Sorsanız, onlar bir kısmını gösteriyorlar, ötekiler diğer bir kısmını. Neredeyse izafî ve günün bakışaçısıyla beslenmiş/yönlendirilmiş bu teviller öyle bir noktaya geliyor ki; Risale-i Nur'dan bir anlam/duruş çıkarılmaya çalışılmıyor artık. O gün için 'kazandıran' anlayış/yorum Risale-i Nur'a dayatılıyor. Tevil memurlarına dönüşüyoruz. Bütünden habersiz, parça efendileri... Dün körkütük yanlış olan, bugün körkütük doğru haline gelebiliyor. Bir bakıyorsunuz, dün sizi 'siyasete fazla karışmakla' uyaran insanlar, bugün sizin uyarınıza 'Konjonktür gerektiriyor!' cevabını verebiliyorlar. Siyasi gazetesi olan, siyasi twitinize 'siyasileştiğiniz için' kızıyor.
Farklılıklar Allah'ın kanunudur. Elbette hiçbir zaman ulus-devletlerin (belki Kur'anî tabiriyle Firavunların denmeli) arzu ettiği şekilde tektip olmayacağız. Bazımıza o doğru gelecek, bazımıza şu. Fakat yine bazı 'bazılarımızın' bütünü temsil eden yanları da var. Mesela; içimizde öyle 'bazıları' var ki, onların yaptıkları veya söyledikleri geçmişten bugüne 'bütünün rengini verdiğini düşünüldüğünden' yani 'cüz değil cüzî olduklarına iman edildiğinden' daha fazla dikkat edilesi. Ağabeylerin konumunun Nurcular içindeki önemi bu.
Yani bir ağabey açıklama yaptığında, her ne kadar bu onun kendi beyanından/reyinden ibaretse de, genelde öyle anlaşılmaz. Onun duruşunun bir sembolik anlamı vardır çünkü. Kendisi bu sembolik anlamı reddetmediği, aksine hayatı boyunca sahiplendiği için bir nevi gayrıresmi sözcümüzdür. Bir ölçüde bizim adımıza konuşma yeteneğine sahiptir. Ve biz de, onların yaptığı kimi açıklamaları (genelde işimize gelenleri) sahiplenmeyi severiz. Bazı savunuruz, bazı eleştiririz, bazı onlar üzerinden münakaşa ederiz, bazı kendi ağabeyimizi ötekinin ağabeyine galip getirmeye çalışırız vs... Bunlar hep olan şeyler. Şaşılacak kelamlar etmediğim kanaatindeyim.
Teviller konusunda da çok kapalı devre düşünmüyorum. Evet; mezhepler, meslekler ve meşrepler arasındaki farklılıklar ehl-i sünnet çizgisi korunduğu sürece şeriat içre olduğu gibi; şeriatın ruhsat tanıdığı farklılıkların tamamı da Nurculuk içre olabilir. Nihayetinde Bediüzzaman da tektipçi zihniyette olmadığını beyanlarıyla ve yaşayışıyla göstermiştir. Kastamonu Lahikası'nda "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." derken 'çok sıkı tutmayınız' dediği nedir? Belki de bu meşveretin bağlayıcılığıdır. Herkesin bir meşrepte olmayışı ile bağlayıcılık/sıkmak üzerinde ters orantıyı gören Bediüzzaman, bu farklılıkları da kardeşlik içinde saymıştır. Buradaki kantarın iki topuzu vardır: 1) Meşveretin uzlaşma imkanı. 2) İki meşrebin uyuşmazlığı.
O yüzden ben bu farklılıkların gözetilmediği her 'bütün' açıklamasından rahatsız oluyorum. Bediüzzaman DP'ye açıktan oy vererek destek çıkmış mıdır? Evet. Şimdi ağabeylerin açıktan AK Parti'ye destek vermesi bununla tevil edilebilir mi? Zeminleri ve şartları tartışılabilir, ama evet. Fakat bu tevil hakkı, o tevili yapanlara bütünün ayağını/iradesini bağlama hakkını verebilir mi? Hayır.
Neden? Çünkü 'herkes bir meşrepte olmaz.' Ve Nurcuların bütüne dair yaptıkları açıklamalarda bile altını çizmeleri gereken ilk husus budur: Nurculuk bütünün bir renkte olduğu, oyların veya akılların ağabeylerin cebinde/iradesinde olduğu bir sistem değildir. ('Zaman tarikat zamanı değil' demeden çok önce, Münazarat'ta manaca söylediği birşeydir Bediüzzaman'ın: 'Zaman aşiret zamanı da değildir.') Akıllar ağaların ceplerinde ilelebed kalamaz. Bir açıklama yapacaklarında ağabeyler, özellikle de böyle birey iradesiyle ilgili meselelerde ve şeriatın farklı hareket etmeye cevaz verdiği hususlarda, yaptıkları açıklamanın bütünü bağlamadığını ve bağlayamayacağını, kişisel düşünceleri olduğunu belirtmelidirler.
Abdullah b. Ömer'e (Allah ondan razı olsun) aktarılan şöyle bir olay okumuştum yıllar önce: Abdullah b. Ömer'in tavır ve davranışları o kadar çok sünnet-i seniyyeyi yansıtırmış ki, insanlar onun yaptığı her davranışı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakının bir parçası görerek/okuyarak taklit ederlermiş. Bir gün saçlarını kestirdiğinde halkın arasında şöyle nida etmiş: "Ey insanlar, bu yaptığım sünnetten değildir, fakat saçlarım çok rahatsızlık veriyordu."
Şimdi bizim ağabeylerden de öncelikle beklediğimiz bu. Bir makamda, bir ünvanla ve birşeyleri temsil ederek konuşuyorsunuz. Cüz değil, cüzîsiniz. Sizden çıkan ses bütünün sesinden haber veriyor sanılıyor. Hem içeride, hem dışarıda. Üstelik sesinizin taklitçisi de çok. Sizdeki bir davranış sizden sonrakilerin delili oluyor. Nurculuğa montajlanıyor. Kanunlarınızın tazkiyatı altında kalan fertlerin zarar görmemesi için onların varlığını gözetmek, hatırlatmak, korumak öncelikle sizin göreviniz. Ve eğer duruşunuz bütünün sahip olduğu tek duruşu, mecbur olduğu duruşu ifade etmiyorsa, bunun da altını çizerek caddenin kübra kalmasına çalışmalısınız. Yoksa her açıklamanızda o cadde daralır. İçine sığamayanlar sizin yorumuzu kübranın sınırı sanıp caddeye küser.
İkincisi; pekçok farklı yorum ve tevil yapabilmekle birlikte, şunu hiçbir Nurcu reddetmez kabul ediyorum: Nurcuların olmasa bile Nurculuğun siyasetle teması asgarî tutulmalıdır. "Hiç olmamalıdır!" demiyorum bakın. Bunu hiçbir zaman başaramadık. Hep bir temasımız oldu ve belki olmalı da. Çünkü mesleğimiz ve meşrebimiz toplumsal hayatı dışlamayı gerektirmiyor. Toplumsal olan da bir şekilde siyasete temas etmek zorunda. Nihayetinde mağaralarda yaşamıyor Nurcular. Hal böyle olunca siyasete temas etmeleri, haberdar olmaları ve bir tavır takınmaları kaçınılmaz. Sabahtan akşama kadar birbirimizi 'Siyasete karışma!' şeklinde uyarsak da en tepeten ayak ucuna kadar karışıyoruz ve karışacağız, bu değişmiyor. Öyleyse asgarî müştereklerde buluşalım.
Nurcuların olmasa bile (bu çok nadir fertlerde bir meziyet) Nurculuğun siyasetle teması asgarî olmalı. Yani zaruret gerektirmedikçe "Nurcular şu siyasi partiyi destekliyor!" tarzı birşeye uzanmamalı bu iş. 17 Aralık süreci, taraflardan birisi de Nurculukla ilintili olduğu için, belki böyle bir ayrım noktasında bizi mecbur kıldı. Hem meşru idare tehlikedeydi ve korumak dinin/dinin gereği olan hürriyetin yararınaydı. Onlar gibi düşünmediğimizi ve öyle olmadığımızı açıkça beyan ettik. Bizi temsil eder konumda olanlar da beyan ettiler. Amenna! Fakat şu önümüzdeki seçimler için böyle bir zaruret var mı? Nurculuğun kendisini ifade etmesine mecbur ederek bir güçlük görünüyor mu? Ben öyle birşey göremiyorum. Hatta ağabeyler böyle bir beyanatta bulunmasalar kimse dönüp onlara ne düşündüklerini sormayacaktı bile. Çünkü herkesin durduğu yer belli. Oyunu vereceği yeri seçmiş. Hele Nurcular düzeyinde zaten iradeler yeterince net. İsteyen istediğine 'iradesine perdeleyen bir sis olmadan' verecek. Nurculuğun da ağabeyler diliyle bir irade beyan etmesine gerek var mıydı?
Kaldı ki; bu irade beyanında hiçbir çerçeve de çizilmemiş. Yani "Bu siyasi kuruma desteğimiz şu şu şu çerçevede hareket ettiği için ve böyle hareket ettiği sürece devam edecektir. Ve önümüzdeki dönemde de yine şunları şunları yapmasını talep ediyoruz..." tarzı hiçbir sınırlamaya sahip değil. Mutlak, körkütük bir destek gibi duruyor. Amaçsız, nedensiz, gereksiz. İnce hesaplara çok kafam basmıyor ama; Demirelcilikten yeterince çekmedik mi ki, yoğurdu üfleyerek yiyemiyoruz hâlâ? Bu noktada Lahikalar'a dikkat edelim. Bediüzzaman'ın DP'ye verdiği desteklere hep talepler/çerçeve tayinleri eşlik etmiyor mu? Hep tavsiyeler, hayra ve İslam'a yönlendirmeler bulunmuyor mu? En azından desteğin 'şartlara bağlı olduğunu' daha çok hissettirmek gerekmez mi?
Üçüncüsü; bu konu hakkında daha evvel de yazdım, Nurcuların siyaseti etkilemek için siyasete böyle kenardan müdahil olmasına gerek yok. Ehl-i Beyt'in siyaset dışı fakat kemalde duruşunun Emevileri şeriatın sınırlarında kalmaya zorlaması gibi bir duruşa sahip olmamız lazım bizim. Ehl-i Beyt mesleği dediği Üstadın biraz da bu. Siyasete karışmadan ama siyasetin kendini ona göre düzeltmeye mecbur olduğu bir kıyas ölçüsü. Ümmet için bir doğru referansı. Biz bu olmaya çalışmalıyız. Zira dinî ve toplumsal sorunların 'ancak siyaset kurumuyla ve topuzuyla' çözülebileceği ehl-i sünnet âlimlerinin ve dolayısıyla Bediüzzaman'ın kanaati değildir. Ne İmam-ı Azam'ın kadılığa ihtiyacı olmuştur ne de Bediüzzaman'ın şark umumî vaizliğine. Devletler, hükümetler ancak 'gölge etmezler' ve hayrı gözetirler.
"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."
Benim endişelerim buralardan besleniyor ve siyasete ayar verecek güvenli bir mesafenin her zaman korunması gerektiğini düşünüyorum. Bütünleşmek, karışmak, karıştırılmak tehlikelidir. Gülencilerin hali ortadadır. Hangi partiye oy verirse versin, onu uyarabilecek ve vazifesinin siyasilere gaz vermek değil ayar vermek; onların o sorunlu ('ekserce müttaki olmaz'lı), yani günaha müsait alanda yoldan çıkmalarını merhametle engellemeye çalışmak olduğunu bilmeli Nurcular. Nurcular başaramasa bile Nurculuk... Nurculuk bizim ferdî hatalarımızdan mahfuz kalmalı. Bu korunmanın en büyük sorumluluğu da benim gibi cemaatsizliği evvelden beyan etmişlere değil, sözleri Nurculuğun sözü sayılanlara düşüyor. Allah, bizi istikametten ve merhametten ayırmasın. Amin.