24 Eylül 2013 Salı

Provokatör olamayan nurcu

“Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)

Cemil Ertem ve Markar Esayan’ın Dünyayı Durduran 60 Gün isimli kitabını okudum geçtiğimiz hafta içinde. O kitap, bana, artık bu yazıyı yazmak zamanının geldiğini ihtar etti. Daha fazla ertelemenin bir anlamı yok. Nihayetinde, dille yapılan tüm tartışmalar yazıya dökülmedikçe miras kalmıyor. Kendisi ispat edilemediği gibi delil de olmuyor.

Bu yazı aslında bir kendimle hesaplaşma yazısı. Gezi olayları sırasında durduğum yer ve bu duruşun ‘haklılığı’ hakkında. Biraz içimi dökeceğim, biraz kendimi sigaya çekeceğim. Yapabilirsem, yaptıklarımın mantığını da izah etmeye çalışacağım. Okuyucular bu yazıda müstemidirler. Bana katılmalarını bekleyerek veya beni reddedeceklerinden korkarak yazmıyorum. Bu sebepten her fikrimin, en kolayından, bir göz kapamalık canı var. Gözünü kapayan benden kolayca kurtulabilir.

Öncelikle bir itiraf ile başlayayım: Ben, Gezi olaylarına ilk başladığı günlerde destek verdim. Twitter’dan, Facebook’ta beni takip edenler bunu gayet iyi biliyorlar.

İlk günlerde attığım twitler, daha çok hükümeti eleştiren ve polis şiddetinin (bir ölçüde) eski bir mağduru olarak onlara ayar veren şeylerdi. (O twitleri silmedim.) Hatta bir yönüyle sevinçliydim, zira ilk defa halkın, devlete, herhangi birşey hakkında “Biz istemezsek yapamazsın!” dediğine şahit oluyordum. Bu, bence iyi birşeydi. Çünkü mazimizin büyük bir bölümü, devletin canımızı inciten uygulamalarına “Hayır!” diyememekle geçmişti. Sivil bir direnişin, dayatmacı bir uygulamaya karşı duruşu, gelecek adına beni ümitlendirmişti. Belki de hürriyeti artık içselleştiriyorduk.

Burada altını çizdiğim gibi, bu desteğin altında bir açlığın da payı var. Geçmişi devletçiliğin ağır baskısı altında geçen bir ülkenin vatandaşlarının, içlerindeki bu açlığı bastırma adına polisin yersiz müdahalesiyle alevlenmiş bir sivil kalkışmaya destek vermesi kaçınılmazdı. Ben de kaçın(a)madım.

Gezi parkına daha evvel sadece bir kere gitmiştim. Taksim’e gitmeyeli belki seneler olmuştu. Ağaçları umurumda bile değildi. Ama yine de eyleme ilk günlerinde sosyal medyadan destek verdim. Konuştuğum insanlara da destek vermelerini tavsiye eder şeyler söyledim. Benim için kırılmanın eşiği ise, Beşiktaş’a sıçrayan olaylar oldu. Orada yapılanların amacını anlayamadım, hayra da yoramadım.

Sonra metrobüste, caddede, sokakta ‘Erdoğan’ın kellesi almak’ ile ilgili cümleler duydum. “Olur böyle şeyler” dedim, aldırmadım. Tencere sesleri rahatsız edici boyutlara geldiğinde komşuların saygısız ve suçlayıcı diyaloğuna şahitlik ettim, içime korku ve kin beraber dolmaya başladı. Ne de olsa ben bu tencere seslerini evvelden de biliyordum. O saygısız ve suçlayıcı tavırları da... Herkes, tıpkı eskiden olduğu gibi, iktidara kendisi kadar öfkeli olmayan bir diğerine ‘öteki/hain’ muamelesi yapmaya başlamıştı. Eski şarkı yeniden söyleniyordu. O zaman uyandım!

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Tesettürlülere, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı yapılan hakaretler ve Gezi’nin açılmaya başlayan yüzü. Vandallığa karşı başlayan bir hareket giderek vandallığa yürüyordu. Bazı arkadaşlarımla aramın açılmasını da göze alarak karşılarına geçtim bu sefer. Çünkü ben, her ne kadar Erdoğan’a bazı noktalarda kızsam da, AK Parti’ye tepki göstersem de kimi şeylerde, onların iktidardan (hem de bu şekilde) gitmelerini istemiyordum. Çözüm süreci gibi cesur adımların atıldığı bir zeminde böyle bir değişim arzu etmiyordum.

“Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir...” diyen Bediüzzaman’ın okuruydum. Ben Gezi seyyiesinin veya diğer birkaçının, hükümetin çok sayıdaki hasenatını örtmesini kabul etmiyordum.

Bütün bunlardan önce, itiraf etmeliyim yine, benim Erdoğan’a saygım da vardı. Her darbe döneminde korkup geri adım atmaya alışmış siyaset, medya, cemaat, siviltoplum dünyamızın aksine, o her halukârda dik duruyordu. Bu dik duruşu, bir vatandaş olarak, bize de öğretiyordu. En tehlikeli zamanlarda, kefenini başına geçirmiş, biraz da bizim daha iyi günler görmemiz için cesurca cuntaya direnmiş bir adama, böyle toplumsal bir olayda sırtımı dönmek, kimse kusuruma bakmasın, hainlik gibi geliyordu.

Hem eylemin ilerleyen günlerinde, hükümet uzlaşmak için el uzattıkça, Geziciler direnişlerini anlamsızlaştırarak varlıklarını devam ettirmeyi tercih ettiler. Bu da benim tavrımı etkileyen ikinci birşey oldu. Evet, elbette istibdata karşıydım. Ama yukarısı uzlaşmak için elini uzattığında onu reddeden anarşiye de karşıydım. Birisinden yana olmamam, diğerine katılmamı gerektirmiyordu. Ki zikredilen durumda, başta istibdat ile halkı galeyana getirmiş olanlar bu yanlışlarından dönmüşlerdi. Fakat bu sefer de başta haklı bir noktadan yola çıkan eylemciler oradan mantıksız bir isyan devşirerek vandallık ve anarşi yapıyorlardı.

Bu süreç içinde “Aman devletçi olmayalım!” diye çabalayan birçok kardeşim de istibdat ve anarşi ekseninde bir savrulma yaşıyor, kendisi bu savrulmanın farkında olmadığı gibi, sizi de tavrınızdaki değişimden ötürü döneklikle veya savrulmakla itham edebiliyordu. Halbuki yazıya başlarken alıntıladığım paragraf, kanaatimce, bize böylesi durumlarda nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini de ders veriyordu.

Nihayetinde, evet, ben Gezi olaylarında bir kapılma yaşadım. Sonrası eğer bazıları için savrulma ise bunu da yaptım. Ama her ikisinde de doğru bir yerde durduğumu düşünüyorum. Devletin başta istibdadını gördüm ve Gezicilere destek verdim. Ahirde ise Gezicilerin anarşiye gittiğini görüp geri adım atmayı başarmış ve o olaydaki istibdadından vazgeçmiş bir hükümeti destekledim. Muğalata veya cerbeze yapmadım. Bunun adı sizin katınızda neyse, benim için farketmez. Ben, vicdanımdan ve Risalelerden böyle ders aldım. Halim budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...