İstiaze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstiaze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2020 Pazartesi

Objektif olayım derken dinden çıkılır mı?

Hikmet-i Hûda, denk geldi, bu sıralar Kur'an'ın ayetlerini kanunlar gibi görmeye dair birçok yazı karaladım. 'Kanun' derken ne kasettiğimi de bir parça açayım: Efendim, kanun derken, 'her zamanda nümuneleri bulunan hükümler' demeyi azmediyorum. Sözgelimi: Yerçekimi bir kanundur değil mi? Evet. Peki neden? Çünkü yer her zamanda çeker. Ve her mekanda bu çekimden dolayı çekilen/düşen birşeyler bulunur. (Uzayda değilseniz tabii.) Ayağı kaydığı için havada uçmaya başlayanımız hiç olmamıştır. Hep düşülmüştür. Hep çekilinmiştir. İşte buna 'kanun' denir. Yani kanunlar sonuçları tekrarlanan hükümlerdir.

Saded harici girecek ama söylemeden geçemeyeceğim: Benim evrim konusundaki itirazlarım da hep bu noktadan kaynaklanır: 'Bilimsellik' dediğimiz bilgi alanının dayandığı 'sonuçların tekrarlanabilirliği' ilkesi evrimde bulunmaz. Yani, hangi şartlar bu katakulliyi tetikliyorsa, onların tesbit edilip laboratuvar ortamında tekrarlanmasıyla, bu evrim denen hakikati(!) görebilmemiz lazımdır. Peki bize gösterilen birşeyler var mıdır? Vardır. Ama bunlar hep tür içi çeşitlenmelerdir. Tür içi çeşitlenmelere hiçkimse itiraz etmez. Çünkü zaten şu dünyada kaç milyar insan varsa hiçbirinin yüzü, sesi, parmak izi, retina kalınlığı, DNA'sı, daha bilmem neleri neleri birebir birbirini tutmaz. Evet. Bu çeşitlenmedir. Haktır. Tekrarlanmaktadır. Her zamanda görülmektedir. Tamam. Fakat evrim hakkında asıl sorunumuz şudur: Bu türden tür içi çeşitlenmelerle türden türe atlamalar mümkün olabilir mi? Kardeşlerim, dostlarım, canlarım, bu konuda bencileyin derim ki:

Evrimciler gayba imanda müslümanlardan daha ileridedirler. Hatta dinlerinin haphalis mü'minidirler. Mesela: Müslümanlar, ayette buyrulduğu gibi, bahara bakıp tekrar dirilişin mümkünlüğüne kanaat getirirler. Nümunesini görüp, yani her baharda gerçekleşen tekrarı görüp, kanuna inanırlar. (Bu yerçekimine kıyasla havaya atılan şeylerin düşmesi gibidir.) Evrimciler ise türden türe evrime dair hiçbirşeyi tecrübe edemeden ona iman ederler. "Bak, Ahmed'in gözü kahverengiyken oğlu Mehmed'in gözü ela, o halde maymunun oğlu da insan, balinanın yavrusu da kerkenkele olabilir!" gibi, maymuna/balinaya bile hayretinden damağını şaklattıracak bir sonuca gelirler. Topraktan çıkardıkları havucu ısırıp, tadını da beğenip, yine topraktadır diye taşları salataya doğramaya başlarlar. Eh, herkesin imanı kendine, buna birşey demiyoruz. Diyemiyoruz. Afiyet olsun. An şartla ki 'bilimsellik' diye satılmasın. Biz bu salatayı yemiyoruz. Ne kadar lafla karılmış olsa da. Yazıktır. Günahtır. Dişlerimize acıyoruz.

Neyse, bu saded harici bahisten uzaklaşalım, asıl konumuz 'istiaze'ye gelelim. Efendim, istiaze, en özet ifadesiyle 'sığınmak'tır. 'Euzü' demekle kastettiğimiz, Allah'a sığınmak diye meallendirdiğimiz, hatta her işimize besmeleyle birlikte bidayet eylediğimiz birşeydir istiaze. Ancak, ahirzamanda maruz kalınan manevî yontulmayla birlikte, kelimelerin altlarını dolduran ruh da yitirildiğinden, kişioğlu/kızı için bazen 'istiaze' sadece 'euzü' demekten ibaret kalır. Daha nelerin nelerin o 'euzü'nün parçası olduğunu düşünmez. Ardına düşmez. Bilmez. Hatta, 'objektif bakış' veya 'bitarafane muhakeme' denilen janjanlı sûretlerle, günde belki yüz kere tekrarladığı bu söze (yani euzüye) ideolojik olarak karşı da çıkabilir. Evet. Buna da artık sıkça rastlıyoruz. İmanından şüphe etmediğimiz insanlar artık pek kolay sığınacakları yeri şaşırıyorlar. Daha doğrusu: Sığınmanın değil 'sığınmamanın' doğru olduğuna inanıyorlar.

Neden? Çünkü modern dünya onlara böyle söylüyor. Birşeyin hakikatini bulmak istiyorsan mutlaka objektif olmalısın. Taraf tutmamalısın. Ortada kalmalısın. Hımm. Acaba hakikaten öyle midir? Bakalım Â'râf sûresinin 200-201. ayetleri bu konuda neler buyuruyor: "Şeytandan sana bir kışkırtma geldiğinde Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi işiten, herşeyi bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, güzelce düşünürler ve gerçeği görecek hale gelirler." Görüldüğü gibi, çok kısa meallerini alıntıladığımız bu ayetlerde, hakikati bulmamız için bize emredilenler şunlardır: 1) Kışkırtmanın şeytandan olduğunu tayin etmek. 2) Allah'a sığınmak. 3) Onun herşeyi işiten-bilen olduğunu anımsamak. 4) Takvanın gerektirdiği sakınımlı tavrı/endişeyi kuşanmak. 5) Güzelce düşünmek. 6) Gerçeği görmek.

Farkettiğiniz üzere Hakîm Kitabımız bize hiç de objektif olmayı falan tavsiye etmiyor. Bilakis. Vesveseyle düşülen bir boşlukta sahiplenilecek ilk tutum hangi safta olduğunuzun tayini. Sözgelimi: "Ahiret var mı yok mu?" diye aklınıza bir şüphe geldi. Nerede duracaksınız? Modern dünya diyor ki: "Ne kesinlikle var de ne de yok de. Ortada dur. İki şık da mümkünmüş gibi bak." Kur'an bize buyuruyor ki: Eğer sana vahiyle/sünnetle iletilen bilgide vesveseye düşersen ortada bir yerde durma. 1) Hemen düşmanını hatırla. Bu itirazın nereden geldiğini düşün. Vesveseye karşı duruşunu netleştir. 2) Sonra da o düşmana karşı hangi safta durduğunu anımsa. Oraya koş. Sığın. 3) O safın sahibinin 'Semî' ve 'Alîm' isimlerini kalbine hatırlatarak cevap ümidini edin. Senden habersiz veya vesvesene karşı bilgi/cevap veremeyecek bir yere sığınmadın sen. Herşeyi işitene ve bilene sığındın. 4) Takvanın gereği olan endişeyi terketme. Onunla duruşunu sabitle. Dağılma. 5) Allah'ın tarafında olarak düşün. Düşünmeyi de boşlama. Tefekkürden korkma. 6) İslam'ın sana bildirdiği şeyin gerçek olduğunu gör. Ararsan elbette sana delilleri bağışlanacaktır. Bulacaksındır.

Çok mu bilimselliğe aykırı geldi bu tarz? Einstein'ın gücüne mi gitti? Newton mezarında ters mi döndü? Cık, cık, cık. Eh, yapacak birşey yok, İslam böyle. Biz Einstein'ın ilahlığına değil Allah'ın ilahlığına iman ettik. Dolayısıyla duruşumuz da bilimselliğin modern metodlarına göre değil Allah'ın emrettiğine göre olacaktır. Peki İslam'ın tefekküründe hiç mi objektiflik yoktur? Vardır efendim vardır. Ziyadesiyle vardır. Ancak bu bilgiyi kalbindeki taraftarlığı yitirmeden üretir İslam. Durduğu yeri yitirmeden üretir. Hak ile bâtılın ortasında mevhum bir yere sığınmadan üretir. Böylece saman alevi demagojiler ile savrulmaktan da kurtulur. Bu Ebu Bekir radyallahu anhtan bize miras kalan bir tutumdur: Biz evveliyetle "Bunu o mu söyledi?" diye sorarız. Bilginin ondan geldiğinden emin olursak da "O söylediyse doğrudur!" deriz. Bundan sonra da durduğumuz yerin delillerini bulur, görür, anlatırız. Elhamdülillah.

Belki başka yazılarda da bundan bahsettim: Farkettiğimde çok etkilendiğim birşeydir. Sözler'de 7 Basamak'la 7 Sema'nın izahını yapan Bediüzzaman, ilgili ayetlerin arkasında aslanlar gibi durarak, finalde şunu söyler: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..." Böyle dedikten sonra devamında da iki ayet anar. Ben yine kısacık meallerini alıntılayacağım: "Biz dahi etmeliyiz ve 'Şeytanların yanımda bulunmasından, ey Rabbim, sana sığınırım!' beraber demeliyiz. 'Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kati şekilde görünen hikmet Allah'ındır!'" İlginçtir. Bu bahsin hemen devamındaki bölüm 'bitarafane muhakeme'nin eleştirisiyle meşhur Hüccetü'l-Kur'an Ale'ş-Şeytan ve Hizbihî bahsidir. Başlarında yeralan birkaç cümle de şöyledir:

"(...) O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Hasılı: Arkadaşlar bu bahis tam da bir önceki bahsin finalinde dediği gibi 'kendi şeytanını recmet'medir. Hatta daha yukarı çıkarsak mezkûr ayetlerde öğretilen metodun tastamam uygulanmasıdır.

Elhamdülillah. Biz vahye muhatap olduk. Sünnette ittiba ettik. Bizim için artık 'hak' ve 'bâtıl' diye iki alan var. Bu alanlar yokmuş gibi davranamayız. 'Acaba'lara kapılamayız. Acabalara kapılanların kapılması da hakperestlikten değildir. Dinine yeniden müşteri oluyor demektir. Allah korusun. Bu, hüner değil, tuzağa düşmektir.

Ehl-i Sünnet ulemamızın ittifak ettiği bahisler de bizim için öyledir. Hakikattir. Bunlarda acabaya düşmeye başlayan bilsin ki sığınması gereken yeri şaşırmıştır. Yahut da şöyle demeli: O 'euzü' ne demek anlamamıştır. 'İstiaze sırrını' kavramamıştır. Her Kur'an'ı okumaya başlayışında söylemesi öğretilenin kendisine hayatta nasıl bir duruş kazandırdığını kuşatamamıştır. Şunu da söyleyelim: Elbette delil ararız/üretiriz. Soru da sorarız. Cevap da veririz. Ancak bunu kalbimizin durduğu yeri şaşırmadan yaparız. Yapmalıyız. Böylesi safını şaşırmışların bugünlerde düştükleri acayipliklere sıkça rastlıyorum. Şaşırıyorum. Üzülüyorum. Bazen de öfkeleniyorum. Ne diyelim? Ahirzamandır. Görülecek çok şey vardır. Nefsimizi kurtarmaya bakalım. Ümidimiz duamızdır. Allah istikametten ayırmasın. Âmin.

19 Ekim 2012 Cuma

Euzü’nün gör dediği...

“Kulun cüzî iradesini sarfettikten sonra Allah’ın onun kalbinde yaktığı bir nurdur” diyor Taftazanî Hazretleri iman için. Bediüzzaman 23. Söz’de bunu “intisap/bağlanmak” olarak tarif ediyor. (Allah ikisinden de razı olsun.) Tabii bu bağlanma, bireyin kendisini Allah’la irtibatlandırması yanında, varlığına şahid olduğu herşeyi de Onu (c.c.) hesaba katarak ele alması, yani Onun öznesi olduğu cümlelerle anlamlandırması noktasına varıyor. Bu noktada, ilk kez Prof. Dr. Faris Kaya’dan işittiğim latif bir gaflet tarifi de zikredilmeli belki: “Gaflet, Allah’ı (c.c.) hesaba katmadan kainata bakmaktır.” Belki küfrü de bu noktada gafletin şuurla ve inatla sürdürüldüğü bir mevkiye yerleştirebiliriz. Nihayetinde küfür de ‘örtmek’ demek. Peki örtülen ne? Bence Allah...

Gerek Taftazanî’nin, gerek Bediüzzaman’ın tariflerinde insanın aktif olduğu ilk adım süreci var. Yani ilk adımı insan atmak zorunda. İnsan, iradesini sarfetmeli ve Allah’ın kalbinde yakacağı nura bir nevi fiili bir duayla yalvarmalı diyor Taftazanî imanın şartı için. Bediüzzaman da imanın meydana gelmesi için kulun bağlanmaya niyet etmesini öngörüyor. Nihayetinde her ikisi de pasifize olmuş bir iradeden bahsetmiyorlar bize. Cebriye gibi değil. Aksiyoner bir yapının Allah’a bu aksiyonun içinde yalvardığı, Onun da rahmet ve keremiyle cevap verdiği bir süreç iman. Hem nurun yanışı, hem intisap... İkisi de birer olaydan ibaret değil, devam edegelen süreçlerden bahsediyorlar.

Bu noktada imanın kalplerde eskimesini bize ihtar eden hadis-i şerifi hatırlayalım. Taberanî’de naklolunan bu hadis, kulun Allah’tan imanının yenilenmesini istemesini de öğütlüyor. Demek ki, iman tek bir andan ibaret değil. Belki Bediüzzaman’ın dediği gibi bir hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar mertebeleri var. Toprağa tohumun atılmasıyla yani intisabıyla başlıyor herşey, evet bu doğru. Fakat bu intisap sadece başlangıç oluyor. Şuurla okuyup okutmak da var.

İbn Arabî’nin ve Fahreddin-i Razî’nin (Allah ikisinden de razı olsun) arasında geçen ve Bediüzzaman’ın İbn Arabî yanında durduğu “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” bahsi de belki bu açıdan bakınca daha anlaşılır. Varlığını bilmek ilk adım. Tohumu toprağa atmak. Fakat adımların sonu değil.

Kulun iradesini sarfetmesi gerek... Kulun değişmeye gönlü olmalı... Belki de bu nedenle Kur’an tilavetlerimiz hep şeytandan Allah’a sığınmakla başlıyor. Sığınmak bir kaçışın ifadesi. Bir değişim gönüllüsü olmanın davası. Bir irade sarfı... İnsanı değiştirmek ve yönünü tekrar fıtratına döndürmek için inmiş olan vahyi okumaya, “Allahım ben değişmek istiyorum”un ifadesi olan şeytandan sığınma ile başlamak ne kadar manidar! Ki o Kitab-ı Hakikat de kendi kelimelerinin okunmasını bu güzel şart ile kabul ediyor. Eğer Kur’an okuyacaksan, şeytandan Allaha sığınmalısın. Yani değişime/değişmeye gönüllü olmalısın. Değişmeyi kaçar gibi, sığınır gibi arzuyla istemelisin. Sende şeytanî ne varsa, onları bırakmaya, onlardan Allaha kaçmaya gönlün olmalı. Gönlün yoksa, bu kitabın başında da işin yok. Kelam vahiy de olsa sende tesir etmeyecek. Ebu Cehil’in önünde ay ikiye bölündü de ne oldu? Gözünde sorun varsa, ışığın şiddeti körlüğünü arttırır ancak.

Aslında her kitap için bu böyle. Hangi metni elinize alsanız, eğer onla değişmeye gönlünüz yoksa öğrendiğiniz yalnız malumat olur. İlim ise malumat cinsinden değildir. Hayata aksedendir. Kur’an’ı bize mürşid kılan da değişme talebimizdir. Yusuf aleyhisselam misali “Ben nefsimi temize çıkarmam” diyenler ancak o bal kasesinden yiyebilirler. “Ben olmuşum” diyenlerin euzü’den nasibi nedir ki, besmele’den nasibi olsun? Önce iradesini, sonra aczini itiraf eder insan euzü ile. “Değişmek istiyorum ama kendim yapamıyorum” der. Sonra Allah kerem kucağını açar ona; “Gel, yine de çekinme kulum. Ben Rahman ve Rahimim” diye. İşte intisap da budur, yanan nur da. Allah azze ve cellenin önünde ‘kendi gerçeğini’ itiraf eden, Allahı da özlediği, aradığı, âşığı olunacak Allah gibi bulur. Çünkü Allah kulunun zannı üzeredir.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...