Ülfet, bilmediğini farketmemendir. Gaflet, bilmediğini bilmemendir. Küfür, bildiğini sanmandır. Hayret, bilmediğini farketmendir. İman, bilmediğini kabullenmendir. Tefekkür, bilmediğini bilmeye çalışmandır. Marifet, asla tam bilmeyeceğini bilmendir...
Yolculuğumu böyle tarif ediyorum. Bunların tamamı hayatımdaki aşamalar. Aşıp geçtiğim değil, her an yaşıyor olduğum aşamalar.
İrademin katık olduğu bir küfrü arkamda bıraksam da mesela; haberi bile olmayan bir gafleti arkamda bırakabildiğimden emin değilim. Ülfetse; küçük küçük, an an, her zaman hayatımda. O yüzden Kur’an’da ne zaman bu terimlere rastlasam, alınıyorum. İnsan, her zaman insan. Cennete girdiğinde bile. Ki imtihanımız bize bu dersi vererek başlıyor.
Yine böyle bir yolculuğun neticesi; ilk kez, Kısa Sûrelerin Sınırsız Dünyaları’nı okurken farkettiğim birşey. Hüsran isimli yazıda, Asr sûresini ‘hak ve sabır’ düzleminde okurken Metin Karabaşoğlu abi, birşeye dikkatimizi çekiyor:
“Hem, bu tavsiyenin yalnızca ‘hakkı tavsiye’ noktasında olması da yetmiyor. Bize hakkın tavsiye edilmesine ihtiyacımız olabilir, kardeşimize hakkı tavsiye etmemiz gerekiyor olabilir; ama sadece bu düzeyde bir tavsiye, belki tavsiye edilen hak sayesinde ‘zihinsel’ kilitlenmeyi aşmamıza yardımcı olurken, bu hakikati görmüşlükten bu kez bir öfke ve hınç üretmek sûretiyle yahut kendi iç dünyamızı bu hak muvacehesinde yeniden biçimlendirmeye çalışırken aceleci davranıp ye’se kapı aralamak sûretiyle bizi duygusal bir kilitlenmeye sürükleyebilir. O yüzden, ‘tavsiyeleşme’ sadece hakkın tavsiyesi ile sınırlı değildir. Tavsiye edilen, bu hakkın tatbikinde ‘sabırlı’ olmaktır; yani, birbirine hem hakkı, hem de sabrı tavsiye etmektir.”
Ne tuhaf! Belki o sûreyi bin kez okumuşumdur. (Belki daha da fazla.) “Neden o iki tavsiyeleşme yanyana?” diye sormak hiç aklıma gelmedi. İşte bu farkediş; ülfetin/gafletin dağılıp, hayretin başladığı noktadır: Sorulamayanları sormaya başlama... Yetinmeyip yenilerini keşfe çıkma. Hiç bitmeyen ve bitmeyesi bir açlık. Ancak cebinde soruları olanların, rüyasını beğenmeyenlerin yaşayacağı birşeydir uyanış. Dinginlerin, memnunların, karnı tokların, bilenlerin, bildiğini sananların işi değildir. Bilmediğini bilmekle başlar marifet.
Ben de bu yazıyı okuduktan sonra, Asr sûresinin son ayetlerini—ezber ettiğim günden beri taşımadığım bir idrak ile— taşımaya başladım zihnimde. Metin abinin altını çizdiği şeyin yansımalarını da gördüm hayatımda, daha ötesini de... Hatta onun keşfettiği ‘hakkın tavsiyesine sabır tavsiyesi katık olmalı’ hikmetine ek; ‘sabrın tavsiyesine de hakkın tahlili katık olmalı’ diyebilir bir noktaya geldim. Sonra, Risale-i Nur’a da baktım bu sorular eşliğinde. O nazenin güzel, dikkatime bedel, bana bu güzel yüzünü de gösterdi sanki.
Hz. Eyyub’un kıssasındaki bizi, bizdeki Hz. Eyyub’u anlatan 2. Lem’a’dan başlayın ta Hastalar Risalesi’ne, oradan İhtiyarlar Risalesi ve daha nicelerine kadar... Hepsinde aslında şunu görüyordunuz: Bediüzzaman her nerede insanlara sabrı tavsiye ediyorsa, önce hakkı anlatıyordu. Ancak bunun sonrasında onun üzerine bir sabır mantığı bina ediyordu.
Örneğin daha 2. Lem’a’da musibetlerin hakikatini (veya hakikatte musibetlerin ne olduğunu) anlatan Bediüzzaman, ancak 4. Nükte’den sonra doğrudan bir sabır eğitimine başlıyordu. Orada bile yaptığı; “Allah’ın emridir. Sabretmek lazımdır...” şeklinde, ‘mış gibi’liği öğütleyen kuru bir tembihten ibaret değildi. Aklın ve nefsin de ikna olacağı şekilde, kâr ve zarar denklemi içinde sabrın gerekliliğini izah ediyordu. Hastalar ve İhtiyarlar risaleleri ise bu tedrisin cisimleşmiş şekilleriydi adeta.
Sadede geleyim: Bediüzaman’ın bu türden tahlillerinin tamamının aslında Asr sûresinin son ayetlerinin bir tefsirini içerdiğini düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın, metin itibariyle bir tefsir değil bu; üslûb itibariyle bir tefsir. Oradan bir mana değil, bir yöntem çıkarıyor Bediüzzaman. O yöntemin bendeki ifadesi ise sanki şudur:
“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”
Sabrın mantığını içselleştirmeden, sabrı öğrenmiş(!) insanların daha sonra dünya onlara kollarını açtığında (veya hiç beklemedikleri bir musibete uğradıklarında) yaşadıkları savrulma; ‘hakkın’ üzerinde yeterince çalışılmadığında sabrın tasannudan ibaret kaldığını göstermektedir. Ve yine benzer şekilde; hakkı söylemeye korkan, ama sabrı tavsiyede gayretli olan zümrelerin; sabrı, ‘hakkın arkasında durma sebatı’ olarak algılamamaları; yani menfaatleri/rahatları için esnemeye ve hakikati esnetmeye yollar aramaları; sabrın yalnız olmaması, yanına mutlaka hakkın da katık olması gerektiğini göstermektedir.
Öyleyse tefekkür, bize, biraz da imanın diğer öğelerini ‘içselleştirme aracı’ olarak lazımdır. Tahkik mesleği de aslında budur: Hakkı tavsiyeleşme ve onu içselleştirme...