2 Ekim 2025 Perşembe

Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde

Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz 'Kürtlüğü ile barışıklığı' üzerinden hasım olabilirsiniz. Yahut yine ırkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Kürtçüyseniz 'Türklere muhabbetini izhârı' üzerinden düşmanlık yapabilirsiniz. Eğer bir kemalistseniz, eh, zaten ikinci bir gerekçeye ihtiyaç yok. Âlim olması kin beslemenize yeter. Eğer ehl-i bid'aysanız ehl-i sünnet ve'l-cemaate yaptığı vurguya bozulabilirsiniz. Hülasa: Elhamdülillah, Bediüzzaman Hazretleri bu coğrafyada çok oyunu bozduğu, çok fayhattını yapıştırdığı, çok çatışmayı önlediği için o tip çatlaklara oynayanların kalbini kendisinden razı edemez. Aman efendim, olmazlarsa olmasınlar, önemli olan zaten Hüda'nın razılığıdır.

Bu sıralar Bediüzzaman'dan Razılığı Olmayanlar listesine yeni yeni isimler de ekleniyor üstelik. Evet. Mesela? Mesela: Selefîler. Türkiye'de 'Ebu Hanzala' vs. gibi isimler üzerinden taban tutmaya başlayan bu ekol de Bediüzzaman'ı bir türlü beğenmiyor, sevmiyor. Hoş, onların dünyada kendilerinden başka sevdikleri kimse var mı, o da tartışılır ya. Oraya girmeyelim. (Adamlar gölgeleri karşı duvara vursa onu bile tekfir edecek tiynetteler.) Dünyayı kurtarmak için sarfettikleri mesai iki merkezde temerküz ediyor: 1) Ne yapıp edip Allah'ı bir mekan sahibi yapacaklar. 2) Ne yapıp edip birilerini dinden çıkaracaklar. Takva ehli bir müslimin her gece uyumadan önce nefis muhasebesi için kendisine sorması gereken "Bugün Allah için ne yaptın?" sualini bu arkadaşlar şöyle çeviriyorlar: "Bugün Allah için kimi tekfir ettin?" Tabii böyle tahtieci bir zihniyetten de düzgün bir iş çıkmıyor. Nereye çöreklenseler orada kardeş kardeşi yiyor.

Ne demiş Sünuhat'ında mürşidim efendim: "Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş'et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz." Fakat bazılarının memurluğu bugün suizan, husumet ve ayrılık üzerinedir, maalesef...

Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Bence selefîlerin Bediüzzaman Hazretlerini sevmemelerinin nedenlerinden birisi de onun 'cumhurî sistem' ile İslam arasında kurduğu sulhten dolayıdır. Hatta 'ehven-i şer'i bir oy verme yöntemi olarak ihtiyar etmesidir. Evet. Bediüzzaman'a göre, cumhurî sistemde, sisteme başkaldırmak, sırt dönmek, reddetmek bir çözüm değildir. Ya? Sistemin elverdiği ölçüde hayra, adalet-i mahzaya, o da olmuyorsa, bir adalet-i izafiye olarak ehven-i şerre (yani kötülerden en iyisine) rey verme yolunu tutmaktır. Çünkü bizzat kendisinin beyanıyla "Ehvenüşşer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..."

Söyleyeceklerimi tamamlamadan önce küçük bir iktibas yapmalıyım. Kendisini 'seküler' olarak tarif eden Mısırlı düşünür Fuad Zekeriya, Çağdaş İslamcı Harekette Hakikat ve Hayal eserinde, İhvan'ın Enver Sedat'a neden suikast düzenlediğini şöyle analiz ediyor:

"Sedat'ın onları cezalandırış biçimi, Nasır'ınkiyle karşılaştırıldığında, çok daha hafif olmasına rağmen İslamcı gruplar öfkelerini neden Sedat'a kustular? (...) Sedat aslında İslamcılara çok yakın olduğu için öldürülmüştür. İhvan, Sedat'ın kendisine çok yakın oluşuna epey umut bağlamış ve Sedat da İhvan'ı 'birçok amacını gerçekleştirmek için çalıştığına' inandırmıştı. Ayrıca, Sedat onlara üyelerini çoğaltma fırsatı vermiş ve İhvan da bu jeste 'hayal ettikleri İslamcı devletin kurulmasının eşiğine gelindiği' beklentisine kapılarak yanıt vermişti. Ancak, dışarı yansıttığından daha farklı hesaplar ve planlar yapmakta olan Sedat, iktidarının son iki yılında, İhvan'ın ümitlerini boşa çıkardı. Batı'yla ilişkisini ve sayısı milyonları bulan hristiyan Mısır vatandaşlarını koruma gereksinimini hesaba katınca İhvan'dan uzaklaşmaya başladı. Ancak İslamcı grupların gücü rejim tarafından konan sınırları aşınca bu soğuma şiddete dönüştü. Şeriatın eksiksiz bir şekilde uygulanma olasılığının azalmakta olduğunun farkına varınca İslamcı gruplar da rejimle aralarına mesafe koymaya başladılar. Sedat'a karşı, onları hapse atan ve işkence eden Nasır'a yaptıklarından daha çok şiddete başvurmalarının sebebi buydu. Sedat'ın, kendilerine yakınmış gibi davrandıktan sonra aldattığını, bütün taleplerini kabule yanaşmayacağını keşfettiler."

Türkiye'de İslamcılığın hikâyesi Mısır'daki yolu izlemediyse bunda Bediüzzaman Hazretlerinin payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Elbette pay sahibi olan tek kişi o değildi. 'Müsbet hareketi' usûl edinmiş herkesin bugünlere sarsıntısız gelinmesinde hissesi vardı. Fakat Bediüzzaman'ın devr-i hayatında takındığı tavır ayrıca 'geniş kitlelere ulaşma-etkileme' yeteneğine sahipti. Yani tesiri çoktu. Ve o 'gerçekten seçim denilebilecek seçimler'in yapıldığı 1950 sonrasında rey kanaatini talebelerine şöyle izhâr etmişti:

"Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, 'ehvenüşşer' deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; 'ehvenüşşer' olarak bakınız. Daha âzamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz dokunsun..."

Bugün de Türkiye'nin benzer bir dönemden geçtiğini söylemek hata olmaz diye düşünüyorum. Evet... 2002'de, maşaallah, mührü eline alan AK Parti'den beklediklerimizin tamamını gördüğümüzü söyleyemeyiz. Evet. Alınması gereken daha epey mesafe var gibi görünüyor. Ve, evet, bazen AK Parti'nin bizzat kendisi de bu mesafenin alınıp-alınmayacağı konusunda bizi tereddüde düşürüyor. Lakin Türkiye'deki dindarların zihninde şöyle bir ferasetli 'sağlama yapma yöntemi' var: 'Ehven-i şer düsturu.' Yahut daha bilinen ismiyle 'ehvenü'ş-şerreyn kaidesi.' Seçeneklerin hiçbirisi hayr-ı mahzı tam ifade etmediğinde 'en az zararlısını' veya 'kötülerin en az kötüsünü' seçme. Bu fıkıh kaidesini, Üstad Hazretleri, 'Türkiye müslümanlarının siyaset algısına' merkezî bir şekilde yerleştirmiştir.

'Türkiye müslümanları' mevzua böyle ferasetle baktıkları için, kemalizmi yıkması için oy verdikleri AK Parti artık kemalizme yanlamaya başlasa bile, Filistin için büyük umutlar bağladıkları hükümet Gazze'de hüsrana uğratsa bile, sokaklarda açıklık-saçıklık, ahlaksızlık, LGBT, yozlaşma artsa bile, büsbütün sırtlarını dönüp hasma dönüşmüyorlar. Bir adım ötesini de hesaba katıyorlar: "Ben buna hasım olursam kime yolvermiş olurum? Yoksa 'azamüşşer'e kapı mı aralarım? Eğer öyle olacaksam, aman, durayım. İleri gitmeyeyim." O yüzden her seçimde solcuların hiç beklemedikleri neticeler sandıktan çıkıyor. Yani, bir dindar, ne kadar hükümeti eleştirirse eleştirsin, ki eleştiri yapmak 'insafı katık ettikten sonra' hakkıdır da, iş 'Mührü kime vermek lazım?' sorusuna geldiğinde 'Mührü azamüşşerre vermem! Kan içer kızılcık şerbeti derim. Tamam. Lakin ehven-i şer makuliyetinden ayrılmam!' refleksi gösteriyor.

Bu makuliyet refleksi de Türkiye'yi siyasi çalkantılardan büyük ölçüde koruyor. Evet. Biz siyasetin 'kusurlu bir alan' olduğunu kabul etmişiz. O alanda faaliyet gösterenlerin de 'sütten çıkmış ak kaşık' olamayacağını bilmişiz. Hayra sevkedebilmek için elimizden geleni yapsak da, ellerinden şer sâdır olduğunda, durup tekrar düşünürüz: "Şimdi ben buna küsüp gitsem sonuçta kazanan kim olur?"

Türkiye müslümanlarının bu özelliği ile iftihar ediyorum arkadaşım. Böyle davranmanın da mümkün yollar içinde en güzel yol olduğunu düşünüyorum. Ve 'mümkün olmayanı isteyenler'den bir zümreyi de selefîler olarak düşünüyorum. İşte, onlar, dahilde kılıç çekmeye kadar giden kaotik şeriatçılıklarını bizim bu mâkul şeriatçılığımızın yerine yerleştiremedikleri için bize düşman kesiliyorlar. Onlara göre Bediüzzaman devrimin yolunu kapattı. Halkı sakinleştirdi. Sakinleştirdiği için de aradıkları kıvamda cinnet bulamıyorlar. 

Halbuki bu adamların parmak karıştırdıkları hiçbir yerde hakkıyla şeriatın geldiği görülmemiş. Aksine, şeriat yerine, cinneti hükümferma etmişler. Kardeşi kardeşi yedirmişler. Kardeşi kardeşe tekfir ettirmişler. Kafirler için uygun operasyon alanları açmışlar. Yoksa, Allah korusun ya, bu kadar inkisar-ı hayale bir 'Enver Sedat vakası' da Türkiye'de meydana gelebilirdi. Elhamdülillah ki gelmiyor. Gelmeyecek de... Çünkü Türkiyeli müslüman şöyle diyor: "Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin salâhını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var..." Hakikat ile hayal arasına 'mâkuliyet' ayracı koyduğu için Türkiyeli müslüman hata değil isabet ediyor.

Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde

Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz ...