Bugünlerde şunu farkettim: Kadere iman ile tevhide iman arasında bir denge ilişkisi var. Bu denge ilişkisi aynı zamanda tenzih/tesbih ve tevhid arasında da geçerli. Nasıl tarif etsem? Birbirlerine bir 'istikamette kalma sınırı/hududu' koyuyorlar. Bir münacat-ı Yunus (a.s.) sırrı bu. Mürşidim, bu denge ilişkisine dikkatimizi şöyle çekiyor:
"Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona 'Mes'ul ve mükellefsin' der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: 'Haddini bil, yapan sen değilsin.'"
Bu bahiste, benim kanaatim o ki: 'Haddini bilmek' insanın tevhid ile olan ilişkisine işaret eder. (Yani tevhid bize haddimizi bildirir.) 'Teklif ve mesuliyetten kurtulmamak' da kaderle ilişkisine bakar. (Kendimizi sorumluluktan kurtulacak kadar önemsiz/değersiz bulmamızı engeller. Çünkü bu tavır, kusurları da Allah'a bırakma tavrıdır.) Bunu biraz daha açarsam: Tevhide olan imanımız bizi herşeyi Allah'a vermeye zorlar. Bu tevhidin kaçınılmazıdır. Fakat bu verişi yaparken insan nerede duracaktır? Duracağı yer irade ve ihtiyarıdır. Çünkü onu da Allah'a verirse bu sefer imtihanının bir hikmeti kalmayacağı gibi, Allah tasavvurumuz da onulmaz yaralar alacaktır.
Bu noktada, tevhide iman ile başlayan imanın kader imanla hitama ermesi, yani kemalini bu iki nokta arasındaki altı rüknün bütünlüğünde bulması, ayrıca hikmetlidir. Nitekim, Mutezile'nin sapıttığı 'şerrin hilkati' meselesi, takdise/tenzihe yaptıkları vurguda istikameti koruyamamalarından kaynaklanmaktadır:
"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: (...) Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.
Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler."
Bu metinlerden hareketle diyebiliriz ki: Biz Allah'a tevhid ile iman ederiz, fakat bunun sınırı tenzih, takdis ve tesbihtir. Onun subhaniyeti/kusursuzluğu bir noktada bizi durdurur ve der ki: Buradan ileriye geçemezsin. Çünkü buradan ileriye geçersen, kusurları da Allah'a vermiş olursun ki, ilah kusurlu olamaz. İnsan mahlukattaki kusurlar üzerinden Allah'a benzetme yapamaz. Ancak mahlukatta (küçüğünün küçüğü, gölgesinin gölgesi şeklinde) tecelli eden isimler üzerinden onların kemalini niyet ederek bir esma ve şuunat okuması geliştirebilir. Tam olarak ne olduğunu anlayamaz, ancak farkına varır. Subhaniyet hakikati bu noktada bize 'tevhid tefekkürünün istikametini' öğretir.
"Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki, herbir faaliyette bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Madem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü'l-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır."
Münezzeh, mukaddes gibi tabirleri kullanmamız; eşya üzerinden Ona dair yaptığımız okumalarda istikameti şaşırmamamızın tek yoludur. Tesbih, tevhide olan imanımıza istikamet katar. İşte tesbihin insandaki boyutu, insanın iradesine ve ihtiyarına, imtihanının sonucu olarak gideceği yere 'bu seçimleri/seçim kusurları dolayısıyla gideceğine' iman etmemize bağlıdır. Bizdeki kusurları Allah tasavvurumuza bulaştırmadan doğru bir şekilde açıklama şeklimizdir bu. Fakat seçimleri insana verirken de, onu Allah'a ortak koşmamamızın, yani tevhide yara aldırmamamızın sırrı, 'hilkate kader şeklinde bir iman'dır.
Kader, yaratılışa (ama bidayette bir yaratılış değil, her an devam eden yaratılışa) nasıl iman ettiğimizi söyler bize. İşte o denge, yukarıda da geçen şu ifadelerde saklı: 'Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir.' Halk/yaratış Allah'ın, kesb/kazanma senin.
Kader konusunda kafası karışanların bu iki daireyi ayırmakta da zorlandığını görüyoruz ki, bu da tesadüf değil. Tevhid 'halk/yaratılış' dairesine bakar, kader 'kesb/kazanma' dairesine bakar. Allah'a Allah gibi iman etmen için kadere imanını tevhide imanından ayırmaman gerekiyor. Yoksa arkasını toparlayamazsın. Tevhidde zirveye çıkayım derken tesbihe zarar verdiğin gibi (Cebriye misal), tesbihi koruyayım derken de tevhide zarar verirsin (Mutezile misal). Allah bizi ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden ayırmasın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder