Başarı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Başarı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2022 Pazar

'Toplumsal cinsiyet eşitliği' değil 'karma ağıl yasası'dır

"Firavun, 'Biz onların oğullarını sürekli öldürüp kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!' dedi." (A'râf sûresi, 127)

İslam, bölgelerini ayırmakla, kadını erkeğin tasallutundan korumuştur. İslam, yine bölgelerini ayırmakla, erkeği kadının tasallutundan korumuştur. İslam'da erkek 'kadın eli sıkmamayı' hakaret hissiyle seçmez. Yani kadını 'dokunulmayacak kadar aşağı bir yaratık' olarak gördüğünden eylemez bunu. Bilakis 'bölgesine saygı duyulacak birisi' şeklinde tanımladığı için böyle davranır. Nitekim, şu hürmetle törede, 'yabancısı kadının yüzüne dikkatle bakan erkek' kınanır olmuştur. Yere bakarak konuşanlar erdemli görülmüştür. Hatırlarım ki, çocukluğumun Sivas'ında, büyüklerimiz bazı abilerimizi şu şekilde medhederlerdi: "Kimsenin eşiğinden içeriye bakmaz." Bu bir mertlik-yiğitlik alametiydi. Güzel ahlak belirtisiydi. Yine bir keresinde de şöyle sena edildiğini işitmiştim bir kadının: "Bir ordu erkeğin içine bıraksan namusuna baktırmaz."

Batı (me)deniyeti mahremiyeti 'dokunmak'la başlatıyor. Âmiyane tabirle: "Göster ama elletme!" diyor. Bu tutarsızlığı yüzünden taciz-tecavüz davalarının bini bir para. Bizde de vaktiyle 'baktırmamakla-bakmamakla' başlayıp 'yabancısıyla yalnız kalmamakla' devam eden bir medeniyet vardı. Çitleri daha gerideydi. Ve kesinlikle daha çok işe yarıyordu. Zemini İslam fıkhıydı. Bu fıkıh 'kadına namusunda iftira atmayı' en büyük günahlardan sayıyordu. Başka bir sınırı da nikahtı. Zinayı feci cezalandırıyordu. Dahası da var: Hatlar hiçbir şekilde karışsın istemiyordu. Akıllar bulansın arzulamıyordu. Kimlikler çorbalaşsın hazzetmiyordu. Erkeği erkekken kadını da kadınken beğeniyordu. Kurda keçiliği, keçiye kurtluğu, özendirmiyordu. Ne bölgelerin fazla içli-dışlı (laçka) olmasına taraftı da ne de kimliklerin. Siz de buradan bir marifete erişiyordunuz: Âlemleri yaratan Hüda, yaratışta koyduğu farkları, yaşayışta da istiyor. Yani kendisiyle çelişmiyor. Zaten bizim Allahımız kendisiyle çelişmekten münezzehtir.

Her ne yapsa büyük resmi görerek yaptığı için hem kadının hem erkeğin mağduriyetlerine şifa sunuyordu bu yasa. Fakat modern insan Allah'ın koyduğu sınırları sevmez. Neden? Çünkü vehminde kendisi bir ilah olmuştur. İlah olduğuna karar verdiği için de mahlukatın hukukunu yeniden düzenler. Herşeyi yaratanın ilmine, ihatasına, hikmetine, kudretine sahip değilmiş, ne gam! Hiçbirşey bilmeyenin gururuna sahiptir ya. Böylece kurtla keçi için 'karma ağıl' yasasını yürürlüğe koyar. Sabahları yerlerde kan mı görülüyor? Peh. Kurtların kurtluğundandır efendim. Keçilerin de keçiliğindendir. Keçileri koruyacak müeyyideler koyalım. Yetmezse ağırlaştıralım. Öyle ki kurdu kurtluktan usandıralım. Hem keçiye de kurtluk aşılayalım. Kurtlar keçiliğe özensin. Keçiler de kurtluğa başlasın. Toplumsal tırtıyet eşitliği olsun. İki taraf da tırtlaşsın. "Yahu bunları aynı ağılda barındırmasak?" Olmaz. Zinhar. Kat'a. Orada hata yaptığımızı kabul edersek ilahlıkta haksız çıktığımızı da kabul etmiş oluruz. Yeniden kulluğun kapısını çalmak işimize gelir mi?

Modern insan toplumsal huzurundan vazgeçer de uluhiyet iddiasından vazgeçmez. Aksi sezilir korkusuyla bir de 'karma ağıl yasası'nın en doğru birşey olduğuna çiftlikteki herkesi ikna eder. Hâkim söylem haline getirir. Bunda öyle bir zirveye de erişilir ki, keçiler, aynı ağılda barınmak istemeyen kurtlardan şikayetçi olurlar. Eşitlik isterler. Sakınanı görürlerse çağdışı ilan ederler. Gözünü yummak da yok. Budlarını ağızlarına uzatırlar. Etlerini gözlerine getirirler. Eh, peki, tamam. Lakin sabahları kan görünce öfkeleri yine kurtlaradır. Şu kurtlar, bu kadar kurt olmasalar, ne güzel bir ağılda yaşanılır. "Bir ağılda yaşamasak?" O değildir aranılan arkadaşım. Dedim ya: Bunu sorgulayamazsınız. Bunu sorgulamak demek Fâtır-ı Hakîm'in fıtrat yasasına dönmek demek. Halbuki modern insan 'yaratıcının yasayıcı de olacağı' düşüncesini çoktan aştı.

Dedik ya: İslam, bölgelerini ayırmakla, hem kadını hem erkeği birbirlerinin tasallutundan korumuştur. Evet. Mesela: Mahremiyet sınırı sayesinde birçok meslekte hem kadın hem erkek kategorilerinin oluşmasını sağlamıştır. "Nasıl?" Hekime mi gideceksiniz? Mahremiyet var. Elbette mümkün mertebe hemcinsinizi tercih edeceksiniz. Bu tercihiniz onların da varolmalarını sağlayacak. Terziye mi ihtiyacınız var? Öğretmen mi arıyorsunuz? Elbette talebinizi takvanız şekillendirecek. Böylelikle hem kadın hem erkek meslek erbabı yetişmiş olacak. Yani piyasa diliyle söylersek: Fıkhın talebi meşrunun arzını belirleyecek. Hem de öyle belirleyecek ki: Kimse kimsenin alanına giremeyecek. Bir erkek "Ben de kadınlarla ilgilenmek istiyorum!" diyemeyecek. Bir kadın "Ben de erkek hastalara bakacağım!" söyleyemeyecek. Bu ciddi bir koruma/destekleme değil midir? "İslam kadınları engelliyor!" diyenler bu ayrımın sağladığı katkıyı görmezler mi?

Görmezler. Çünkü onlar kurda keçiyi ısırtmak, keçiye kurdu boynuzlatmak, hâsılı, "Her ne olursa mümkün mertebe duvarsızından ayarlansın!" istemek durumundadırlar. Tekrar geri dönmek geçmiş bütün adımları sorgulamaya açacak çünkü. Küresel ısınma, çevre felaketleri, ozon delinmesi, buzul erimesi, dünya savaşları, salgınlar, açlıklar... Bunları idare ediyor kendince. Fakat şu son dosyayı artık kaldıramaz. "Kadın-erkek sınırlarını kaldırmakla da hata ettim!" diyemez. 

Sana yazarken aklıma geldi arkadaşım: Şimdilerde, ABD'de, erkekliğinde başarısız bir yüzücünün, fıtratını boşverip, kadınlar kategorisinde altın madalya kazanmasını tartışıyorlar. İlginçtir. Başka konularda 'karışmayı' talep edenler bu defa da 'karıştırılmamayı' arzuluyorlar. Zira bu şekilde kazanan kalabilmeleri mümkün görünmüyor. Yeni bir tasallut türü kadınlar için yaklaşıyor yani senin anlayacağın. Sonradan kadınlar, önceden kadın olanlara, önceden varolmayan sorunlar çıkarıyorlar. (Buradan anla ki: Sonradan erkekler de, önceden erkeklere, önceden varolmayan sorunlar çıkarabilirler.) Bediüzzaman yine haklı çıkıyor gibi geliyor bana.  Ne söylediğini elbette hatırlarsın: "Erkekler, hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Demek bir ağıla boca edilince keçilerle kurtların gerilim yaşaması kaçınılmaz.

10 Nisan 2018 Salı

Kimse kötülüğü anmakla iyi olmaz

Cenab-ı Hak, birşeyin varolmasını murad ettiğinde 'Ol!' der, o da oluverir. İsrafil efendimiz (a.s.) haşrin baharı geldiğinde bizi sûrla çağırır. Yağmur muhtaçlarına gürleyerek seslenir. Nebiler hakka sözle davet eder. Ezan namaz için çağrıdır. Ağlamak bebeklerin duasıdır. Nasihat iyilikleri diriltir. Üç harfliler anıldıkları yerlere gelir. Dilek maksuda kavuşturur. Bütün bunların bize fısıldadığı bir hakikat vardır. Çağırmak ile yaratılış arasında bir ilişki vardır. Dilemek ile yaratış arasında bir ilgi vardır. Anmak ile yaratılmak arasında bir alaka vardır. Varolanlar esasında hep yokluktan varlığa çağrılıdır. Sahipleri onlara emreder. Onlar da bu emre istisnasız itaat ederler.

Hatta bu noktada denilebilir ki: Zikrullahın dünyamıza eylediği de budur. İnsan, zikrullah vesilesiyle, dünyasında varolmasını (veya diri kalmasını) dilediği manaları çağırır. Anmakla ister. Çağrı cüzî iradenin küllî iradeye el açmasıdır. Tekrarı iradenin duada sebatıdır.

Hatırlamak manaların suyudur. Sulandıkça sağ kalırlar. Yâd edildikçe uzarlar. Hem Aleyhissalatuvesselam da buyurmuştur: İman kelime-i tevhidin zikriyle yenilenir. Bir annenin kaybolan yavrusunu inleye inleye çağırması gibi, mü'min de, hayata onlarla tutunabileceği manaların gönlüne akmasını ister. Ayrılık bitirir. Çünkü, Kur'an'da da buyrulduğu üzere, kalpler ancak Allah'ı zikretmekle tatmin olur.

Demek dilimizle büyük işler yapıyoruz aslında. Bütün bir gün konuştuklarımız, sadece ilgilendiğimiz şeyleri değil, çağırdığımız şeyleri de ifade ediyor. Hatta bugün kişisel gelişim kitapları dahi böyle tavsiyelerde bulunuyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Başaracağım!' deyin." Veya psikoloji kitapları şöyle öneriyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Ben mutluyum!' deyin." Müslümanlar da sünnet-i seniyye ile kendilerine taşınan mübarek kelimeleri/manaları okumakla benzeri birşey yapıyorlar. Herşeyi işitir bir Allah'a işitmeyi en çok sevdiği isimleriyle (yani Esmaü'l-Hüsna'sıyla) sesleniyorlar.

Mürşidim bir yerde diyor: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; 'Ben de varım!' derler." Sanırım tam da bu noktada durup kendimize sormamız gerekiyor: "Şu ağzımızdaki dille kime sesleniyoruz? Kalbimizle kimi çağırıyoruz? Aklımızla neyin yaratılmasını diliyoruz?" Ve hatta ilerisi: "Gün içinde yerli-yersiz anarak, bahsederek, zikrederek nelerin varlığına varlık katıyoruz?"

Evet. Bunu sormamız gerekiyor. Zira bugünlerde kötülüğü anmakla iyi olmak birbirlerine karıştırılıyor. Ne demek bu? Eleştirdiğim şu aslında: Medyada bir şekilde yer bulmuş her kem hâdiseyi tırnaklayıp, "İşte insanlık bu hale geldi!" paylaşımı yapanlar, aslında o kötülüğün giderimine dönük bir varlık sergilemiyorlar. Aksine, sesleriyle onun varlığına varlık katıyorlar, daha çok yerde duyulmasını sağlıyorlar. Bu da bulaşıcı çirkinliğin yayılmasını sağlıyor. Bedenini büyütüyor. Nasıl ki, üç harfliler anıldıkları yere geliyor, kötülük de sık anıldığı yere doğru meylediyor.

Allah'ın Settar ism-i şerifini bir de bu açıdan düşün arkadaşım. Bu ismin üzerinde rahmetin gölgesi var. Cenab-ı Hak, hem Settar olup ayıplarımızı örtmekle, hem de ahlak olarak bunu özendirmekle vücudunun yayılmasına yardım ettiğimiz kötülükleri küçültmeyi ders veriyor. Yani: Bir müslüman, kardeşinin ayıbını örtmekle bir iyilikte bulunmuş olmuyor sadece, başkalarına sirayet edebilecek bir yaranın büyümesini de engelliyor. Zira her duyulan öğreniliyor. Her sık duyulan ise normalleşiyor. Kötülüklerin bilinmesini, yayılmasını ve normalleşmesini engellemek ise, onları anmakla değil, vücudunu azaltmaya çalışmakla mümkün.

Peki o zaman nehy-i ani'l-münker nedir? Bence şudur: Biz kötülükten sakındırmayı dahi o kötülüğün vücudunu azaltmak için yaparız. Azaltabilirse yaparız. Attırdığını düşündüğümüz yerde tevakkuf ederiz. Setrederiz. Fasık-ı mütecahirin gıybetinin caiz olması da aslında onun kötülüğünü durdurmak içindir. Azaltmak içindir. Ancak bu niyetle geçerlidir. Daha çirkefleşecek durumlarda refleksimiz 'ateşi körüklemek' üzere değil 'söndürmek' üzeredir.

O halde, insan, ömrünü önüne alıp şöyle bir bakmalı: Neler çağrılmış? Neler dualanmış? Neler anılmış? Neler istenmiş? Neler sulanmış? Neler büyütülmüş? Neler beslenmiş? Her çağrılan şu veya bu şekilde dünyamızda varolmaya başlayacak çünkü. Seslerimiz gelecek vücudları etkileyecek. Çağrılarımız manaları diriltecek. Kırk gün 'kötü' dediğimiz kötü olacak. Kırk gün 'iyi' dediğimiz iyileşecek. Bedduamız dahi, varolmasına uygun şartlar bulamazsa ötemizde, dönüp bizde varolacak. Ben de kendime "Artık dikkat et!" diyorum arkadaşım. Suya bir taş attığında dalgaların nerede duracağını bilemezsin. En iyisi kötülerinden az at. Kötülüğü az yap. Kötülerini az an. Yoksa yoketmeye çalıştığının varlık sebebine dönüşebilirsin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...