Bu yazı, eğer becerebilirse, Fatiha sûresinin ilk ayeti ile son ayeti arasındaki 'bütünleyiciliğe' dair olacak. Tevfik Allah'tan. Fakat ondan önce sizi mürşidimin ufuk açıcı bir tesbitine götürmek istiyorum. Dikkatler olsun. Muhakemat'tan yapacağız bu alıntıyı: "Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Zaten varlığın kaotik olmayışını da ancak bununla açıklayabiliriz. Anlar hiçliğe akmıyorsa varlıksallıktandır. Basit bir misal: Cüzdanımızı koyduğumuz yerde buluyoruz değil mi? Nasıl? Çünkü evren düzenli. Bulamayışımız ancak sıradışı bir müdahalenin sonucu olarak gerçekleşebiliyor. (Sözgelimi: Birisinin aşırması.) Böylesi 'yasadışı' şer müdahaleler olmadığı sürece kainat 'üzerine kurulu olduğu yasa çerçevesinde' varlığını sürdürüyor. Ta ki sahibi onu varolmak yükünden âzât edene kadar. Başka bâki bir şekle çevirene kadar.
Aynı metnin devamında Bediüzzaman der ki: "Külliyet intizama delildir. Zira birşeyde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor." Benim de yukarıda 'kaotik olmamak' ile kastettiğim aslında bu idi. Evet. Bilim dediğimiz şey, bütün dallarıyla, zaten bize bunu anlatıyor. Biz fiilerin belli şartlarda tekrar ettiğini, yani yaratılışlarının yasalara bağlı olduğunu, eylemlerinin onların kalıplarında sürdüğünü keşfediyoruz. Bu keşfimiz sayesinde aynı şartları kurgulayıp tecrübeliyoruz. Bu tecrübe asla 'yaratmak' anlamına gelmiyor. Zira yaratmanın bizim oluşturduğumuz şartlardan başka evren kadar şartı var. Yani biz ancak milyonlarca parçadan oluşmuş bir yapbozun son parçasını yerine koyuyor gibiyiz. Böylece resmi bütünlüyor gibiyiz. Ancak resmin yaratılışı son parçayı koyana düşmez. Ya? Ondan evvel milyonlarca parçayı yerleştirenin hakkıdır. Çünkü zaten o son parçayı seçen de nihayetinde resmin içindeki parçalardan birisidir.
Bu yüzden Bediüzzaman'ın inayeti "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir..." şeklinde tarif etmesi bana tuhaf gelmiyor. Zira nizam içinde hareket etmek her inayetin başı gibi. Bizim hayatta eylediğimiz her fiil evvelinde alınmış kapsamlı bir yardımın sonucu. Bir bağışın neticesi. Bir ikramın veresesi. Santraldeki düğmeyi çeviren işçinin "Bütün şehre elektriği ben veriyorum ulan!" diye böbürlenmesi ne kadar haksa bizimkisi de o kadar hak. Ne kadar haksızsa o kadar haksızız. Halbuki şehre elektrik vermek o işçi gibi daha nice nice işçinin/emeğin sonucudur. Onların adına cezalandırılsa yeridir.
Efendim, mevzular şeker, fakat dilimizi de kaydırıyor. Ben size başka birşey anlatacağımın sözünü verdim. Oraya doğru direksiyon kırmaya çalışayım. Bu 'hayrın küllî' ve 'şerrin cüzî' olması meselesi beni hep Âdem aleyhisselam ile İblis'in kıssasına götürür. Hani orada, Âdem aleyhisselama cümle melekler secde eder, yalnız İblis bedbahtı arızaya sarar. İşte mürşidim bu kıssaya dair çok ehemmiyetli birşey söyler: "(...) nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Yani, dikkat buyurunuz, bu kıssa bir açıdan da 'hayrın küllî' ve 'şerrin cüzî' oluşunun anlatıldığı kıssadır. Çünkü, kaidede söylendiği gibi, Âdem aleyhisselama küllî olan melekler dostluk göstermiş, cüzî olan İblis düşman olmuştur. İnsan da düşmanının peşine düşmedikçe kainattan hep hayır görür. Hayrından alır. Hayır üretir. Ondan gördüğü şer de artık kendi aptallığındandır. Çünkü o kadar imkân içinde tutup tek yanlış şıkka koşmak aptallıktır. Açgözlülüktür. Hırstır. Kibirdir. Yalancılıktır. Hırsızlıktır. Ama nihayetinde hep istisnanın seçimidir. Evet. İnsana ilişen şerler hep onun istisnayı seçmesi üzerine elbisesine bulaşır. Tıpkı meyvesi yasak olan tek ağacı seçmesi gibi. Yoksa diğer ağaçların meyveleri serbesttir. Sözgelimi: İçeceklerin çoğusu serbesttir de sarhoş edeni yasaktır. Zira zarardır.
İşte, tam da bu açıdan seyredince, Fatiha'nın Rabbü'l-Âlemîn'e hamdederek başlaması, fakat nihayetinde 'gazaba uğrayanların' ve 'dalalete düşenlerin' yolundan yine o Rabbü'l-Âlemîn'e sığınarak bitirmesi çok anlamlıdır. Tıpkı dilimizin zikriyle mütelezziz olduğu şu duadaki gibidir: "Elhamdülillahi alâ külli hâl sive'l-küfri ve'd-dalâl." Yani: "Küfür ve dalalet hariç her halden dolayı Allah'a hamdolsun." Allahu'l-a'lem. Burada sanki bir dairenin tamamlanması vardır. Âdemiyetimizin ilk ferdi Âdem aleyhisselamın kıssasıyla bizim hikâyemizi birbirine bağlayan bir tamamlanmadır bu. Rabbü'l-Âlemîn olan Allah'a hamdedilir, zira o âlemlerin tamamı insanın yanındadır, hayrının yardımcısıdır. Fakat seçmekte ısrarcı olduğu istisnalar hakkında da uyarılır. İstiaze edilir. Cüzî olan şerden kaçınılmalıdır. İstisnaların yeri ise bahsin sonudur. Evet. Cüzî olanın sona bırakılması ayrıca uyarıcıdır. Tıpkı sınavlarda 'kaydırma yapılmaması' noktasındaki uyarıların sayfanın nihayetinde kalması gibi. Elhamdülillah. Peki. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, mushafta ilkin sonuna yerleştirdiğini, dikkatimizde her işimizin başına yerleştirsin. Âmin. Âmin. Âmin.
16 Temmuz 2020 Perşembe
12 Temmuz 2020 Pazar
Eşeğe teşekkür etmek de bilimseldir
Şimdi nerede okuduğumu maalesef hatırlayamıyorum. İdrak ve iz'an kelimeleri arasındaki nüansa dair şöyle birşey öğrenmiştim: İdrak 'aklın inanması'dır. İz'an 'kalbin inanması'dır. İmanın zirvesi ikisinin birden kavrayışıyla olur. Misalle de açmaya çalışayım: Diyelim ki ummadığınız birisinin kötülüğüne dair size delil gösterildi. Hayretle dediniz ki: "Nasıl yapar yahu?" İşte, o an yaşadığınız şey, aklınızın inanması fakat kalbinizin inanamamasıdır. Veya tam tersini düşünelim: Kalben kötülüğüne inanmışsınız. Fail-i meçhul bir kemliği de hatta ona bağlamışsınız. Sonra şıp diye suçsuzluğunu isbatlamışlar size. Bu defa da şüphenizden hemen vazgeçemiyorsunuz: "Hiç karışmamış ha?" İşte, bu da kalbinizin inandığı şeyde sebatı, ama aklınızın ona muhalefetidir. Bazen aklın kabul ettiğini kalp kabul etmekte zorlanır. Bazen de kalbin kabul ettiğini akıl onaylamakta tereddüt eder. Çünkü aklın ayakları şahitliğine bağlıdır. Çektiği yere gider. Fakat kalbin okuyuşları şahitliklerin ötesine dahi uzanabilir.
Mürşidim Emirdağ Lahikası'nın bir yerinde diyor ki: "Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir..." Bediüzzaman'ın bu dediğini, yukarısıyla ilişkilendirerek, şöyle de anlıyorum: Evet. İman sadece akılla şekillenmiyor. Onun tam teşekkülünden önce kalbimizle aldığımız marifetler de var. Yani çocukluğumuzdan itibaren bizde bir tasavvur inşa olunuyor. Akıl daha sonra bu tasavvurun üzerine basarak çalışmaya başlıyor. Eğer bu tasavvurda bir sorun olursa akıl da hataya meylediyor. Yok, hayır, tasavvurunuz anahatlarıyla istikamete denk gelmişse, bu defa akıl onun önünde bir yol açıcı işlevi görüyor. Görüşünü parlaklaştırıyor. Delilini kuvvetlendiriyor. Marifetini genelleştiriyor yahut da somutlaştırıyor.
Bugünlerde sıkça karşılaştığımız itikadî arızalarda da sapmanın gidip en nihayet böylesi bir 'tasavvur kusuruna' dayandığını görüyoruz. Sözgelimi: İsminin önünde 'prof' olan birisi, Rabbü'l-Âlemîn'i kendisinden aşkın düşleyemediği için, beşerî sınırlarıyla da sınırlandırıyor. Kendisindeki kusurlarla kusurlandırıyor. "Herşeyi bilmez!" diyor mesela. Yahut da "Olacakları önceden bilmez!" diyor. Sonra buna delil üretmeye gayret ediyor. Çırpınıyor. Neden? Çünkü tasavvuru eksik inşa edilmiş. Aklın içinde hareket edebileceği geniş alanı yok. Cehaletin dört duvarı içinde üç-beş adım atmayı yürümenin tek şekli sanıyor. Duvarların dışında nasıl bir hürriyet var bilmiyor. Allah nasıl olursa ancak 'Allah' olur? Bunun icmalî sezgisine sahip değil. "Dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir..." cümlesinin hakikati de burada. Neden-sonuç bağının 'iktiran' değil de 'yaratıcılık' ilişkisi olduğunu sanrılayarak büyüyen çocuk Allah'ı artık koyabilecek bir yer bulamıyor. Öyle ya. Elmayı ağaç yaratıyorsa Allah'a ne gerek var?
Allah'a tam da 'elmayı ağaç yaratamayacağı için' ihtiyaç var. Bunun uyanışı "Sıfırdan bir elmayı ben yapsam bana neler gerekir?" diye sorma hidayetine bağlı. Bu sorgulamaya sahip olamayanların işi zor. Çocukluktan alınan Allah marifeti ise tam bu noktada aydınlatıcı bir işlev görüyor. Yine sözgelimi: Bir mülhid "Tek Allah tüm evreni nasıl yaratsın canım?" diye soracak olsa çocukluğunda ideal bir Allah tasavvuru kalbine yerleşmiş kişi diyor: "Allahu ekber!" Ne demek bu? Yani Allah'ın 'Allah'lığı ancak 'en büyüklüğü' ile mümkün olur. Elbette bu büyüklük Onun güç yetiremeyeceği ikinci bir büyüklüğü ihtimal dışı bırakır. Eğer O Allah'sa kainatı yaratmak kudretinden küçüktür. Hikmetinden küçüktür. İlminden küçüktür. Çünkü ilahlık ancak sonsuzlukla olur. Sonsuzdan herşey küçüktür. Sonsuzun başedemeyeceği büyüklükten bahsedilemez.
Elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Çünkü elma ancak bir evrenle varolabilir. Düzeninde yeşerebilir. Bu da ağaçla arasındaki bağı inceltir. Görülen sadece iktirandır. Nasıl ki, baharda yaprakla çiçek birlikte dünyaya gelirler, fakat birbirlerini dünyaya getirmezler. Aynen öyle de, ağaçla meyvesi de birlikte dünyaya gönderilirler, fakat birbirlerini dünyaya göndermezler. Üzerlerinde ustalık anlamında birbirlerini aşan bir sanat vardır. Sorumluluk vardır. Ağaç nasıl zâhirde hem ağacın hem çiçeğin annesidir. Öyle de, kainat da zâhirde hem ağacın, hem elmanın, hem güneşin, hem Samanyolu'nun annesidir. Burada uçlarına takıldıkları tezgâh elma ağacıdır. Orada uçlarına takıldıkları hilkat şeceresidir. Biraz gerileyip baktığınızda şeylerin arasındaki bağ 'neden-sonuç'luktan ziyade yanyanalıktır. En arkaya kadar akıl gözünüz yetişse sırr-ı Kayyumiyetin dalından başka dal kalmaz. Hepsi o ağacın dalına takılmış meyvelerdirler.
"Sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür."
Yani, bilim sana en fazla 'atomun nasıl parçalanacağını' öğretiyor, fakat dinin sana 'varoluş ile ötesini birbirinden ayırabilmenin yolunu' gösteriyor. Bir çocuk iman dersini alarak büyüdüğünde seküler bilimlerin onun bakış açısında meydana getireceği daralmayı da aşmış oluyor. Kainat neden-sonuç ilişikleri içinde yaşansa da sırf onunla açıklanabilecek gibi değil. Baldaki kimyevi deha arının işi değil. İpekteki terzilik böceğinin sanatı değil. Cahil nedenlerin ilim ilim dokunmuş sonuçları doğurası yok. Seküler bilimlerse hep aynı bakış açısı daralmasıyla yola çıkıyor: "Eğer benimle yürüyeceksen şeyleri ancak yanlarındaki/öncekilerindeki şeylerle açıklayacaksın. Öteye gitmek yok ha. Şuurlu fail aramak yok. Maddeyi aşmaya çalışmak yok."
Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini bu açıdan düşününce aslında tastamam bir özgürlük olarak tanımlıyorum. Çünkü ümmilik sadece 'okur-yazar olmaması' anlamına gelmiyor bence. Bizim gibi kalıplarla köreltilmemiş olması anlamına da geliyor. Varlığa karşı önyargısı yok. Teorisi yok. Tortusu yok. Göğsündeki iman bu berraklık içinde yeşeriyor. Güneş en temiz aynada yansıyor. Hatta Miraç mucizesini anlatırken kısa bir mealiyle "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı!" buyuran Necm sûresi de böylesi bir sırrın habercisi. Kalbindeki tasavvur öyle berraktı ki. Öyle genişti ki. Öyle yüceydi ki. Aklımızın alamayacağı nelere şahit oldu da göğsü bunu kaldıramazlık etmedi. İnanmazdan gelmedi. Kabullenmezlik yapmadı. Çünkü Allah'ı tam da o göğüste inandığı gibi buldu. İmanı öyle vüsatliydi. Öyle kudretliydi. Öyle emindi. Fakat bize gelince görüyoruz ki, bir hidayet erişmese, ağacı aşabilecek kudrette değiliz. Kapımıza bir eşek yükü altın bırakılsa, sahibini bırakıp, eşeğe teşekkür edecek gibiyiz. Rahman u Rahim o Hatemü'l-Enbiya'nın berrak aynasını üzerimizden çekmesin. Âmin.
Mürşidim Emirdağ Lahikası'nın bir yerinde diyor ki: "Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir..." Bediüzzaman'ın bu dediğini, yukarısıyla ilişkilendirerek, şöyle de anlıyorum: Evet. İman sadece akılla şekillenmiyor. Onun tam teşekkülünden önce kalbimizle aldığımız marifetler de var. Yani çocukluğumuzdan itibaren bizde bir tasavvur inşa olunuyor. Akıl daha sonra bu tasavvurun üzerine basarak çalışmaya başlıyor. Eğer bu tasavvurda bir sorun olursa akıl da hataya meylediyor. Yok, hayır, tasavvurunuz anahatlarıyla istikamete denk gelmişse, bu defa akıl onun önünde bir yol açıcı işlevi görüyor. Görüşünü parlaklaştırıyor. Delilini kuvvetlendiriyor. Marifetini genelleştiriyor yahut da somutlaştırıyor.
Bugünlerde sıkça karşılaştığımız itikadî arızalarda da sapmanın gidip en nihayet böylesi bir 'tasavvur kusuruna' dayandığını görüyoruz. Sözgelimi: İsminin önünde 'prof' olan birisi, Rabbü'l-Âlemîn'i kendisinden aşkın düşleyemediği için, beşerî sınırlarıyla da sınırlandırıyor. Kendisindeki kusurlarla kusurlandırıyor. "Herşeyi bilmez!" diyor mesela. Yahut da "Olacakları önceden bilmez!" diyor. Sonra buna delil üretmeye gayret ediyor. Çırpınıyor. Neden? Çünkü tasavvuru eksik inşa edilmiş. Aklın içinde hareket edebileceği geniş alanı yok. Cehaletin dört duvarı içinde üç-beş adım atmayı yürümenin tek şekli sanıyor. Duvarların dışında nasıl bir hürriyet var bilmiyor. Allah nasıl olursa ancak 'Allah' olur? Bunun icmalî sezgisine sahip değil. "Dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir..." cümlesinin hakikati de burada. Neden-sonuç bağının 'iktiran' değil de 'yaratıcılık' ilişkisi olduğunu sanrılayarak büyüyen çocuk Allah'ı artık koyabilecek bir yer bulamıyor. Öyle ya. Elmayı ağaç yaratıyorsa Allah'a ne gerek var?
Allah'a tam da 'elmayı ağaç yaratamayacağı için' ihtiyaç var. Bunun uyanışı "Sıfırdan bir elmayı ben yapsam bana neler gerekir?" diye sorma hidayetine bağlı. Bu sorgulamaya sahip olamayanların işi zor. Çocukluktan alınan Allah marifeti ise tam bu noktada aydınlatıcı bir işlev görüyor. Yine sözgelimi: Bir mülhid "Tek Allah tüm evreni nasıl yaratsın canım?" diye soracak olsa çocukluğunda ideal bir Allah tasavvuru kalbine yerleşmiş kişi diyor: "Allahu ekber!" Ne demek bu? Yani Allah'ın 'Allah'lığı ancak 'en büyüklüğü' ile mümkün olur. Elbette bu büyüklük Onun güç yetiremeyeceği ikinci bir büyüklüğü ihtimal dışı bırakır. Eğer O Allah'sa kainatı yaratmak kudretinden küçüktür. Hikmetinden küçüktür. İlminden küçüktür. Çünkü ilahlık ancak sonsuzlukla olur. Sonsuzdan herşey küçüktür. Sonsuzun başedemeyeceği büyüklükten bahsedilemez.
Elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Çünkü elma ancak bir evrenle varolabilir. Düzeninde yeşerebilir. Bu da ağaçla arasındaki bağı inceltir. Görülen sadece iktirandır. Nasıl ki, baharda yaprakla çiçek birlikte dünyaya gelirler, fakat birbirlerini dünyaya getirmezler. Aynen öyle de, ağaçla meyvesi de birlikte dünyaya gönderilirler, fakat birbirlerini dünyaya göndermezler. Üzerlerinde ustalık anlamında birbirlerini aşan bir sanat vardır. Sorumluluk vardır. Ağaç nasıl zâhirde hem ağacın hem çiçeğin annesidir. Öyle de, kainat da zâhirde hem ağacın, hem elmanın, hem güneşin, hem Samanyolu'nun annesidir. Burada uçlarına takıldıkları tezgâh elma ağacıdır. Orada uçlarına takıldıkları hilkat şeceresidir. Biraz gerileyip baktığınızda şeylerin arasındaki bağ 'neden-sonuç'luktan ziyade yanyanalıktır. En arkaya kadar akıl gözünüz yetişse sırr-ı Kayyumiyetin dalından başka dal kalmaz. Hepsi o ağacın dalına takılmış meyvelerdirler.
"Sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür."
Yani, bilim sana en fazla 'atomun nasıl parçalanacağını' öğretiyor, fakat dinin sana 'varoluş ile ötesini birbirinden ayırabilmenin yolunu' gösteriyor. Bir çocuk iman dersini alarak büyüdüğünde seküler bilimlerin onun bakış açısında meydana getireceği daralmayı da aşmış oluyor. Kainat neden-sonuç ilişikleri içinde yaşansa da sırf onunla açıklanabilecek gibi değil. Baldaki kimyevi deha arının işi değil. İpekteki terzilik böceğinin sanatı değil. Cahil nedenlerin ilim ilim dokunmuş sonuçları doğurası yok. Seküler bilimlerse hep aynı bakış açısı daralmasıyla yola çıkıyor: "Eğer benimle yürüyeceksen şeyleri ancak yanlarındaki/öncekilerindeki şeylerle açıklayacaksın. Öteye gitmek yok ha. Şuurlu fail aramak yok. Maddeyi aşmaya çalışmak yok."
Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini bu açıdan düşününce aslında tastamam bir özgürlük olarak tanımlıyorum. Çünkü ümmilik sadece 'okur-yazar olmaması' anlamına gelmiyor bence. Bizim gibi kalıplarla köreltilmemiş olması anlamına da geliyor. Varlığa karşı önyargısı yok. Teorisi yok. Tortusu yok. Göğsündeki iman bu berraklık içinde yeşeriyor. Güneş en temiz aynada yansıyor. Hatta Miraç mucizesini anlatırken kısa bir mealiyle "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı!" buyuran Necm sûresi de böylesi bir sırrın habercisi. Kalbindeki tasavvur öyle berraktı ki. Öyle genişti ki. Öyle yüceydi ki. Aklımızın alamayacağı nelere şahit oldu da göğsü bunu kaldıramazlık etmedi. İnanmazdan gelmedi. Kabullenmezlik yapmadı. Çünkü Allah'ı tam da o göğüste inandığı gibi buldu. İmanı öyle vüsatliydi. Öyle kudretliydi. Öyle emindi. Fakat bize gelince görüyoruz ki, bir hidayet erişmese, ağacı aşabilecek kudrette değiliz. Kapımıza bir eşek yükü altın bırakılsa, sahibini bırakıp, eşeğe teşekkür edecek gibiyiz. Rahman u Rahim o Hatemü'l-Enbiya'nın berrak aynasını üzerimizden çekmesin. Âmin.
4 Temmuz 2020 Cumartesi
Mehmed Görmez Hoca 'yapıyor' mu 'yıkıyor' mu?
Yaver-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Buharî'de geçen bir ferman-ı mübarekinde eliyle göğsünü işaret ederek buyuruyorlar ki: "Takva buradadır!" En doğrusunu Allah bilir. Ben kendi payıma bu hadis-i şerifi iki şekilde anlıyorum: 1) Takva içten dışa başlayan bir iştir. Yani evveliyatla ihlasını göğüste bulur. Orada sahicilik yoksa dışarıdaki kurgu hakiki takvadan haber vermez. Ancak yapmacıklıktan haber verir. 2) Takva öncelikle ferdin yüküdür. İrade sahiplerinin tek tek, birey birey, birebir sorumluluğudur. Yalnız ötesini/ötekileri sınanma konusu sayarak takvalı olunmaz. Yani "Dedem de hocaydı!" veya "Cemaatim var ya!" demekle takvalı olunduğu görülmemiştir. Aksine, zaman, böyle okumalar sahiplerinin kitlesel olarak pek kolay günaha hücum ettiklerini göstermiştir. Nitekim, ben, FETÖ'deki arızalardan birisini de böyle teşhis ediyordum: Aidiyetlerini o kadar yüceleştiriyorlardı ki birey birey Allah'a olan mesuliyetlerini düşünemez oldular. Göğüslerini unuttular. Bir emirle herşeyi arkalarına attılar.
Bu sadece FETÖ'de değil bütün aidiyetlerde bir problem. İster bir partiye ister bir cemaate ister başka türden bir yapıya bu şekilde bağlanırsanız, yani takvanın göğsünüzde olduğunu unutursanız, onun/onların yaptığı herşeyi doğru bulmaya başlarsınız. Halbuki Müsned'de geçen bir başka hadis-i şerifte de, Aleyhissalatuvesselam, Vâbısa radyallahu anh'a şöyle buyurmuştur: "Vâbısa sen kendine sor. İyilik kalbinin rahat ettiği şeydir. Kötülük de kalbini ezen ve bir türlü yer bulamayan şeydir. İnsanlar sana ne kadar 'olur' derse desinler sen kalbine danış..."
Bu aslında takvanın, olgunlaşmış bir bireyin, daha doğrusu ferdiyetinde kemale ermiş bir ferdin, halet-i ruhiyesi olduğuna delildir. Çünkü o Rabbiyle ilişkisinde kendisini birebir sorumlu olarak görmektedir. Defterini ayrıca tutmaktadır. Kalbinden de fetva almayı gözetmektedir. Böyle birşeyde muvaffak olmak bireyliğini tamamlamakla mümkündür. Varlığını aidiyetlerinden ayrı bir şekilde tanımlayamayan, tek başına 'abdullah' olduğunu unutan, böylesi sıkıntıları yaşar.
Evet. Ahirzamanın en büyük problerinden birisi de ferdiyetinde kemale ulaşmamışların oluşturdukları cemaatlerdir. Bunlar küllî değil küll olurlar. Parçaları da cüzî değil cüz olurlar. Bireyselleşemezler. Fakat bir saniye: Biz burada 'cemaat' kelimesini sık kullanıyoruz diye kimse mevzuu sırf dinî sanmasın. Sadece dinî aidiyetlerin böyle sorunlar oluşturduğunu düşünmesin. Hâşâ. Belki bu sorun en az onlarda yaşanıyor. Diğer türden aidiyetlerde bu körelmenin neticeleri daha acıdır. Daha dehşetlidir. Daha yıkıcıdır. Sözgelimi: Emperyalizm, siyonizm, komünizm, kapitalizm vs. böylesi seküler cemaatlerin dünyaya yaşattığı cehennemlerin isimleridir.
Aslında Mehmed Görmez Hoca'nın Habertürk'te yaptığı tesbitlere muhalefetim de en çok buradan kaynaklanıyor. O gün yazdığım twitlerde konuyu şöyle özetlemeye çalışmıştım: "Küresel siyasetin günahları cinsel bütün günahlardan büyüktür, cümlesini iyi bir sigaya çekmek lazım. Beni rahatsız etti. Neden? Öncelikle şunun altını çizmem gerekiyor: Bizde günahları birbiriyle kıyaslayarak küçültmek âdeti pek yoktur. Görmez gibi 'cinsel günahlar' diyelim hadi. İslam'da yedi büyük günahtan birisi sayılmıştır. Küresel siyaset gibi bir 'fail-i meçhul'e hesap keserken bu yediden birisinin dehşetini azaltmak neden gereksin? Kaldı ki cinsel suçun faili bellidir. Diğerinin günahını kim omzuna alır? Dediğimi şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim: Birisini cüzdan çalarken yakaladık diyelim. Bu sırada bir başkası diyor ki: 'Ohoo, o ne ki, hergün İstanbul'da bu cüzdandaki paranın kaç misli fazlası değerde ekmek çöpe atılıyor!' Aklımıza şu gelir: 'Ne alaka?' Bir parça suizan edeyim. Ben eğer bu olayın şahidi olsam 'Şu ikinci adam hırsızı kurtarmak istiyor galiba!' derim. Çünkü ikincisinin mübalağasında hiçbir failin suçlaması yoktur. Havayı dövmek vardır. Ancak birincinin faili bellidir. Ondan vazgeçilmekle ehvene ulaşılmaz."
Evet. Muhalefetim bu sadedde devam ediyor. Görmez 'küresel siyaset' gibi cisimsiz failleri odak noktası kıldığında Aleyhissalatuvesselamın göğsümüzü gösterdiği parmak, hâşâ, bir parça boşa düşürülüyor. Çünkü İslam'ın gerek küçük gerek büyük günah tanımları hep ferdi kendi bireyselliğine uyandırmak işlevini görüyor. Yani gıybetten tutun başkasının ağacından meyve çalmaya, zinadan tutun hayvanlara eziyet etmeye kadar İslam fıkhında tanımlanmış bütün günahlar 'abdullah'ı işaret ediyor. Onun gerek 'hukukullah' gerekse 'hukuk-i ibad' karşısındaki sorumluluklarına uyanmasını sağlıyor. Siz şimdi bu göğsü gösteren yüzbin parmağa "Bir güncellemek lazım!" derseniz, sonra da suçu "Ordaaa bir köy var uzaktaaa!" şarkısındaki gibi 'gidilmeyen-görülmeyen' bir yere şutlarsanız, ferdin kendisini inşa etmesini zorlaştırırsınız. Hatta muhtemelen bu tutum müslüman toplumdaki fısk u fücuru da arttırır. Zira ayarları bozulur.
Nasıl bozulur? Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi bozulur: "Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar. (...) Hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vâiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır."
Bence Mehmed Görmez Hoca da bilerek-bilmeyerek bazı muvazeneleri bozuyor. Dikkat çekmek istediği kötülüklere birşey demiyorum. Doğrudur. Büyük cürümler işlenmektedir. Ancak şeriat cürümleri 'bir seferde kaç insan öldüğüne' bakarak değil 'bireyin o şeydeki sorumluluğuna/zararına' bakarak tayin etmektedir. Evet. Büyük günahlara dikkat ediniz. İçlerinde 'dünya savaşı çıkarmak' yoktur. Amma 'cinayet işlemek' vardır. Çünkü bir insan cinayet işlerken dünya savaşı çıkaracağını bilmeyebilir. Ancak cinayet işlemenin ne olduğunu herkes bilir. Bu nedenle Kur'an-ı Hakîm buyurur: "Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur."
Görmez Hoca'nın niyeti ne kadar iyi de olsa mü'minleri ittiği yön belirsizlikleri ziyadeleştireceğinden tehlikelidir. Zaten, azıcık derinine inersek, küresel günahlar dediğimiz şeylerin de kökü/kökeni insanın bireysel olarak içinde yaşadığı kaymalardır. Parçanın ifratı olmasa bütünün zulmü olmaz. Elbette tedavi de yine içinden, parçadan, bireyden başlamalıdır.
Her neyse. Söylenecek çok şey var ama yazıyı epeyce uzattım. Şuna da dokunup bitireyim: "Tabiatla yeniden bir merhamet sözleşmesine ihtiyaç var!" derken de hocanın yapmak istediğini anlayamıyoruz. Neden? Mevzu sözleşmesizlikten çıkmıyor da ondan. Sözleşmeyi sallamamaktan çıkıyor. İslam bütün zamanlara kâfi-vâfi bir sözleşme değil mi? İnsanlık ona uysa dünya yeni bir saadet dönemi yaşamaz mı? Böyle dolandırıcılar arasında gezdikten sonra kırk tane yeni sözleşme yapılsa ne olur? Sözleşme sırf yazıldı diye düzenbazları kendine cebredebilir mi? Hülasa: Görmez Hoca'nın açıklamalarını ağız suları akarak manşetlerine taşıyan sol medyadan bile biraz gözünün açılması lazım. Hidayet ise Allah'tandır. Biz de Ona tevekkül ederiz.
Bu sadece FETÖ'de değil bütün aidiyetlerde bir problem. İster bir partiye ister bir cemaate ister başka türden bir yapıya bu şekilde bağlanırsanız, yani takvanın göğsünüzde olduğunu unutursanız, onun/onların yaptığı herşeyi doğru bulmaya başlarsınız. Halbuki Müsned'de geçen bir başka hadis-i şerifte de, Aleyhissalatuvesselam, Vâbısa radyallahu anh'a şöyle buyurmuştur: "Vâbısa sen kendine sor. İyilik kalbinin rahat ettiği şeydir. Kötülük de kalbini ezen ve bir türlü yer bulamayan şeydir. İnsanlar sana ne kadar 'olur' derse desinler sen kalbine danış..."
Bu aslında takvanın, olgunlaşmış bir bireyin, daha doğrusu ferdiyetinde kemale ermiş bir ferdin, halet-i ruhiyesi olduğuna delildir. Çünkü o Rabbiyle ilişkisinde kendisini birebir sorumlu olarak görmektedir. Defterini ayrıca tutmaktadır. Kalbinden de fetva almayı gözetmektedir. Böyle birşeyde muvaffak olmak bireyliğini tamamlamakla mümkündür. Varlığını aidiyetlerinden ayrı bir şekilde tanımlayamayan, tek başına 'abdullah' olduğunu unutan, böylesi sıkıntıları yaşar.
Evet. Ahirzamanın en büyük problerinden birisi de ferdiyetinde kemale ulaşmamışların oluşturdukları cemaatlerdir. Bunlar küllî değil küll olurlar. Parçaları da cüzî değil cüz olurlar. Bireyselleşemezler. Fakat bir saniye: Biz burada 'cemaat' kelimesini sık kullanıyoruz diye kimse mevzuu sırf dinî sanmasın. Sadece dinî aidiyetlerin böyle sorunlar oluşturduğunu düşünmesin. Hâşâ. Belki bu sorun en az onlarda yaşanıyor. Diğer türden aidiyetlerde bu körelmenin neticeleri daha acıdır. Daha dehşetlidir. Daha yıkıcıdır. Sözgelimi: Emperyalizm, siyonizm, komünizm, kapitalizm vs. böylesi seküler cemaatlerin dünyaya yaşattığı cehennemlerin isimleridir.
Aslında Mehmed Görmez Hoca'nın Habertürk'te yaptığı tesbitlere muhalefetim de en çok buradan kaynaklanıyor. O gün yazdığım twitlerde konuyu şöyle özetlemeye çalışmıştım: "Küresel siyasetin günahları cinsel bütün günahlardan büyüktür, cümlesini iyi bir sigaya çekmek lazım. Beni rahatsız etti. Neden? Öncelikle şunun altını çizmem gerekiyor: Bizde günahları birbiriyle kıyaslayarak küçültmek âdeti pek yoktur. Görmez gibi 'cinsel günahlar' diyelim hadi. İslam'da yedi büyük günahtan birisi sayılmıştır. Küresel siyaset gibi bir 'fail-i meçhul'e hesap keserken bu yediden birisinin dehşetini azaltmak neden gereksin? Kaldı ki cinsel suçun faili bellidir. Diğerinin günahını kim omzuna alır? Dediğimi şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim: Birisini cüzdan çalarken yakaladık diyelim. Bu sırada bir başkası diyor ki: 'Ohoo, o ne ki, hergün İstanbul'da bu cüzdandaki paranın kaç misli fazlası değerde ekmek çöpe atılıyor!' Aklımıza şu gelir: 'Ne alaka?' Bir parça suizan edeyim. Ben eğer bu olayın şahidi olsam 'Şu ikinci adam hırsızı kurtarmak istiyor galiba!' derim. Çünkü ikincisinin mübalağasında hiçbir failin suçlaması yoktur. Havayı dövmek vardır. Ancak birincinin faili bellidir. Ondan vazgeçilmekle ehvene ulaşılmaz."
Evet. Muhalefetim bu sadedde devam ediyor. Görmez 'küresel siyaset' gibi cisimsiz failleri odak noktası kıldığında Aleyhissalatuvesselamın göğsümüzü gösterdiği parmak, hâşâ, bir parça boşa düşürülüyor. Çünkü İslam'ın gerek küçük gerek büyük günah tanımları hep ferdi kendi bireyselliğine uyandırmak işlevini görüyor. Yani gıybetten tutun başkasının ağacından meyve çalmaya, zinadan tutun hayvanlara eziyet etmeye kadar İslam fıkhında tanımlanmış bütün günahlar 'abdullah'ı işaret ediyor. Onun gerek 'hukukullah' gerekse 'hukuk-i ibad' karşısındaki sorumluluklarına uyanmasını sağlıyor. Siz şimdi bu göğsü gösteren yüzbin parmağa "Bir güncellemek lazım!" derseniz, sonra da suçu "Ordaaa bir köy var uzaktaaa!" şarkısındaki gibi 'gidilmeyen-görülmeyen' bir yere şutlarsanız, ferdin kendisini inşa etmesini zorlaştırırsınız. Hatta muhtemelen bu tutum müslüman toplumdaki fısk u fücuru da arttırır. Zira ayarları bozulur.
Nasıl bozulur? Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi bozulur: "Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar. (...) Hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vâiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır."
Bence Mehmed Görmez Hoca da bilerek-bilmeyerek bazı muvazeneleri bozuyor. Dikkat çekmek istediği kötülüklere birşey demiyorum. Doğrudur. Büyük cürümler işlenmektedir. Ancak şeriat cürümleri 'bir seferde kaç insan öldüğüne' bakarak değil 'bireyin o şeydeki sorumluluğuna/zararına' bakarak tayin etmektedir. Evet. Büyük günahlara dikkat ediniz. İçlerinde 'dünya savaşı çıkarmak' yoktur. Amma 'cinayet işlemek' vardır. Çünkü bir insan cinayet işlerken dünya savaşı çıkaracağını bilmeyebilir. Ancak cinayet işlemenin ne olduğunu herkes bilir. Bu nedenle Kur'an-ı Hakîm buyurur: "Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur."
Görmez Hoca'nın niyeti ne kadar iyi de olsa mü'minleri ittiği yön belirsizlikleri ziyadeleştireceğinden tehlikelidir. Zaten, azıcık derinine inersek, küresel günahlar dediğimiz şeylerin de kökü/kökeni insanın bireysel olarak içinde yaşadığı kaymalardır. Parçanın ifratı olmasa bütünün zulmü olmaz. Elbette tedavi de yine içinden, parçadan, bireyden başlamalıdır.
Her neyse. Söylenecek çok şey var ama yazıyı epeyce uzattım. Şuna da dokunup bitireyim: "Tabiatla yeniden bir merhamet sözleşmesine ihtiyaç var!" derken de hocanın yapmak istediğini anlayamıyoruz. Neden? Mevzu sözleşmesizlikten çıkmıyor da ondan. Sözleşmeyi sallamamaktan çıkıyor. İslam bütün zamanlara kâfi-vâfi bir sözleşme değil mi? İnsanlık ona uysa dünya yeni bir saadet dönemi yaşamaz mı? Böyle dolandırıcılar arasında gezdikten sonra kırk tane yeni sözleşme yapılsa ne olur? Sözleşme sırf yazıldı diye düzenbazları kendine cebredebilir mi? Hülasa: Görmez Hoca'nın açıklamalarını ağız suları akarak manşetlerine taşıyan sol medyadan bile biraz gözünün açılması lazım. Hidayet ise Allah'tandır. Biz de Ona tevekkül ederiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...