28 Şubat 2013 Perşembe

Vaazlar değil, kitaplar yetiştirir...

Yazı, benim için her zaman sözlü ifadeden daha kıymetlidir. Çünkü söz, düşüncelerimi sistemleştirmemi engeller. Yazarken yaşamam bu güçlüğü. Konuşurken ne anlattığımı tüm köşeleriyle hatırlamam güçtür. Bazen küçük bir müdahaleyle ne anlatacağımı unuttuğum bile olur. Yazarken öyle değil. Her ne anlatacaksam hepsi önümde hazır olur o zaman. Hem risk de azalır. Tekrar tekrar okurum yazdıklarımı sunmadan önce. Vermeye niyetlendiğim bilgileri sınayabilirim. Yanlış anlaşılabileceleri düzeltebilirim. Daha kalıcı olur yazı. Sonra tekrar bakabilirim. Bu yönleriyle yazmak hakikatin naklinde daha sıhhatli bir araç olmuştur benim için.

Hem ne yalan söyleyeyim, hakikati öğrenirken de yazılı eserleri tercih ederim. Hatiplerin sözlerine kitaplar kadar kıymet vermem. Çünkü bilirim; hatipler ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, o an boşaltırlar içlerindekileri. Hataya müsait anlarda aktarırlar malumatlarını. Ve ehl-i ilim, vaaz dinleyen cemaatlerden değil, okuyarak ilmi sinelerine nakşetmeye çalışan talebelerin içerisinden çıkar.

Bu yönüyle Bediüzzaman’ın yazıya ve okumaya olan düşkünlüğünü anlarım. Onun güçlü bir hatip olmasına rağmen Yeni Said döneminde insanlara hutbe vermekten kaçınmasını anlarım. Kendisinden hutbe bekleyen insanlara (Hanımlar Rehberi’nin başında belirttiği gibi) beklentilerini karşılamak yerine metinler/mektuplar göndermesini anlarım. Ziyaretine gelmek isteyenlere, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumalarını öğütlenmesini anlarım.

Hatta bunların ötesinde Hulusi Yahyagil, Sabri Halıcı, Hafız Ali gibi talebelerine eserlerini gönderdikten sonra hissettiklerini kendisine yazmalarını söylemesini anlarım. Bütün öğrencilerini birer müellif haline getirip birbirleriyle mektuplaşmalarını sağlamasını anlarım. Onlardan beğendiklerini lahika suretinde kendi eserlerinin içine katmasını anlarım. Hatta okumayazması zayıf talebelerini bile eserlerini çoğaltmaya yönlendirmesini—bir yazma pratiği olarak—anlarım. Bütün bunlardan anlarım ki; ahirzamanda yazı, sözden öne geçecek. Fikirler yazmak suretiyle muhataplarına tesir edecek.

Ve bunu bir yerden daha anlarım. “Mahrem bir suale cevaptır” mektubunda bir yerden... Orada (belki biraz da garip bulunabilecek bir bakış açısıyla) yazının öncelendiğini, sözlü anlatımın ötelendiğini anlarım. Nasıl mı anlarım? Şöyle:

“(...) Çünkü, ‘yazılan’ Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”

Evet, ben bu metni, sadece bir kelimeyi küçük harfle yazarak daha farklı anlarım: Yazılan sözler (ancak) tasavvur değil tasdiktir. Çünkü akıl işin içine karışmış ve onu sistemle kağıda dökülmeye zorlamıştır. Ve kağıda dökülürken herşey ister istemez bir tasdik sisteminden geçer, tartılır. Yazılan sözler (ancak) teslim değil, imandır. Çünkü insan ancak iman ettiği/tam anladığı şeyleri yazıya dökebilir. Kendi anlatacak seviyeye gelebilir. Ezberleri/teslim oldukları ise hep tekler kağıda dökülürken. Her sınavda kendini eleverir...

Yazılan sözler (ancak) marifetin ötesinde bir şahadettir, şuhuddur. Çünkü yazmak bilmenin ötesinde o bilişin itirafıdır, ifadesidir, şahid olmaktır. Aynı hakikatin kendi süzgeçlerimizden geçerek bizim şahitliğimizde, bizim sözcüklerimizle ifadesidir. O metin dahi bir şahitlik belgesidir. Yazılan sözler (ancak) iltizam değil, iz’andır. Çünkü bir gerekliliği değil, kalben iman edilmiş bir düşünceyi barındırır arkasında. Yazılan sözler (ancak) tasavvuf değil hakikattir. Çünkü hakikatin şe’ni daha elle tutulur olmaktır. Yazılan sözler (ancak) dava değil, daha içinde bir burhandır. Çünkü metin, sözden daha kavidir.

Ben o paragrafı zahir manası dışında bir de böyle anlarım. Ve Bediüzzaman’ın sonrasındaki paragraf içinde Sözler ile birlikte ‘yazdığım’ ifadesini kullanmasını anlamlı bulurum.

Hem birşey daha söyleyeyim mi? Her kim ki yazdıklarıyla değil hitabetiyle kalabalıkları etkilemeye çalışmıştır, onda genelin rağmına bir sistemsizlik hissederim. Ses tonu, anlatımı, kişisel karizmasıyla birşeyler yapmaya çalıştığını, hakikatteki boşluğunu onunla doldurmaya gayret ettiğini düşünürüm.

Bugün de en çok sesiyle (ve bazen fon müziğiyle de) oynayanlar yeni hakikatler keşfetmekten yoksun, menkıbeleri hoş bir sada ile anlatmaya meftun insanlar değil midir? Bence Risale-i Nur’un başarısının bir sebebi de müellifinin Yeni Said döneminde konuşmak yerine yazmayı seçmesidir. Ve talebelerini de yazmaya ve okumaya teşvik etmesidir. Hani şahsıma ait bir görüştür bu, herkes de kabul etmeyebilir. Fakat bana hep öyle gelir: Yazı, sözden kuvvetlidir. Ve de güvenlidir.

3 yorum:

  1. Değişik bir bakış açısı olmuş.

    YanıtlaSil
  2. Burada Risale ve Üstad üzerinden Hoacaefendi vaazleri için bir kıyaslama yapılması çok yanlış. Vaaz kültürü, dinin sohbet halkasına dayanır. Eğer sohbet olmazsa, nasihat olmaz. Nasihatın olması için akıl lazımdır. Akıl içinde kök, temel farzdır.

    Hocaefendi'nin vaazlerinin tamamını dinlediğini zannetmiyorum. Cami vaazleri fıkıh ve asrı saadet hikayeleri, Allah ve Peygamber sevgisini konu edinirken, son yıllarda yaptığı 'bamteli' sohbetlerinde dikkatlice izlerseniz hemen hemen her vaazında 'Hazreti Pir şöyle demişti, böyle bize yol göstermişti' deyip, Risalelerden ve de Üstadın sözlerinden çokça faydalanmaktadır.

    Hal böyle iken neden hakikat özünü sevme varken, işin 'yol, tarik' kısmına haksız bir eleştiri yapıyoruz?

    Belki size çok genel gelecek ama, Müslümanlar cemaatler dahilinde ayrılmış ve birlik olmak faziletinden faydalanamadıkları için de, Tevhidi gür bir sedayla yayıp, tek bir ses olma konusunda eksik kalmışlardır.

    Eğer eleştirilmesi gereken bir şey varsa, o da nefsimizdir. Yoksa müslüman bir kardeşimizin yolunu değersiz görmek, onu incitmekten başka bir paye bulmaz.

    YanıtlaSil
  3. Tebrik ederim Ahmet ay abi. Yazma şevki uyandırdınız. Lezzet aldım Allah razı olsun.

    YanıtlaSil

İlmihal'in derdi KADEM'i niye gerdi?

Yıllar önce TV111'de Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini 'berraklık' nokta-i nazarından ele alan bir sunum yapmıştım. E...