24 Ekim 2014 Cuma

Mutlak vekilliğe serzenişler 3: Tehlikeli kıyaslamalar

'Mutlak vekillik' meselesine dair yazdığım, yarı eleştirel, yarı analiz yazılarımdan sonra, bana en sık yapılan itirazlardan birisi de şöyle: "Onlar (yani abiler) Bediüzzaman'ı gören, onunla bulunan, ondan ders alan 'ilkler' sınıfındandırlar. İlkler başkadır. Sahabe, nasıl ki, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamı görmekle ümmet içinde ilk ve üst bir konumdadır; Bediüzzaman'ı görenler de Nurcular içinde ilk ve üst bir konumdadırlar. '(...) sohbette insibağ ve in'ikâs vardır.' Yazılarınızda bu sırrı yakalayamamanız üzücü." İnanın, cümleler değişse de, pekçok kişi aynı perspektiften yaklaşıyordu meseleye. Bunlardan birisine şaka yollu şöyle itiraz ettim: "Aman, bunu 'sevmeyenlerimiz' duymasın! Yoksa bize 'Bediüzzaman'ı Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın yerine koyuyorsunuz' diye saldırırlar." Diğer birisine ise daha ciddi şekilde şunu teklif ettim:

"Bu teşbihinizde hata var. Benzetilen ve benzeyen arasındaki kıyaslanmazlığı ıskalıyorsunuz. Bediüzzaman, bir varis-i nebi olsa da (ki buna can u gönülden inanıyorum) nuru velayettir, kurbiyet-i ilahiyeye bakar. Nübüvvetin nuru başkadır, akrebiyet-i ilahiyedendir. Eğer böyle bir kıyaslama yapacaksak, sahabeye bakmak yerine, ilk müceddid olduğu rivayet edilen Ömer b. Abdülaziz (k.s.) başta olmak üzere Mevlana Halid-i Bağdadî'ye (k.s.) kadar müceddidler kervanına bakmalıyız. Onlarda muamele nasıl olmuş? Analiz etmeliyiz. Acaba onlarda da ilk olanlar tabii olarak üst ve sorgulanmaz vekiller olarak mı muamele görmüşler? Hak verirsiniz ki: Benzetmeye yakışan, benzerine bakmaktır. Bediüzzaman'ın, müceddid olması hasebiyle, benzeri ise diğer müceddidlerdir, Allah Resulü değil."

Tabii bunu söyleyince iki tavırla karşılaşıyorsunuz: Muhatabınız eğer ehl-i insafsa, bu sorgulamanın 'daha evvel hakkında düşünmediği bir alana tekabül ettiğini' kabul ediyor, düşünmeyi vadediyor. Ama yeni soruları sevmeyen bir tipse, cevabı hazır: "Sen de nurcuların Abdülaziz Bayındır'ısın."

Bir keresinde sadece beni değil, böyle sorgulamaları sever bir grubu da itham etmişlerdi aynı şekilde: "Siz de nurcuların Mutezilesisiniz." Eh, anlıyorum onları da. Sorulara mantıklı cevaplar aramaktansa, ezberlerine sarınıp uyumak daha kolaydır. Cevap aramak emek ister, zahmet ister, mesai ister. Hazır cevapların üzerinde yan gelip yatmak varken yenilerine ne gerek var? Ezberi bozulan her insanın ilk tepkisi, biraz da bu yüzden, öfkedir zaten. Öfkedir, çünkü onu yeni bir mesaiye mecbur etmişsinizdir. Rahatın terki, ehl-i hamiyetten olmayana, zordur.

Bu meselede sahabeyle kurulan benzerlik bir yandan da bana ironik geliyor. Zira irşadına maşuk olduğumuz kişinin 'sonraki hiçbir neslin sahabe ile kıyaslanmayacağına dair' bir eseri de var: 27. Sözün Zeyli. "Sahabeler hakkındadır..." ifadesiyle başlayan bu eserin her parçası şunun altını çiziyor: Ümmetin geri kalanıyla sahabiler arasında fazilet veya konum açısından kıyaslama yapılamaz. Onlar eşsizdir. Durumları farklıdır.

Yazılarımı eleştirirken, ilklerden olmanın ehemmiyetini, aynı eserden alıntıladıkları; "Çünkü, sohbette insibağ ve in'ikâs vardır..." cümlesine dayandıran bu kardeşlerin, o cümlenin, mezkûr eserde sahabe için söylendiğine dair bilgileri bulunmuyor mu acaba? Yani kullandıkları amacın tam tersi bir şekilde, ehl-i velayetten olanların (veya velayet ehlinin yanında bulunanların) Allah Resulünün yanındakilerle kıyaslanamayacağının altı çizilmiyor mu orada? Peki, o cümle nasıl birden bire tam tersi bir amaçla kullanılabiliyor?

Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları) isimli eserinde okurları iki sınıfa ayırır: 1) Metinleri kullananlar. 2) Metinleri yorumlayanlar. Kullananlar pragmatisttir. Metinleri işlerine geldiği gibi bükerler. Ki ben buna Gülen hakkında yazdığım Siyer-Bükücü başlıklı yazılarda bir nebze değindim. Diğerleri ise metinlerin onları götürebileceği bilgi miktarını arttırmaya çalışırlar. İki grup arasındaki nüansı şöyle tarif eder Eco:

"Bulunan şey, metnin metinsel tutarlılığına ve bunun ardındaki özgün bir anlam sistemine bağlı olarak söylediği şey midir, yoksa alıcıların kendi beklenti sistemlerine bağlı olarak buldukları şey midir?" Yukarıyla bağlayarak ifade etmem gerekirse: Siz o cümleyi sahabeyi diğerlerinden ayırmak için mi kullanıyorsunuz? Yoksa sahabeyle diğerleri arasında benzerlik kurabilmek için mi? Ayırmak için kullanıyorsanız metnin sistematiğine uygun harekettir ve yorumdur. Ama benzetmek için kullanıyorsanız, bu metnin sistematiğine uymaz ve yaptığınız şeye de ancak 'beklenti sisteminiz için metni kullanmak' denir. İronik bulduğum bir anlamda bu.

Biraz daha detaya girersem, mesela Bediüzzaman orada pekçok 'sebep' ve 'hikmet' çerçevesinde (sebep ve hikmet, eserdeki bölümlerin başlıklarıdır aynı zamanda) sahabeyle ümmetin geri kalanı arasında benzerlik kurulmasının imkansızlığı ifade ederken; takipçileri aynı eserden yaptıkları tırnaklamalarla bir benzerliği savunmaktadırlar. "Nasıl ki, Allah Resulünün etrafındakiler, ilkler, farklıdır. O zaman Bediüzzaman'ın etrafındakiler ve ilkler de farklıdır."

Birisinin kitabını okuyup tam tersini söylemek böyle olsa gerek. Halbuki Bediüzzaman orada ne çok başkalığın altını çizer! Bazılarını sayarsam: Sohbet-i nebeviye başkadır. O zamandaki inkılab-ı azîm-i İslamî'nin şartları başkadır. Yalana ve gerçeğe bakış, aralarındaki mesafe başkadır. Hakikate uyanıklığın derecesi başkadır. Marziyat-ı ilahiyeyi kelamından anlamaya konsantre oluşun derecesi başkadır. Kurbiyet/akrebiyet denkleminde konum başkadır... vs. Benzerliğin kurulmasını engelleyen bir sürü başkalık vardır.

Ben bu yazıyı yazmayı tasarlarken, bir abim enteresan bir komplo teorisinden bahsetti bana: Nurcuların ümmetten koparılıp ayrı bir grup olmaya yönlendirilmesi projesi. Gülen ve takipçileriyle şiddetlenen, ama ondan öncesinde de Nurcular içinde telkin edilen birşey, bir tuzak olduğunu söylüyordu bunun. Gülen'in siyer anlatımı hakkında yazdığım 'Siyer-Bükücü' yazılarımda bu ucundan yakalıyordum bunu, ama proje olarak, bir komplo teorisi olarak düşünmemiştim. Gülen'in, Efendimizin (a.s.m.) "Kardeşlerime selam olsun!" diye başlayan bir hadisini sürekli kendisine ve etrafındakilere dönük okuması gibi; Nurcuların mühim bir kısmı da sahabiler ve kendi aralarında doğrudan bağlantılar kuruyorlar aslında. "Onlar dostlarıydı, biz ahirzamandaki kardeşleriyiz!" tarzı, aradaki bütün geleneği ve müceddidî mirası görmezden gelen bir okuma bu. Bu, başlarda iyi niyetli olsa bile, sonradan zıvanadan çıkanlar olabiliyor. Mesela benim gibi birisi Yenibosna'da gittiği bir sohbette şunu işitebiliyor: "Eğer Kur'an Türkçe gelseydi, Risale-i Nur olurdu." Saçmalığın daniskası.

Evet, ben bu cümleyi şu kafamdaki kulaklarla işittim. Çok şükür ki, bu Nurcular arasında ancak birkaç meczubun söylediği birşey. Ama bir adım ötesinde, sahabe ve kendi aralarında kurulan sağlıksız benzerlikler farklı aşamalarda pekçok Nurcuda var. "Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez." Nurcuların belki bu yönden de bir özeleştiri yapmaları lazım. Biz ümmet içinde seçkin/üst bir sınıf değiliz. Hakkını verebildiğimiz kadar müminiz, müminler içinde. İman ve Kur'an hepimizin davası. Mutlak vekillik meselesinden başlamak üzere bütün vekillik/seçilmişlik davaları bu noktada riskli. Sahabenin biricikliği üzerine bir eseri okuyup, tefekkür edip, sonra 'ikinci bir biriciklik' davasına girmek doğru birşey mi?

3 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Hocam bu yorumu bir taraf, önceden konu hakkında hüküm sahibi bir kişi olarak değil, insaflı, abdülaziz bayındır ve ekibi ile (bile), arkasında açıkça bir çamur atma sevdası görmediğim sürece saatlerce münazara yapmış birisi olarak yazıyorum. (yazar burada ehl-i insaf olduğunu ve rahatına dokunulduğunda başına iş çıkarılan devlet memuru kaprisine sahip olmadığını anlatmaya çalışıyor)

    Değerlendirmeniz görmek istediğiniz gibi olmuş, iddianızdaki gibi kendi beklenti sisteminize bağlı olarak sonuca yürümüşsünüz. İlklerin daha kıymetli olduğu iddiasında olanlar, üstadın bizzat kendisinden ders alarak sohbetindeki insibağa, inikasa mazhar olduklarını söylüyorlar. Burada Hz. Nursî, Peygamber efendimiz a.s.m. gibidir, ilkler de sahabeler gibidir iddiası yok, zira sahabe efendilerimize yetişilemeyeceği malum. (Yetişmek değil de benzemek söz konusu ise, insan, sevdiği zâta eğer benzemek kabilse, fıtraten benzemek ister, kaidesince sünnet-i seniyyeye ittiba ile efendimize en çok benzerlik üstadımızındır fakat bu konudan hariç diye düşünüyorum.)

    Sohbetteki insibağ ve inikasın varlığı sadece efendimiz ve sahabe efendilerimiz arasında cereyan eden bir kanun değildir, bu sebeple sizin ile üstadın sohbetindeki inikastan istifade etmiş birisi arasında dağlar kadar fark olması da abes değildir. Dikkat ederseniz said nursi, efendimiz a.s.m gibidir, ilkler de sahabe gibidir demeden de, onların arasında cereyan eden inikas ve insibağı halk edenin bu külli kanunu üstadın sohbetinde de vardır denilebiliyor. Fakat siz sanki bunu diyen evvela onu iddia etmiş gibi bir çıkarımla hareket etmişsiniz.

    Burada kitabı okuyup tersini söylemek de yoktur. Kitabın murad ettiği mana kabul edilir ve sahabenin sohbet-i nebeviden aldığı makamı kimse hiçbir yerden alamaz denilir. Bunu isbat için kullanılan argüman olan sohbetteki inikas, elbette başka yere de tatbik edilebilir, ve edilmelidir, sohbetteki inikas müşahede edilip bu bilinen ile efendimiz a.s.m. ın sohbetindeki bilemediğimiz nurun varlığı ve yüksekliği anlaşılır. yoksa delil müddeadan hafi olur. İlklerin sahabenin almış olduğu feyzi aldığı asla söylenmedi, öyle olsaydı ancak o zaman kitabın murad ettiği manaya zıt düşülmüş olurdu. Efendimiz a.s.m üstaddan ne kadar yüksek ise sohbetindeki nur da o nisbette yüksek olacaktır, fakat her iki sohbette bulunanlar da o sohbette bulunmayanlara nisbetle, inikas sebebiyle yüksek olacaklardır. An şart ki, sohbette inikas ve insibağ vardır kaidesini sadece sohbet-i nebeviye has tutmayasınız.

    YanıtlaSil
  3. Burada cüz’î faziletten ve hususî bir kemâlden bahsetmediğimi de belirtmek isterim.

    YanıtlaSil

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...