İncelik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İncelik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2014 Cumartesi

Ahenk bütünün, incelik detayın…

Bana öyle geliyor ki; şirke kapı açan, Allah’ın varlığını bilmemek değil, Allah’ın isimlerini bilmemek de değil; o isimlerin aynı Zat’ın isimleri olduğunu farketmemek. Şirkin asıl membaı bu. Yoksa her insan, her alanda, kendisinden daha üst bir gücün varlığını az/çok hissediyor ve kabul ediyor. Belki farklı isimler veriyor kendince, ama nihayetinde ötesinde/gaybında başka bir iradenin varlığının farkında insanoğlu.

Fakat bir sorunu var: Varolduğunu hissettiği/aklettiği şeylerin aslında bir hakikatin farklı renkleri olduğunu yakalayamıyor çoğu zaman. Kuşatamıyor. Bu nedenle, bence, vahyin hayatımıza kattığı en büyük uyanış: tevhid’dir. (Ve bu uyanışın kıymetinden dolayıdır ki, Kur’an, tevhide çok vurgu yapar.) Yani o hissettiğimiz veya aklettiğimiz ‘görünenden öte güçlerin’ tamamının aynı Zat’ın farklı tecellileri olduğunu bize öğretmesidir. Bu öyle kıymetli bir uyanıştır ki; ben, sırf bunun için bile, bize vahyi indiren Zat’a (c.c.) çatlayıncaya şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Eş’arî itikadına gönlümü yakın kılan biraz da bu: Onun, vahyin kıymetini ve beşerin ‘hakikat arayışında’ aklıyla düşebileceği çaresizliği daha güçlü hissettirmesi. İnzalsiz, kitapsız nasıl bir körlüğe maruz kalacağımızı daha iyi okuması.

Katılır mısınız bilmem, fakat Eş’arî ekolünde Bediüzzaman’ın ‘acz mesleği’ dediği şeye de bir yakınlık hissediyorum. Çünkü ben de vahiysiz akıldan emin değilim. Aczimi, yalnızca kalbimde değil, aklımda da hissederim. Bu yönüyle; meleklerin talim-i esma sırrı karşısında ettiği itiraf ne kadar da yakın gelir bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.”

Belki de bu öneminden dolayı Bediüzzaman da sık sık isimden isme geçiş dersleri verir eserlerinde. Külliyatın üzerinde yoğunlaştığı bir öğe, esmanın talimi ise; diğeri, isimden isme geçişin talimidir. Hatta 24. Söz gibi yerlerde “Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var…” derken, dikkatimizi asıl çekmek istediği şey de tevhidin talimidir gibi gelir bana.

Bir insan, ancak isimden isme geçebilmeyi ve o isimlerin tamamının aynı Zat’ın isimleri olduğunu farkedebilmeyi başarırsa (her isim bir fiilin failidir çünkü) ancak tevhidin huzuruna erer. Yoksa tevhid, esmanın her bir parçasının tek tek fethedildiği ve birbiriyle bağlantılarının yatsındığını bir bilme şekli değildir. Kur’an’daki fezlekelerde bile Cenab-ı Hakkın kendisini tek isimle değil, genelde terkiplerle zikretmesi (bir tanesi yukarıda geçti: Alîm-i Hakîm) bu geçişlerin hatırlatılması noktasında kıymetlidir.

Daha fazla alıntı yapmayacağım. Külliyatı biraz karıştırsanız her yerinde bu ‘geçiş tedrisini’ ders alırsınız. Kanaatimce bu tedrisin en özet tanımı da iki şahid-i sâdık formülünde saklıdır. İki şahid-i sâdık, Bediüzzaman’ın farklı eserlerinde tekrar be tekrar kullandığı bir delildir. Ben buraya 30. Söz’deki şeklini alarak düşünmeye devam etmek istiyorum:

"Her bir zerrede, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şâhid-i sâdık vardır. Evet, zerre, acz ve cümûduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna katî şehâdet ettiği gibi, harekâtında nizâmât-ı umumiyeye tevfîk-ı hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizâmâtı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kanaatimce; şahidlerden birisinin nesnelerin kendilerine, diğerinin ise nesneler arası bağıntılara dikkat çekiyor oluşudur. Yani birinci şahid dikkatimizi zerrenin ‘kendisindeki acze rağmen büyük işler yapmasına’ verirken, diğer şahid zerrenin bu başarısının ‘büyük bir tablonun da parçası olduğunu, yani büyük düzenin içinde uygun adım hareket eden bir parçaya zerre dediğimizi’ bize ders verir. Birincisi kudret dersiyse, ikincisi kontrol/irade dersidir. Metin Karabaşoğlu abinin temsiliyle anlatmam gerekirse: Varlık, bir anda, kontrolsüz bir güç patlaması yaşayan sel değil; kontrollü bir akış yaşayan nehirdir. Ayete’l-Kürsi’de geçen havl ve kuvvet birlikteliği de bunun dersidir. Kuvvet, evet ama iradenin kontrolünde bir kuvvet. Havl’lı bir kuvvet.

Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı eserinde bu nesneler ve nesneler arası bağıntılar üzerine şöyle bir ayrım dersi veriyor bizlere: “(…) Kur’an’ı açıp Keşfu’l-Kelimat’tan (Kur’an Terimleri Sözlüğü) yararlanarak gayb, şehadet, ayet ve sünnet kelimelerini bularak bu kelimeleri inceleyebilir ve böylece Kur’an’ın nelere ayet, nelere sünnet dediğini anlayabilirsiniz. O zaman Kur’an’ın nesneler arasındaki bağıntılara ‘sünnet’ nesnelerin kendisine de ‘ayet’ dediğini anlamış olacaksınız.” Bediüzzaman da sünnettullah’ı, Ali Şeriatî’nin bu tarifine benzer bir şekilde şöyle anlatıyor Mesnevisinde:

"Tabiat, alem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki; ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir."

Şimdi, bütün bunları neden anlattım? Aslında baştaki şeye dikkatinizi çekmek istiyordum sadece; ama bunlarla değil, bir ayetle. Bakara sûresinde geçen bir ayetle. Buyuruyor ki orada Cenab-ı Hakk: “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.”

Ben burada, işte tam da bu ayetin içinde yukarıda konuştuğumuz herşeyin bir özetini görüyorum. Önce nesnelerden birer birer bahsetmek (ayet), farklı farklı özellikleriyle bahsetmek, sonra da onların arasındaki bağlantıya/ilişkiye/dengeye dikkat çekmek (sünnet). Ayetin bize yaptığı tam olarak bu.

Yer yaratılıyor farklı özelliklerle, gök yaratılıyor farklı niteliklerle… Ama nihayetinde ikisi birbiriyle bağlantılı çalışırsa (yağmur ve toprak) oradan hayat varoluyor. İşte bence ayetin bize verdiği özet ders bu arkadaşım: Nesnelerin ayrı ayrı meziyetlerini takdir edip, onların ‘ilah eseri’ olduğunu farkettikten sonra; sakın aralarındaki rabıtayı ve beraberce çalışarak başardıklarını ıskalama! Çünkü asıl tevhid dersini oradan alırsın. Parçaları bir bütünün parçaları olarak görmekten, mana-yı harfî’den. “Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.” Ve böyle bitiyor ayet: “Artık bunu (bu birlikteliği) bile bile Allah’a şirk koşmayın…”

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...