"Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu." Mahrem Bir Suale Cevap'tan...
Bugün, eğer becerebilirsem, Bediüzzaman'ın bize çaktırmadan kazandırdığı bir yetenek hakkında konuşmak istiyorum sizlerle. Ama öncesinde bir parça liseye döneceğiz. Yok, güzel anılara değil, geometri derslerine. Sevenlerini ayrı tutuyorum. Herhalde çoğunuzun geometri dersleri şen hatıralarla dolu değildir. Benimse arkadaşlığım fena sayılmazdı. Özellikle benzerlikler konusunda. Hani; Açı-Kenar-Açı, Kenar-Açı-Kenar, Kenar-Kenar-Kenar, Açı-Açı-Açı gibi şekillerde olabilen; iki şeklin arasındaki uyumu yakaladığınız anda 'Hoop!' diye birincideki verilerle ikincide de sonuca ulaşabildiğiniz o sihirli âlem; ben o konuda iyiydim işte. Övünmek gibi olmasın.
Hocalarımız bu tarz problemler hakkında şöyle söylerlerdi: "Şekli doğru açıdan görebilmek çözümün yarısıdır." Hakikaten de onların yanıtlarını ararken sıkça bakış açısı değiştirmenin epey faydasını görürdük. Bazen şeklin çizili olduğu kağıdı ters çevirirdik. Bazen de başımızı yana eğip bakardık. Bütün mevzu saklanmakta olan benzerliğin nazarımıza inkişaf etmesiydi. O inkişaf ettiği anda cevap akmaya başlardı. Gerisi sadece dört işleme kalırdı. Allah vergisi özel bir yetenek dışında bu farkındalığı arttırabilmenin tek yoluysa daha çok soru çözmekti. Çözdüğünüz soru sayısı arttıkça farkındalığınız da açılırdı. Benzerlikler daha hızlı/çok görünürdü.
Buradan şuraya geçeyim: Bazen nur talebesi olmayan arkadaşlarımdan şöyle sualler işitiyorum: "Nur talebeleri neden bu kadar işarî manalarla meşgul oluyor?" Veya sözgelimi, Mehdi ile ilgili şüpheleri cevaplarken, neden önce konuyu 'her zamanda gelen mehdi-misal mürşidlere' kadar götürüp sonra itirazlarla yüzleşiliyor? Neden böylesi dolambaçlı yollar takip ediliyor? Âlem-i Misal'i anlatırken rüyalara, Levh-i Mahfuz'u anlatırken hafızaya, kaderi anlatırken tohumlarda saklı olan kimliğe kadar gitmeye ne gerek var? Bu haberlerin sahihiyeti ortaya konduktan sonra imanları zaten lazım olmuyor mu? Ayrıca dallandırma-budaklandırma niye?
Bu sorunun doğru bir teşhis içerdiğini düşünüyorum. Evet. Bizde böyle bir temayül var. Ama bu özellikle geliştirdiğimiz bir temayül. 'Özellikle' dememe bakmayın. Kasıt bize ait olmayabilir. Belki farkında bile olmadan geliştiriyoruz bu temayülü. Risale-i Nur'u okurken yeşeriyor bu güzel huy. Ha, elbette Kur'an ve sünnet mizanlarına uymayan çıkarımlara cevaz veriyor değilim, onların ifratı kendilerini bağlar. Ancak mürşidimiz bize metinlerinde böyle bir 'görme yeteneği' kazandırmaya çalışıyor. Kesinlikle yapıyor bunu. Hatta sıkça denk geldiğimiz temsillerde bile var böylesi bir bakış açısı eğitimi. Uzun süre Nurlarla meşgul olan birisi bu nedenle işarî manalar konusunda yatkınlık da kazanıyor. Bu yatkınlığın hikmeti ne peki?
Bence birinci hikmeti kainatta varolan geometri. Nesnelerin, olayların veya duyguların birbirleri hakkında öğrettikleri 'olabilirlik' yolları. Hatırlayınız: Başlarken zikrettiğim misalde küçük şekille büyük şekil arasındaki benzerliği farkettiğinizde, o noktadan hareketle, aralarında orantısal denklemler kurabiliyordunuz. Birisinde verilen kenar veya açı değerleri üzerinden ötekinde de sonuca ulaşabiliyordunuz. İşte böylesi benzerlikler kainatın her tarafına serpiştirilmiş olarak var. Edebiyatta 'benzetme' dediğimiz şey bu farkındalıktan besleniyor. Empati de bunun insandaki karşılığı gibi. Ve yine bu yüzden Kur'an-ı Hakîm baharı haşre misal olarak öğretiyor: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O herşeye hakkıyla kadirdir." Yani gayba iman asla meçhule iman değil İslam'da. Hayır. Öyle değildir. Bizim gayba imanımız nümunelerini dünyada gördüğümüz şeylerden çıkarımlarımızdır. Bin parmağın gösterdiği güneştir.
Bediüzzaman'ın eserlerinde bu yönteme sıklıkla başvurmasının ve talebelerine de bu gözle bakma yeteneği kazandırmasının ikinci bir hikmetinin de ahirzamanın tabiatında gizli olduğunu düşünüyorum. Bu zamanın fitnesi insanların 'tek gözlü'leşmesinden çıkıyor. O kadar dünyaya hasr-ı nazar etmekteler ki gaybdan bahsettiğiniz zaman masal işitmiş gibi tepki veriyorlar. Hal böyle olunca, iman hakikatlerini anlatabilmek de, bir ölçüde soyutu somutta göstermekle mümkün olabiliyor. İşte, işarî manalara temayülümüz, enfüsten-âfaka veya dışımızdan-içimize birçok bağı görebilmemizi-kurabilmemizi, gaybî şeylere somutluk âleminde misaller gösterebilmemizi, 'olabilirlikleri' farkettirmemizi; böylece daha mukni olabilmemizi netice veriyor. Yani bu düşkünlük biraz da ihtiyaçtan doğuyor. Sırr-ı temsil dürbünü bu işe yarıyor.
Bir üçüncü hikmetin de 'huzur-u daimî' diye tabir edilen makamda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman'ın hem Vahdetü'l-Vücud hem de Vahdetü'ş-Şuhud meslekleri ile kendi mesleği arasına koyduğu nüans bu tezimi bir parça destekliyor. Yani, ilgili metinleri okuyanlar bilirler, Risale-i Nur mesleği varlığı unutmayı amaçlamıyor. Eşyanın her detayıyla Onu gösterdiği bir marifetullah zeminini hedefliyor. Bunun da ister istemez herşeyin Allah'a işaret eder hale gelmesiyle irtibatı olacaktır. İşarî manalara dönük bir refleks sahibi olmazsanız herşey Ona işaret ediyor hale gelemez. Yaş ve kuru herşeyi barındıran Furkan'ın ayetlerinin her yerde kendisini okutturması yine böyle bir göğüs genişliğine sahip olmakla ilgili gibi. Allahu'l-a'lem kaydıyla diyelim.
Metinler alıntılayarak yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum. Eğer arzedebilmişsem zaten sizler nümunelerini kendi okumalarınızda/hayatınızda bulacaksınız. Becerememişsem misaller vererek de bu düğümü çözemem. Yalnız şu kadarını alıntılayayım da, Bediüzzaman'ın, küçücük bir kalpten nasıl ta cennete-cehenneme benzerlikler kurabildiğini hayretle seyredelim: "İman mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür Cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de, Cehennem, onun bir meyvesidir."