'konuştukları imkan düzeyine (sinema kadarcık olsun) uyanık olmamız' faydalıdır. Hatta kimi konularda avamın imanını hayalgücünün genişliği kurtarabilir. (Hocamın avam düzeyindeki dinî bilgisiyle kurtardığı imanını bugün ne 'titri' sahibi ilahiyatçılar kurtaramamaktadır.) Eh, evet, bir yazının daha sonuna geldik. Verdiğim tavsiyeyle kusur işlemişsem o Rahman u Rahim'den affımı dilerim. Siz de kardeşinize nazar-ı müsamaha ile bakınız. Nihayetinde o da kendi gözünün açıldığı yerlerde kardeşlerinin gözünü de açmaya çalışıyor.

Thursday, July 11, 2024

Bu yazı 'uğurlu'dur

Bir önceki yazımda 'uğur' kelimesini kullandım. Yorumlarda itiraza sebep oldu. Olabilir. Hiçbirimiz hatasız değiliz. Ben de ehl-i sünnetim. Enbiya aleyhümüsselamdan başkasının ismetine iman etmem. Dolayısıyla yazılarımda hatalar işlenmiş olabilir. 'Göreceli' olmayan mevzular hakkında bariz kusurlarım yakalanırsa bunları düzeltmekten memnuniyet duyarım. (Mevzu göreceliyse ayaksürüdüğüm olur.) Hem söyleyene de bin teşekkür ederim. Fakat, ben ismet sahibi olmadığım gibi, beni tenkid edenler de ismet sahibi değildir. Sadece tenkid edilende hata bulunmayabilir. Bazen de tenkid eden tenkidinde hata yapar. İşte, bu 'uğur' meselesini de ben biraz böyle gördüm, zira ulema-i İslam'ın kitaplarında da, hatta bizzat Risale-i Nur'un içinde de, bu kelimenin çoklukla istimali var. Hepsine birden "Vay, aaa, 'uğur' kelimesini kullandıysanız itikadınız bozuk demektir!" denmeyeceği için, hâşâ, o halde mürşidlerimizi anlamaya yakışır hüsnüzannı kuşanmak lazım. Gayrısı hâzâ edepsizlik olur çünkü.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar." Hem yine diyor: "Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz." Hem de yine musırrane öğretiyor: "Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki muahez değil." Sözgelimi: Bir müslüman, kafası tamamen daire-i esbap ile meşgulken, "Filancanın ekmeğini çok yedik!" dese, buradan o filancayı rızık konusunda Allah'a şirk koştuğu fikrine varılmaz hemen. Çünkü, bu hüküm, o cümle için lazım-ı mezhep konumundadır. Fakat karşımızdaki âdemoğlu mü'mindir. O nedenle bu cümleyi kafamızda mecaza hamlederiz: "Yani 'Allah bana rızkımın epey bir kısmını o kişinin vesileliğinde verdi' demek istedi." Bu hüsnüzannımız doğrudur da. Zira o insanı da çevirip "Sen bununla Allah'a şirk koşmak mı istedin?" diye sorsanız, "Hâşâ!" der, "Ben yalnızca onun vesileliğini imâ etmek istedim."

Kula teşekkür etmek haram değildir. Aksine, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin emridir, o der: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez." Yani böylesi kullanımlardan Allah'a şirk koşulduğu manasına varılmaz.

Biz de gündelik konuşmalarımız içinde bazen kâfirlerin sözlerine benzer/aynı ifadeler kullanıyoruz, amma bunlarla asla onların kastettikleri manaları kastetmiyoruz. "Ankara'da sel üç kişiyi öldürmüş!" dediğimizde, Allah korusun, el-Mumît isminin sahibine eş koşmaya kastetmiyoruz. Dest-i kudret olan perdeyi anıyoruz. Böylece haksız şekavetlerimiz de Hüda'ya gitmiyor. Lakin bizzat mezhebimiz olarak sorulduğunda bunu itikadımız olarak tekrarlarsak işte o zaman mesul oluruz. Şu hüsnüzan/hüsnütevil mü'minler mabeyninde işletilmezse buradan tıpkı IŞİDcilerin, bir kısım Selefi veya Vehhabilerin yaptığı gibi bir 'tekfir damarı' çıkar. Boşyere kardeş kardeşin günahına girer. Birisini küfürle suçlamak da ağır vebal olduğundan kaçınmak gerekir. Mürşidim yine bir yerde der:

"Said'i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te'vile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir."

Gelelim meselenin Risale-i Nur'a bakan yanına. Evet. Risale-i Nur'da uğur kelimesi istimal ediliyor. Bizzat Bediüzzaman'ın metinlerinde geçenlerin yanısıra bir şekilde Risale-i Nur'a dahil edilmiş metinlerde de kullanılması sözkonusu. Mesela: Bediüzzaman Hazretlerinin mübarek elleriyle ilk harcını koyduğu cami inşaatı hâdisesi aktarılırken deniliyor ki: "Isparta'nın geçen yıllarda teşekkül etmiş bulunan Üçüncü Eğitim Tümeni için yaptırılmasına karar verilen camiin temeli, tertip edilen muazzam bir merasimle atılmış ve bu törene Isparta'da bulunan Risale-i Nur Müellifi Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de davet olunmuşlardır. Büyük bir alâka ile karşılanan Üstad, törenden sonra, uğurlu elleriyle temele ilk harcı koymuşlar ve dualarda bulunmuşlardır."

Diyebilirsiniz ki: "Yahu bu bir gazete haberidir. Risale-i Nur'un aslından değildir." Doğru. Fakat Emirdağ Lahikası da öyle bilinmeyecek bir eser değildir. 70-80 yıla yakındır nur talebelerinin ellerinde dolaşmaktadır. Haydi, bu haberi Lahika'ya dahil edenler şirk olduğunu bilemedi(!), bid'a olduğunu sezemedi(!), acaba okuyanlar da mı bunu anlamamıştır? Ben böyle hem kemiyetli hem keyfiyetli bir cemaatin tamamını 'uğur' kelimesini kullanmak üzerinden suçlamaktan Allah'a sığınırım. O halde? O halde 'uğur' kelimesinin 'şirk' olduğu yerle olmadığı yeri birbirinden bir güzel ayırmayı öğrenmemiz gerekir. Burada da nüans şudur: Kelimeyi kullanan kişi bununla neyi kastetmektedir? A) Uğurlu olduğunu söylediği şeyin 'mübarekliğini' ifade etmektedir. B) Uğurlu olduğunu söylediği şeyin Allah'tan başka yaratıcılığı etkileyen bir uluhiyet yanı olduğunu iddia etmektedir.

Arkadaşlar, birşeyin mübarekliğine inanmak, hayra yormak, hüsnüzan etmek caizdir. Keşke, mesela, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin mübarek sûretini rüyamda görsem, elini-ayağını öpsem, bastığı yere yüzümü sürsem, ben bunu kesinlikle 'uğurlu' sayarım. Benim çamurlu, kirli, hatadâr gönül barakama teşrifini kendim için müjdeler müjdesi bilirim. Bunda hiçbir vebal yoktur. Ve ne kadar saysam o kadar yeridir. Ahmed için bundan büyük bahtiyarlık olabilir mi? Bir de onun fem-i mübarekinden güzel şeyler işitsem, Alllaaaaah, ayaklarım yerden kesilir. Uyandığımda yere göğe sığmaz olurum. Bu uğurun bahtıma yapacağı etkileri bekler durur hale gelirim.

Şimdi ben bu rüyam hakkında "Uğurlu bir rüya gördüm!" ifadesini kullansam bu küfür sayılmaz. Zira kastım Aleyhissalatuvesselam Efendimizin, hâşâ, yaratışta Allah'a ortak olduğunu falan düşünmek değildir. Delilleri dinin aslında bulunan bir şekilde ümitlenmiş olurum. Bu uğuru diğer bâtıl uğurdan-uğursuzluktan ayıran delillerinin bulunmasıdır. Bediüzzaman'ın cami harcını 'uğurlu elleriyle' koymasındaki uğura iman ederim. Zira salihlerin yaptığı her işte hayır vardır. Peygamber varisi âlimlerin bedenleri de tıpkı gönülleri gibi nurdur, uğurdur, hayırdır. Hatta bırakın cisimlerini, isimlerini anmak bile uğurdur, zira denmiştir: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner."

Neyse, çok konuştum, belki gereksiz yere vaktinizi de aldım. Zaten bildiğiniz şeyleri tekrar ettim. Eh, hayırlı tekrarlar hayırlı manaları tekid-tekmil ederler, hoşgörmek lazım. Söylemek istediğim özetle şuydu: Tenkidlerimizi şefkatle süslemeye ihtiyacımız var. Hususan itikadla ilgili hususlarda. Zaten ahirzamandayız. İt izi at izine karışmış durumda. Ortalık karışık. O halde, özellikle aksi yönde kanıtımız bulunmayan meselelerde, hüsnüzanna memur olmayı bırakmamalıyız. Zira amansız tenkidin sapı da keskindir. Düşmanına sallarken sahibinin de elini kesebilir. Cenab-ı Hak cümlemizi sırat-ı müstakimden ayırmasın. Zor zamanlarda rüşdümüzü ilham buyursun. Âmin. Âmin.

Sunday, July 7, 2024

Kuşlar Bediüzzaman'ı neden heyecanlandırıyor?

"Acaba, emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir surette, hem kuddüs kuşu garip bir surette gelip bakması, sonra kaybolması (...) hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir beşaret-i gaybiye olmasın?"
Emirdağ Lahikası'ndan.

Nakış bağlantıları görmekle görülebilen birşeydir. Çünkü nakışta kumaşın tekdüzeliğinden başını çıkarmış ipler/ilgiler vardır. Hikmet okumaları nakışları görünür kılar. Detayları bağlayabilirseniz nakış sahibi olursunuz. Yoksa nakışlar gizlenir. Olmadıklarından değil. Göremediğinizden. Mehirleri dikkattir.

Allah onu nihayetsiz rahmetiyle sarsın sarmalasın. Mürşidim Bediüzzaman Hazretleri kuşlardan çok ümitleniyor. Hatta heyecanlanıyor. Evet. Aynen öyle. Abartmıyorum. Onları birtür uğur sayıyor. Birnevi müjdeci görüyor. Bununla ilgili Emirdağ Lahikası'nda çok misaller var. Mesela birisinde diyor ki:

"Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylan'a dedim: 'Pencereyi aç; o ne diyecek?' Girdi, durdu, tâ bu sabaha kadar... Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm. Baktım, 'Kuddüs, Kuddüs' zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: 'Bu misafir niçin geldi?' Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu."

Başka birisinde de söylüyor:

"Ben, Berat gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ tashihiyle meşgulken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: 'Müjde mi getirdin?' İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi. Asâ-yı Mûsâ üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berât gecesinde, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allahaısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken, yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ'yı, hem Berâtımızı tebrik etmek istedi."

Üçüncü birisi ise şöyle:

"O mübarek hediyeler odama geldiği zamandan on dakika evvel, serçe kuşuna benzer bir kuş yatağımın ayağı altında gördüm. Halbuki pencereler ve kapı kapalı, hiçbir delik yok ki, o kuş girebilsin. Baktım, benden kaçmıyor. Bir parça ekmek verdim; yemedi. Kalben dedim: Üç dört sene evvel aynı burada kuşların müjde vermesi gibi, bu da müjde veriyor."

Ömrü esarette, sürgünlerde, zindanlarda geçmiş bir ihtiyar âlimin yalnızlığının şiddetinden dolayı kuşlarla bile arkadaşlık etmesi mi dersiniz buna? Alaya mı alırsınız? 'Cık, cık, cık...' mı çekersiniz? Acır mısınız? Fakat sanki fazlası da var. Hatta, ilginçtir, verdiği gıdaları yememelerinden de (önemli bir detaymış gibi) mükerrer bahsediyor. Neden? Niçin? Niye buna ehemmiyet veriyor? Mesela birincide diyor: "Ekmek bıraktım, yemedi." İkincide ekliyor: "Ekmek, pirinç verdim, yemedi." Üçüncü de tekrar altını çiziyor: "Bir parça ekmek verdim; yemedi." Bu mevzuu talebelerine her defada yazmakta acaba ne mana var? Kuşların ekmeği-pirinci yememesi bizler için ne gibi bir hikmet ifade edebilir ki?

Soruları yazdım ama cevabı bende de yoktu arkadaşlar. Ta ki 'İbrahim aleyhisselamla misafir melekleri' kıssasını bu mektuplarla bağlayana kadar. Evet. Kur'an'da Hicr ve Hûd sûrelerinde aktarılan bu kıssada ilginç detaylar var. Mesela: İbrahim aleyhisselam, ziyaretine gelmiş bu mübarek misafirlerin melek olduklarını bilmiyor, en azından başlarda bilmiyor. Ve, o yüce cömertliğine yakışır şekilde, onlara ikramda bulunmaya niyet ediyor. Hâdiseyi ilgili ayetlerin kısacık bir meali üzerinden takip edelim:

“Andolsun ki elçilerimiz İbrahim’e bir müjde ile geldiler ve 'Selam!' dediler. O da 'Selam' dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi. Fakat ellerinin o buzağıya uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku hissetti. Onlar da: ‘Korkma’ dediler! 'Biz Lût kavmine gönderildik.' O sırada İbrahim’in hanımı ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshâk’ı ve İshâk’ın arkasından da Ya’kub’u müjdeledik.” (Hud, 11/69-71)

İşte burada benim dikkatimi çeken incelik: İbrahim aleyhisselamın yaptığı 'kızartılmış buzağı' ikramına meleklerin ellerini uzatmaması. Gerçi İbrahim aleyhisselam bu hareketsizlik karşısında önce endişeleniyor. Zira misafirlerinin dost olmama ihtimali de var. Bir insanın ikramını reddetmek ona karşı duyulan husumetten kaynaklanabilir. Nitekim, enteresandır, bugün de müslümanlar ikramlarının reddedilmesini tuhaf karşılarlar. Hele İbrahim aleyhisselamın hemşehrileri (yani Urfalılar) daha tuhaf karşılar. Redd-i ikramdan hakaret manası çıkaranlar bile vardır. Osmanlı'da ihsan-ı şahaneyi (yani padişahın hediyesini) reddetmek suçtur. Yine mesela: Seferîlikte namazın kasredilmemesi Cenab-ı Hakkın ihsanını reddetmek sayıldığından hoşgörülmez. Hülasa: Nakış gibidir ahlakımız. Her yere uzanır.

Yalnız burada, Allahu a'lem kaydıyla, şöyle bir hikmet okuması da yapılabilir: Firavunlar çağında bakarperestlik o coğrafyada yaygın olduğundan, İbrahim aleyhisselam, ellerini uzatmamalarını muhataplarının 'buzağı ikramını hoşgörmeyecek itikatta olduklarına' yormuş olabilir. (Belki de onlar bakarperesttirler?) Bugün de Hindistan coğrafyasındaki müslümanlar, sırf kurbanda sığır kestiklerinden dolayı, zulümlere maruz kalmaktadırlar. İbrahim aleyhisselamı da endişelendiren belki buna benzerdir.

Mürşidim, 20. Söz'ünde, hayvanlara tapma hastalığının İsrailoğullarına da tesir ettiğini, bunun delillerinden birisinin de 'icl hâdisesi' olduğunu söyler. Yani, Sâmirî'nin, Musa aleyhisselamın yokluğunda, İsrailoğullarından bir kısmını buzağı heykeline taptırabilmesi, onların seciyelerine kadar işlemiş işte bu HAYvanlara TAPma (büyük harfler klavye hatası değil) teolojisinden kaynaklanmaktadır:

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler.

İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder. Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır."


Konuyu dağıttık. Geri dönelim. Ve hemen soralım: Kur'an bize İbrahim aleyhisselamın kıssası üzerinden de başka düsturlar/sırlar öğretiyor olabilir mi? Mesela? Mesela: Melekler başka canlıların, örneğin insanların, sûretlerine girebilirler. Ancak insanlar gibi yeme-içmeleri olmadıklarından ikramları bizim gibi tüketemezler. Peki sadece insanların sûretlerine mi girer melekler? Hayır. Fazlası da var elbette. Mesela: Mürşidim, 15. Söz'ünde, kuşların da meleklerin binekleri olabileceklerini söylüyor:

"Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler. Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste 'tuyûrun hudrun' tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler."

Eh, evet, toparlayalım: İbrahim aleyhisselamın ikramına dokunmayan misafirleri akabinde ona müjdeler getirmişlerdi. İşte bu dersten hareketle diyorum ki: Bediüzzaman da umulmadık şekillerde misafiri olmuş kuşları ikramlarıyla sınıyordu belki. İkramını reddettiklerindeyse umutlanıyordu. Çünkü hayvanlığın seciyesinde ikramı reddetmek yoktur. Melekliğin seciyesinde vardır. Onlar bir haneye teşrif ettiklerinde arkası müjdedir. Mürşidimin böylesi küçük heyecanları bile ne güzeldir. Arkasını tefekkür etmek Kur'an'a götürür. Elhamdülillah. Cenab-ı Hüda ona gökteki kuşlar adedince rahmet eylesin. Kabrinde kıyamete kadar müjdelerle meşgul kılsın. Bizi de şefaatine kabul buyursun. Âmin. Âmin. Âmin.

Solcular, Narin'e mi katil arıyorlar, yoksa katile mi Narin arıyorlar?

"Reklamcıların planına göre, dünyanın bütün büyük şehirleri, birkaç saat içinde aynı afişle baştan aşağıya donatılacaktır. Böylece şu z...