Sırr-ı Temsil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sırr-ı Temsil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2013 Pazartesi

Marifet geometrisi...

Daha ilköğretim yıllarından ders aldığımız birşey var: Benzerlikler... Açı-kenar-açı veya kenar-açı-kenar şeklinde (daha farklı şeyler de vardı belki, ama anımsamıyorum) kurulan benzerlik bağıntısı, iki şekil içinde değeri sorulan herhangi birşeyin cevabını bulmamızı sağlayabiliyor. Üç öğesi arasında farkettiğiniz matematiksel oran, her iki üçgenin diğer öğeleri arasında da aynı matematiksel oranın bulunduğuna hükmetmenizi sağlıyor. (Üniversiteye hazırlananların kafasında kesin bir ampul parlamıştır şimdi.) Ve böylece problemde sizden istenen cevabı oran kullanarak bulabiliyorsunuz.

Bu benzerlikler bahsini ne zaman düşünsem aklıma ene geliyor. Enenin bizde yaptığı görevlerden birisi de buna benziyor sanki. Mesela ene; Allah’a dair meselelerde kâinatla Onun arasında kuramayacağımız bağıntıları, ikinci bir gerçeklik alanı daha oluşturarak, kurabilmemizi sağlıyor. Bediüzzaman’ın Ene Risalesi’nde bahsettiği gibi, insanın içinde bir tasavvur ve tahayyül aracı ene... Tahayyülleri va tasavvurları, bize geometrideki ikinci üçgene benzer bir alan sağlayarak, asıl üçgenle benzerlik bağıntıları kurmamızı öğretiyor. Fakat bu alan gerçekte yok. Tıpkı geometrik şekiller gibi...

İkinci bir alan kurgulayarak kendinizde var farzettiğiniz fiileri, gerçekte varolanla benzerliklerini de ortaya koyarak, bilgiye dönüştürüyorsunuz. Bu, belki sadece yukarıdaki tarzda bağıntı formülü elde edebilmek için yapılan birşey. Açı-kenar-açı, kenar-açı-kenar gibi bir benzerliği yakaladığınız anda üçgenlerdeki diğer öğeler arasında bir benzerlik kurgulayabiliyorsunuz:

“Ben nasıl bu odayı temizliyorsam, Allah da kainatı öyle temizliyor ki, kainat temiz kalıyor...” diyorsunuz mesela. Bu yönüyle sanırım orantıyla da bir bağıntısı var enenin ölçüm yönteminin. Fakat burada kritik pozisyon esmanın tamamından geçildikten sonra ism-i Kayyum’a varıldığında alınması gereken pozisyon. Ona varıldığında var farzettiğimiz alanın tamamını yıkmak gerekiyor. Çünkü onlar kendi başlarına varolamazlar. ism-i Kayyum tefekkürü, hepsinin köklerini kesmemizi tembihliyor bize. Devam ettiren yalnız O... Ya biz? Biz sadece enedeki farzetme yeteneğiyle bunları anlayabilenleriz.

Ben buradan daha evvelki yazılarda dikkat çektiğim sırr-ı temsil dürbünü meselesine bir paragraf daha açacağım: Kur’an’daki misallerin de aslında böyle bir ölçü verme tarafı var bize. Cenab-ı Hakkın gayba dair şeyleri bizlere anlatırken çoklukla kullandığı misaller, aslında bize işte aynı benzerlik bağıntısını kurmayı öğretiyorlar. Mesela baharın haşre misal gösterildiği ayet, yine aynı kenar-açı-kenar benzeri bir bağıntıyı; ölümle kış, baharla hayat, dirilmeyle yeşerme arasında kurmamızı ve bu benzerlikten hareketle gaybî meseleyi tıpkı “Mahrem bir suale cevaptır” bahsinin son kısmında denildiği gibi şuhuda yakın bir şekilde anlamamızı sağlıyor.

İnsan, anlamaya çalıştığı herşeyi anladığı şeyler üzerine bina ederek öğrenen bir canlı. Bu yönüyle uzağı yaklaştıran, dağınık meseleleri toplattıran, işte bizim malumatımız üzerine inşa edeceğimiz bilgi. Bu yönüyle benim “Mahrem bir suale cevaptır” bahsinin sonundan hareketle anladığım öğretim şekli; insana bildiği üzerinden benzerlik bağıntıları kurabilmesini sağlayabilecek bir öğretim şekli. Bir nevi marifet geometrisi veya matematiği.

Kurgu alanlardan hakikat alanına çıkarımlar yapabilme... Bu öyle bir bilgi üretim metodu ki, eğer böyle benzerlikleri bulabilir bir akla sahip olabilirseniz; herşeyin içinden Allah’a uzanan yollar çıkarabiliyorsunuz. Bilginize göre... Çünkü kenar-açı-kenarı bulduğunuz an aklınız temsilin diğer ucundaki bağlantı noktalarına gidiyor. Bir yönüyle gayba iman ediyorsunuz. Ne güzel dersler var şu sırr-ı temsilde veya enede. Belki sünneti de bu gözle okumak gerek. Ama o konuyu işlemek bu yazının haddi değil.

11 Nisan 2013 Perşembe

Bediüzzaman'ın dürbünü 1

“Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken dikkatimi çeken şeylerden birisi de Bediüzzaman’ın dürbünü. Evet, yanlış okumadınız. Bediüzzaman’ın dürbününü çok merak ediyorum. Üstad, onunla, Kur’an’dan aldığı bir ders olarak o kadar övünüyor ki; mesleğinin çok meziyetini neredeyse onun üzerine bina ediyor.

“Felillâhilhamd” diyor mesela, “sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.”

Dürbün kelimesinin peşinden bir yolculuğa çıkıyorum bu sefer. Bakalım beni nerelere götürecek?

Şualar’da buluyorum. Orada da ‘fenn-i kitabet geniş mikyasları’ ve ‘dürbîn gözleri’nden bahsediyor Bediüzzaman. Devam ediyorum. Lem’alarda, bu sefer ism-i Kayyum’un cilvesini hayalen temaşadan çıkan iki dürbünden bahsediyor. Birisi mikroskop, öteki teleskop gibi...

Muhakemat’a gelince bu sefer ‘istiare ve mecaz dürbünü’nden dem vuruyor. İlk Dönem Eserleri içinde bir bölümde yine bir kıyas-ı temsiliyi ifade ettiğini söylediği üç ayeti zikredip sonunda “(...) gibi pek çok âyât-ı kesîre ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeye nâzır pek çok dürbünleri nazar-ı beşere vazetmiştir” diyor. Sırlı bir şekilde yine temsille dürbünü birbirine bağlıyor.

El-Hüccetü’z-Zehra’da da, Ayetü’l-Kübra’ya atıfla diyor ki: “o aynı seyyah (...) kâh Kur’ân hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübrâ’da kısmen haber vermiş.”

Sonra “Mühim bir suale cevaptır”a kadar uzuyor yolum. Orada da birisi dalaletin, birisi imanın dürbünü olmak üzere iki dürbünden bahsedip bakış açımı değiştiriyor bu sefer. “Demek ki, bu dürbün her ne ise sadece ehl-i imanda olan birşey değil” diyorum. “Dalalet ehlinde de var bu dürbünden...”

Ben Bediüzzaman’ın dürbününü arayadurayım; Ene Risalesi okumalarımız esnasında Metin Karabaşoğlu abi bize Eski Said’den Yeni Said’e doğru yaşanan değişim hakkında bakış açımızı zenginleştirmemiz gerektiğinden bahsetti. Bu dönüşümün sadece siyasi gelişmelerin etkisiyle gerçekleşmiş birşey olduğunu düşünmenin külliyatı anlamakta bizi kısırlaştıracağını söyledi. Ona göre, dış dünyasında yaşanan değişimin kat be kat fazlası Bediüzzaman’ın içinde de yaşanıyordu. Üstad, kozasında kelebeğe dönüşüyordu uyanışlarıyla. Ve yine Metin abiye göre Eski Said’i Yeni Said yapan uyanışlardan birisi de eneyi farkedişiydi.

Bunu da hafızamın bir kenarına yazıp Ene Risalesi’ne tekrar bakarken ben de birşeyi farkettim. Emin değilim ama Bediüzzaman’ın dürbününü buldum sanırım. Üstad, orada da diyordu ki: “Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür.”

Baktığım metinler, o metinlerde sık geçen kelimeler hep beni aynı yere bağladı nihayet: Sırr-ı temsile ve eneye... İnsanın kendinden hareketle kıyaslar üretebildiği ve bu kıyasların sadece kendisiyle alakalı kalmayarak kâinatı da kuşatabildiği bir dürbündü ene. Temsil üretme ve temsilleri anlama makinesiydi insanın. (Belki ta Sokrates’in dem vurduğu, ruhta var olduğunu düşündüğü aynı kavramlar ve kıyaslar kaynağıydı.) Uzağı yakınlaştırıyor, dağınık manzarayı/meseleleri göze/akla sığacak şekilde topluyor, el yetişmez mesafelere eriştiriyor, gaybî meseleleri şuhuda yakın bir hale getirebiliyordu. Bir yönüyle teleskop, bir yönüyle mikroskoptu.

Ve bu ene/dürbün sadece ehl-i imanda değil, ehl-i dalalette de vardı ki, “Mühim bir suale cevaptır”da da bunu anlatıyordu aslında. Ene Risalesi de paragraflar boyunca aynı dürbünün iki farklı kullanımını ders veriyordu. Sırr-ı temsil, hayal, kıyas, mecaz, akıl, ism-i Kayyum... Bütün bu kelimeler bu dürbün kelimesinin etrafında sırlı bir şekilde dönüp duruyordu. Ve Bediüzzaman yalnız bir dürbün kelimesiyle Risale-i Nur’u bir dantela gibi örerek bahisleri birbirine bağlıyor, benim de “Mahrem bir suale cevaptır”da başlayan yolculuğum “Mühim bir suale cevaptır”da sona eriyordu.

Demek ki (yine de şahsî kanaatimdir) o dürbün eneydi ve onun doğru kullanımı Bediüzzaman’ın mesleğinin hususiyetlerini bina ettiği marifet şeklinin üretim merkeziydi. Bu meseleyi sanırım en nihayet bir parça anladım. Şimdi dürbünümü nasıl kullanacağımı öğrenmeye çalışıyorum.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...