11 Nisan 2013 Perşembe

Bediüzzaman'ın dürbünü 1

“Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken dikkatimi çeken şeylerden birisi de Bediüzzaman’ın dürbünü. Evet, yanlış okumadınız. Bediüzzaman’ın dürbününü çok merak ediyorum. Üstad, onunla, Kur’an’dan aldığı bir ders olarak o kadar övünüyor ki; mesleğinin çok meziyetini neredeyse onun üzerine bina ediyor.

“Felillâhilhamd” diyor mesela, “sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.”

Dürbün kelimesinin peşinden bir yolculuğa çıkıyorum bu sefer. Bakalım beni nerelere götürecek?

Şualar’da buluyorum. Orada da ‘fenn-i kitabet geniş mikyasları’ ve ‘dürbîn gözleri’nden bahsediyor Bediüzzaman. Devam ediyorum. Lem’alarda, bu sefer ism-i Kayyum’un cilvesini hayalen temaşadan çıkan iki dürbünden bahsediyor. Birisi mikroskop, öteki teleskop gibi...

Muhakemat’a gelince bu sefer ‘istiare ve mecaz dürbünü’nden dem vuruyor. İlk Dönem Eserleri içinde bir bölümde yine bir kıyas-ı temsiliyi ifade ettiğini söylediği üç ayeti zikredip sonunda “(...) gibi pek çok âyât-ı kesîre ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeye nâzır pek çok dürbünleri nazar-ı beşere vazetmiştir” diyor. Sırlı bir şekilde yine temsille dürbünü birbirine bağlıyor.

El-Hüccetü’z-Zehra’da da, Ayetü’l-Kübra’ya atıfla diyor ki: “o aynı seyyah (...) kâh Kur’ân hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübrâ’da kısmen haber vermiş.”

Sonra “Mühim bir suale cevaptır”a kadar uzuyor yolum. Orada da birisi dalaletin, birisi imanın dürbünü olmak üzere iki dürbünden bahsedip bakış açımı değiştiriyor bu sefer. “Demek ki, bu dürbün her ne ise sadece ehl-i imanda olan birşey değil” diyorum. “Dalalet ehlinde de var bu dürbünden...”

Ben Bediüzzaman’ın dürbününü arayadurayım; Ene Risalesi okumalarımız esnasında Metin Karabaşoğlu abi bize Eski Said’den Yeni Said’e doğru yaşanan değişim hakkında bakış açımızı zenginleştirmemiz gerektiğinden bahsetti. Bu dönüşümün sadece siyasi gelişmelerin etkisiyle gerçekleşmiş birşey olduğunu düşünmenin külliyatı anlamakta bizi kısırlaştıracağını söyledi. Ona göre, dış dünyasında yaşanan değişimin kat be kat fazlası Bediüzzaman’ın içinde de yaşanıyordu. Üstad, kozasında kelebeğe dönüşüyordu uyanışlarıyla. Ve yine Metin abiye göre Eski Said’i Yeni Said yapan uyanışlardan birisi de eneyi farkedişiydi.

Bunu da hafızamın bir kenarına yazıp Ene Risalesi’ne tekrar bakarken ben de birşeyi farkettim. Emin değilim ama Bediüzzaman’ın dürbününü buldum sanırım. Üstad, orada da diyordu ki: “Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür.”

Baktığım metinler, o metinlerde sık geçen kelimeler hep beni aynı yere bağladı nihayet: Sırr-ı temsile ve eneye... İnsanın kendinden hareketle kıyaslar üretebildiği ve bu kıyasların sadece kendisiyle alakalı kalmayarak kâinatı da kuşatabildiği bir dürbündü ene. Temsil üretme ve temsilleri anlama makinesiydi insanın. (Belki ta Sokrates’in dem vurduğu, ruhta var olduğunu düşündüğü aynı kavramlar ve kıyaslar kaynağıydı.) Uzağı yakınlaştırıyor, dağınık manzarayı/meseleleri göze/akla sığacak şekilde topluyor, el yetişmez mesafelere eriştiriyor, gaybî meseleleri şuhuda yakın bir hale getirebiliyordu. Bir yönüyle teleskop, bir yönüyle mikroskoptu.

Ve bu ene/dürbün sadece ehl-i imanda değil, ehl-i dalalette de vardı ki, “Mühim bir suale cevaptır”da da bunu anlatıyordu aslında. Ene Risalesi de paragraflar boyunca aynı dürbünün iki farklı kullanımını ders veriyordu. Sırr-ı temsil, hayal, kıyas, mecaz, akıl, ism-i Kayyum... Bütün bu kelimeler bu dürbün kelimesinin etrafında sırlı bir şekilde dönüp duruyordu. Ve Bediüzzaman yalnız bir dürbün kelimesiyle Risale-i Nur’u bir dantela gibi örerek bahisleri birbirine bağlıyor, benim de “Mahrem bir suale cevaptır”da başlayan yolculuğum “Mühim bir suale cevaptır”da sona eriyordu.

Demek ki (yine de şahsî kanaatimdir) o dürbün eneydi ve onun doğru kullanımı Bediüzzaman’ın mesleğinin hususiyetlerini bina ettiği marifet şeklinin üretim merkeziydi. Bu meseleyi sanırım en nihayet bir parça anladım. Şimdi dürbünümü nasıl kullanacağımı öğrenmeye çalışıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...