Cevap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cevap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2016 Cuma

Çocuklar neden sorar?

Yeğenim dokuz yaşına geldi. Eskisi gibi kucaklamamıza, öpmemize veya sarılmamıza müsaade etmiyor. Bütün bunlar ancak onun içinden de gelirse ve izni dairesinde olabiliyor artık. Bir şekilde anlaşmalısınız. Anlaşabilirseniz, ki bu daha çok kazan-kazan tarzı bir vaadle mümkün olabiliyor, o zaman beyzadeden bir busecik almakla (artık yanaktan da yok, ancak başından öpebilirsiniz) şereflenebilirsiniz.

Pekçok huyu değişti. Mesela eskisi gibi kolay kandırılmıyor. Ona söylediklerimin hangisinin şaka olabileceğini veya hangilerinin kendisini gaza getirmek için söylenmiş olduğunu (her an tetikte bir şekilde) sınıyor. Daha uzun cümleler kuruyor. Açıklarımızı yüzümüze vurmaya hazır. Kendisini savunmayı öğrendi. Sadece ağlayarak değil, bir mantık çerçevesinde deliller de sunarak (ama çocukça bir mantık bu) karşı koyabiliyor. Ah, bir de, söylemeden geçemeyeceğim, eli çok ağırlaştı. Artık şakayla da olsa vurmalı oyun oynanmıyor. Vurduğu yeri morartıyor. Benim şakalarımı anlasa da 'şakacıktan vurmak' denen şeyi kendisi anlayabilmiş değil.

Birşeyi aynı sadece: Soruları. İçerik itibariyle elbette büyük değişimler var. Mesela eskiden yağmurun nasıl yağdığını tekrar tekrar anlattırırdı. Şimdi karadelikler, yanardağlar ve dinazorlar ilgi alanları. Galiba bizim için sıradanlaşanlar, onun için de sıradanlaşmaya başladı. Bu bir yönüyle kötü haber. Ama güneşin doğuşu bizim de gözümüze 'harika' görünmeyeli epey zaman oldu. Alıştık. Bunun ona da olmamasını bekleyemezdim. Süreç onda da işledi. Artık sadece her an karşısına çıkmayacak olanları sıradışı buluyor. Yağmur cazibesini kaybetti. Bulutlar ve kuşlar da öyle.

Yalnız hakkını vermeliyim: Soru sayısında hiçbir azalma yok. Geçmişte bu soruları meraktan sorduğunu sanıyordum. Şimdi tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Çocukların soruları, galiba biraz da bizim çok bilmişliğimizin eseri. Küçükken onların meraklarına cevap vermek bir büyüklük kibri veya bir yol göstericilik şehveti sağlıyordu bize. Bu yeniyetme cahillerin yanında kendimizi âlim sanıyorduk. Sordular, cevap verdik. Sordular, cevap verdik ve bu soru-cevap faslından büyük keyif aldığımızı da onlara gösterdik. Kendilerini bizim sevgimize ve ilgimize muhtaç gören bu sevgi pıtırcıkları da iletişim kanalı olarak onu seçtiler.

Bence bir çocuk çok soru soruyorsa, biraz da büyükleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymasındandır. Çünkü dikkat ediyorum: Çoğu kez daha evvel aldıkları cevapları unutmuş gibi yapıp tekrar soruyorlar. Yeğenimle yaptığım bir iki sınamada anladım. Mesela; bir çizgifilm karakterinin ismini aylardan sonra tekrar sorduğunda, ben farklı birşey söyleyince uyarmadan edemedi: "Ama o zaman başka söylemiştin. Yalan mı söylemiştin?" Demek unutmamıştı. Ama yine de benden tekrar duymak istiyordu. Bunu görmemin ardından yeğenime 'onun konuştuğu zamanlar mutlu olduğum bir dünyayı' değil, 'onun sorup benim cevap verdiğim bir dünyayı' ideal bir dünya gibi gösterdiğimi anladım.

Aksini yapsam merakı ve soruları tükenir miydi? Tükenmezdi elbette. Merak insanın üzerine yaratıldığı şey. Öğrenmenin kapısı. Fakat bugünlerde ona yorum yaptırmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen birşeyi bana sorduğunda "Sence nasıl olmuştur?" diyorum. O zaman dakikalarca anlatıyor kafasındakileri. Sonra ben de benimkileri anlatıyorum. Bazen ikisini de, hatta bazen halalarından öğrendiklerini de defterine yazdırıyor. Beni yıldırması birşey değil de inşaallah kendisi yılmaz. Çünkü nihayetinde her soru bir duadır. Allah, ilmi, cevaplar suretinde yaratır. Bu masumların duaları kabule bizimkilerden daha yakın. Hem Zübeyir Tercan abi bir sunumu sırasında şuna yakın birşey dememiş miydi: "Allah, bize, cevaplamamız gereken soruları çocuklar üzerinden gönderiyor."

24 Temmuz 2015 Cuma

Emre Dorman nereye koşuyor 12: Objektif olayım derken karşı tarafa geçmek...

"Bâtıla çokça nazar etmek, kalpte hak marifetini söndürür." İbrahim b. Edhem (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeylere çokça kulak vermek, kalpteki taat lezzetini söndürür." Abdullah b. Hubeyk (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir." Bediüzzaman Said Nursî, Hakikat Çekirdekleri'nden.

Bazıları da Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi modernistlerin ateistlere verdikleri fen/felsefe karıştırmış cevaplarına; termodinamikten Newton yasalarına, oradan ver elini kuantuma atlayan argümanlarına hasta oluyorlar. Fakat şunu unutuyorlar: Cevap vermek empati işidir... İster istemez, cevap veren, kendisini 'soranın' yerine koyar. En azından soruya cevap aradığı/bulduğu ve bu cevabı ilettiği süre boyunca bir empati yaşamak zorundadır. Sadece şüpheyi irdelerken lazım olmaz bu ona. O şüpheye dair bulduğu argümanları düzenlerken de empatiye ihtiyaç duyar. Kendisini muhatabın yerine koyarak, onun anlayabileceği şekilde ve kabul edebileceği delillerle izah edebilmek de cevap verenin sorumluluğundadır. Bu açıdan, cevap vermek, insanın kendilik kalesini terkettiği bir zaman dilimidir denilebilir. Yani her cevap veriş, biraz 'öteki olmaktır' bir yönüyle. Sadece dilce değil, bakış açısıyla ve metotça da bir başkalaşma.

Mesela; çocuğa verdiğiniz cevapla, büyüğe verdiğiniz cevap aynı olmaz. Yine dinî bir konuda müslümana verdiğiniz cevapla hristiyana veya ateiste verdiğiniz cevap da aynı argümanları içermez. (Birisinde ortak bir kitap olarak kainattan örnek vermeye mecburken, diğerinde kainat ve bir kısım kutsalları, ötekinde ise artı olarak İslamî kaynakları kullanabilirsiniz.) Çünkü; "İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır." Muhatabınızın anlayacağı ortak kavramlar/delilleri yakalamaya çalışırsınız mümkün mertebe. Bu da sizi kendinizi terketmeye zorlar. Bu terkediş şöyle izah edilebilir: Normalde o soruya dair sizde farklı argümanlarla birçok izah vardır. O izahlara bağlı bir yakîn vardır. Birisi zayıfsa ötekisi kuvvetlidir ve zayıflar kuvvetli olandan (veya yekûnun cesametinden) kuvvet alır vs... Her izahın da kendine özgü bir delili vardır. O delillerin tamamının sizde geçerliliği vardır. Ancak muhatabın o delillerden hepsine yakınlığı yoktur. Bu yüzden kabul edebileceği delillerle idare eder, gerisini geride bırakırsınız. Unutmaz veya inkar etmezsiniz, sadece 'şimdilik' kendinize saklarsınız.

"Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz'iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır. Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları gayet lâtif ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın."

Bu tıpkı yabancı bir dilde konuşurken kendi dilinizdeki kavramları ve kelimeleri terketmek zorunda kalmanız gibidir. Cenab-ı Hak da kullarıyla muhatap olurken, değil muhtaç olduğundan, fazlından dolayı tenezzül etmiştir. Yani bizim seviyemize inmiştir. Kendisine ve marifetine dair argümanları insanların anlayabileceği/görebileceği örneklerden seçmiştir. Bu, o örneklerin basitliğine değil, bizim zihnimizin ve fehmimizin basitliğine işaret eder. Harflerin 'bize göre' basit olması, mesajın basitliği anlamına gelmez. Yoksa o örnekler de büyük hakikatlerin uçlarıdır ve insanlığın fehmi arttıkça bize söyleyecekleri daha birçok şey vardır. Bediüzzaman'ın zamanın ihtiyarlamasıyla Kur'an'ın gençleşmesi arasında kurduğu doğru orantı, murad-ı ilahîyi anlamak noktasında değil; murad-ı ilahînin üzerinden bize ulaştığı kelamın yüceliğini/derinliğini daha iyi anlamak noktasındadır. Yoksa murad-ı ilahînin ne olduğunu sahabe, tabiin, tebe-i tabiin olmak üzere bütün selef-i salihîn açıklıkla anlamışlardır. Ve bu idrakin pâk mirası nesilden nesile ümmet içinde taşınmıştır.

Soru ve empati arasındaki ilişkiye geri dönelim. Diyelim ki: Siz bir kimyager veya fizikçisiniz. Sizin kendi ilim dalınızda bir delil yönteminiz var ve ismi deney. Yani siz "Kimyada şu oluyor..." veya "Fizikte şu var..." derken bunu sahada uygulamayla da gösterebiliyorsunuz. Fakat karşınızda bir matematikçi olduğunu düşünün. Onun da kendisine göre bir delil yöntemi var. Onun için iki kere ikinin dört olması deneysel değil, işlemsel/formülsel birşey. Denklemle sınıyor herşeyi. Ve kimyanın/fiziğin ispat metotlarını anlayamıyor. (Edebiyat gibi, müzik gibi, resim gibi sanatları daha katmadık bile.) Yahut da diyelim ki: Bu matematikçi sizden çok uzak bir şehirde yaşıyor. Ona, deney sonucu ulaştığınız bilgiyi ileteceksiniz. Bunu nasıl yaparsınız? Onun anlayacağı bir dile, yani formüllere dökerek değil mi?

İşte 'filanca atomla filanca atomdan oluşma bir karışım, şu ısıya kadar ısıtılınca ve şu kadar zaman geçince böyle olmaktadır...'ı çeşitli formüllerle yazar ve gönderirsiniz. Ki zaten genelde kitabî bilgi böyle şeylerle taşınır. Bugün bizim okullarımızda da fizik ve kimya deneyden ziyade formüldür. Yerçekimi, kaldırma kuvveti veya moment bizim için sınavda çıkacak formüllü sorulardan ibarettir. Hiçbirimiz makaralarla ilgili bir soruya makara sistemi kurarak cevap vermeyiz. Fakat gün gelip mühendis olursak veya öğrendiğimiz o formülün pratiğinin gerektiği bir işte çalışırsak, artık diğer isbat yoluna dönmüş oluruz. Ve bakarız: Hakikaten öyle mi oluyor? Hakikaten o yoğunlukta bir sıvı, bu kadar kütlede birşeyi, o kadar mı kaldırıyor? Yer bu kadar mı çekiyor?

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlûp olur ki, bîtarafâne muhakeme denilen munsıfâne münazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez. Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir."

Ben; Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi, Abdulaziz Bayındır gibi, Yaşar Nuri Öztürk gibi modernistlerin sorunlarından birisinin de bu olduğunu düşünüyorum. Sapıttıkları noktanın böylesi bir empatiyi 'objektiflik/tarafsızlık' kisvesinde içselleştirme olduğu kanaatindeyim. Hatta bundan yüzyıllar önce, İslam coğrafyasının felsefeyle en çok haşir neşir olduğu zamanlarda ortaya çıkan Mutezile'nin de böylesi bir etkilenmişlikte olduğu düşüncesindeyim. Mutezile, her ne kadar murad-ı ilahîyi aramaktaki samimiyetiyle bugünün modernistlerine beş bassa da, etkilenmişlik noktasında benzerlikleri vardır. Örneğin; bu mezhebin önderlerinden birçoğunun, başka din mensuplarıyla yaptıkları münazaralarla binlerce kişinin İslamiyete girmesine vesile oldukları anlatılır. Ancak Mihne Olayı diye bilinen Kur'an'ın mahlukiyeti tartışmaları da bu cedelciliğin bir sonucudur. (Ki Ahmed b. Hanbel Hazretleri gibi daha niceleri bu sürecin mağdurudur.) Âl-i İmran sûresinde geçen ve Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın kelimesi olarak zikreden ifadeden hareketle hristiyanların sorduğu: "Siz Allah'ın kelamına ezelî diyorsunuz. Sizin kelamınızda İsa da Allah'ın kelimesi olarak geçiyor. Eğer Allah'ın kelimesiyse, İsa da ezelîdir. Dolayısıyla mahluk değildir. O da bir ilahtır!" tarzı bir soruya ehl-i sünnetin çizgisinde yaklaşmamış, kelam-ı ilahîye de (yani Kur'an'a da) 'mahluktur' diyebilme cüreti göstermiştir. Bu sapmanın ardından yaşanılanlar ise tarih kitaplarında kayıtlıdır.

İşte modernistlerin de yaşadığı bir açıdan buna benzer bir durumdur. Yani soruya cevap bulayım derken hakikatten olma... Kendi dinî miraslarının sahip olduğu delil türleri ve özellikle naklî deliller; seküler ilim erbabı ve seküler modern dünya karşısında 'geçerli' görünmeyince, delillerini savunup (veya Kâfirûn sûresinde buyrulduğu gibi; 'sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyerek) kendileri kalmak yerine, delili inkâr edip objektiflik adına karşı tarafa geçmeyi kabul etmişlerdir. (Yani objektifliği karşı tarafın ilkelerini de kabul etmek olarak anlamışlardır.) Bediüzzaman özeleştirel bir metninde bu tehlikeye de dikkat çeker:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

Nitekim yine bu zümrenin hadisler hakkında duyduğu şüpheler, hadis ilminin kıstasları konusunda usûl yönüyle buldukları hatalardan değil (zaten ne yerine koyabilecekleri ne yeni bir usûlleri ne de bu konuda tefekkürleri vardır) bilakis naklî bilginin nasıl bir delil oluşturabileceğini anlayamayışlarındandır. Yine bir naklî delil olan Kur'an-ı Hakîm'i reddetmeyişleri ise onu bükebilme konusunda daha rahat tavır takınabilmelerindedir. Yani aslında Kur'an onlar için dediği sorgulanmayacak bir vahiy değil, üzerine konuşulabilecek bir akıl yürütme aygıtıdır. İstenirse kırk kere fikir değiştirilir aynı metin üzerinde. (Nitekim Ebubekir Sifil Hoca, böyle fikir değiştirmelere Yaşar Nuri Öztürk örneği üzerinden Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler kitabında dikkat çeker.) Diğer din müntesiplerinin günümüzde kendi dinî metinlerine gösterdikleri saygıdan fazlasını göstermezler ona... Ama diğer dinlerde 'hadis' diye birşeyin olmayışı, hadisi koyacak yer bulmakta zorlanmalarına neden olmaktadır.

Sorulara karşı dikkatli olunmalıdır. Sorulara 'tarafsız' muamelesi yapılmamalıdır. Çünkü muhatabınız sizden cevap beklerken aslında sizi yönetiyor/yönlendiriyor olabilir. Her soruya, soruyu sorgulamadan cevap vermenin veya objektiflik adına 'bitarafane muhakemenin' bazen 'taraf-ı muhalifi iltizam' olabileceğine dair Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri ne kadar da anlamlıdır:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Yine bu sadetten, bir moderniste (Mustafa Öztürk) cevaben kaleme aldığı Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı (Rıhle Kitap) isimli eserinde merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca şunları söyler:

"Bir mümin, akademisyen de olsa, Allah, Allah'ın sıfatları ve cümleden olarak Allah'ın kelamı konularında objektif olamaz. Objektif olma iddiası taşırsa mümin olamaz. Çünkü bu konular 'iman' ile alakalıdır ve imanla alakalı her konunun işte böyle bir karakteri vardır. Yani teslimiyet, hem de tam bir teslimiyet gerektirir. Eleştirel düşünce, ancak teslimiyet sınırlarının dışındaki alanlar için geçerlidir."

Yani dostlar, bence esas sorun hadis ilminde falan değil, bu arkadaşların Batı medeniyeti karşısında hissettikleri eziklikle aşağıdan bir savunma yapmalarında. Rüştlerini ispat etmek için çok kasılmalarında. Kâfirûn sûresinin musırrane emrettiği gibi; 'Sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyememelerinde. Kendilerini muhatabı iknaya mecbur bilmelerinde. Bu aşağıdan savunma sırasında onların anlayacağı argümanları bulup kullanmaya çalışırken, durduğu yeri şaşırıp, onlar gibi olmalarında. Herşeye onlar gibi bakmaya başlamalarında... Bu insanların aynı zamanda menkıbe türü dinî kıssalar/hikayeler konusunda takıntılı olmaları tesadüf değil. Bunlar, modern zaman insanlarından daha üst/güvenilir insanların tarihin bir yerinde varolduğuna inanamıyorlar. Bunu kabullenmek seküler kıstaslara göre mümkün görünmüyor. Yalan sözden kaçınmak noktasında sahabe, tabiin, tebe-i tabiin kadar hassaslaşmış; 'bineğini, elinde yem varmış gibi kandırıyor' diye o kişiden hadis almaktan vazgeçen böylesi insanlar onlar için Marvel karakterlerinden bile daha inanılmaz duruyor. Teslimiyetlerini yitiriyorlar böylece... Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar."

16 Nisan 2015 Perşembe

Sorusu sorgulanmamış cevap yanlıştır

Hucurât sûresinin 6. ayetinde, kısa bir mealiyle, buyruluyor ki arkadaşım: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” İşte ben de bu yazıda, şu muazzez ayetin anlam katmanlarından birisini, “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla anlatacağım. Tevfik yine Hüda’dandır. Hidayetimizi Ondan dileyelim.

Bir kapı lazım şimdi. Şuna ne dersin: Cevap sualden başlar. Sual de cevabın başıdır hem. Nasıl? Onun da haritası şöyle: Cevap vermek bir açıdan da ‘kabul etmek’tir. Yani muhatabının sorusunu ‘soru’ olarak benimsemek, endişesinde hakvermek ve ‘ona göre’ arayışa girmektir. Bu zeminde cevap veren ister-istemez ‘soruya katılan’ olur. Onunla kalıplanır. Onunla dualanır. Duygulanır. Mesaiye girişir. İddiasına, şüphesine veya karşılık geldiği boşluğa katılınmayan soruya cevap aranılmaz. Cevap vermek aynı zamanda bir kapılmadır/aldırmadır senin anlayacağın arkadaşım. Ancak önemsediğine cevap vermekten keyif alır insan.

Kendi yarasına da merhem çalmaktadır zira cevap verirken. Bu ‘merhem çalma’dan kasıt nedir? Cehlin yarasına tedavidir. Birşeyler öğrenmedir. Kur’an sormayı öğrettiği için de rahmettir. Ve yanıtları öğrenmek şifadır. Peki cevap veren sualden nasıl öğrenir? el-Cevap: Cevap veren de sail sayesinde soruyu öğrenir. Öyle sormayı öğrenir. Öğrenme de, bulmadan önce, aramadır zira. Peşine düşüp kurcalamadır. Üzerine tasalanmadır. Tefekkürle dualanmaktır. Ve muallim kendisine yeni bir dua öğreten her soruya teşekkür eder. Hiç sorusu olmamışlar neye cevap bulabilir? Bu sadedden, Bediüzzaman’ın da talebelerinden gelen bazı soruları ‘ehemmiyetli’ veya ‘mühim’gibi tavsifatla andıktan sonra, cevapladığına şahit oluruz. Belli ki o sorular mürşidimi de heyecanlandırmıştır. Hatta mezkûr perspektiften ‘birinci talebem’ dediği Hulusi ağabeyin yeri hikmetle pırıldar. Çünkü Mektubat’ın epey kısmı onun sorularına cevap sadedinde yazılmıştır.

O zaman, yalnızca cevaplarımıza değil, sorulara da dikkat etmemiz gerek. Niçin? Bir soruyu kabullendiğimizde/kuşandığımızda o sorunun bakış açısını da kabulleniyoruz/kuşanıyoruz zira. Evet. Soruyu sorana, dayandığı zemine ve şüphenin içeriğine dair bir onayın ardından cevap ameliyesi başlıyor. Bu nedenle yanıt arayışı, arkadaşım, sorunun sıhhatine dair bir sorgulamayla başlamalıdır önce. Sorunun makul bir telaşa işaret ettiğini anladığımız zaman cevap vermek haklı olur. Tuzaklı sorulara karşı tetikte olmak üstlerine atlamaktan erdemlidir.

Özellikle İmam-ı Malik rahimehullaha dair aktarılan kimi menkıbeler, böylesi meselelerde, nasıl sağlam bir tavır içinde olduğunu anlatırlar bize. Mesela: Uzaklardan gelen bir elçinin yirmi sualinden ancak birkaçına cevap verdiğinde, elçi mızmızlanır, “Geri döndüğümde insanlara ne derim?” diye sorar. Hazret-i İmam, tutumundan gayet emin, şöyle cevap verir: “Onlara ‘Malik bu işin altından kalkamadı’ de!”

“İki komşu düşünün. Biri ahlaksız ve namussuz. Bu sayede mal ve mülk sahibi oluyor. Rahat bir hayat yaşıyor. Şimdi fakir olan diğer komşu kendisine şu soruyu soruyor: Neden onun hayat standartları bende yok? Bu soruyu sorduğu andan itibaren modernizmin kıskacına düşmüş demektir. Çünkü o andan itibaren değerler sistemi, hedefi ve kaygısı değişmiştir. Öncelemesi gereken ‘ahlaklılık ve namusluluk’ mudur, yoksa zenginlik ve konfor mu? İslam dünyası ikinciyi öncelediği için yanlış başladı. Oysa bizim kimliğimiz onu dışlama üzerine kuruludur.”

Ebubekir Sifil Hoca, Sözü Müstakim Kılmak’ta, İslam modernizminin coğrafyamızda nasıl başladığını izah ederken şunun altını özellikle çiziyor: “Modernizm, oryantalizmin İslam’ın önüne koyduğu sorular üzerindeki zihnî mesai ile başladı.” Yani İslam’ı artniyetli bir analize tâbi tutan oryantalistlerin ortaya koydukları maksatlı, hileli, çarpıtıcı sorular hiç sorgulanmadan, eşliklerinde başlayan bir ismetsiz tefekkür, bir hak veriş; cevap verenlerin bir kısmını hidayetten etti. Mahalle değiştirtti. Cevap verelim derken maşa oldular. Çünkü, en başta da söylediğimiz gibi, cevap vermek bir yönüyle kabul etmekti. Bulanmaktı. Kalıplanmaktı. Yönlendirilmekti.

“Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.”

Ben Bediüzzaman’ın Eski Said dönemine dair yaptığı eleştirilerde de bunun kokusunu alıyorum bazen. Geride bırakmaya çalıştığının biraz da bu olduğunu seziyorum. Elbette Bediüzzaman’ın modernistlerin düştüğü hiçbir hataya düştüğüne rastlamıyoruz metinlerinde. “Muhatabım Ziya Paşa değil Avrupa meftunlarıdır...” dediği noktadan hiç kıpırdamıyor. Ama mesela kendisini eleştirmek noktasında bazen şöyle şeyler söylüyor:

“Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.”

Aslı Mesnevî-i Nuriye’de Zühre Risalesi olan, 17. Lem’a’da da Notalar sûretinde bulunan bu bahis boyunca Bediüzzaman, tıpkı yukarıda önemine dikkat çektiğimizi meseleye dokunur gibi, sürekli soruların sıhhatini masaya yatırıyor. Bid’akâr algıların zeminini yokluyor. Misal: Altıncı Nota’da kafirlerin çokluğu-ittifakları üzerinden geliştirilebilecek “Onlarda da haklılık yok mu?” tarzındaki bir suali, “Elbette bunda da bir hakikat var!” şeklinde değil, çokluklarının niteliksizliği ve ittifaklarının mahiyetinin çürüklüğü üzerinden yanıtlıyor. (Daha sonra bu duruşunu 20. Lem’a’da genişçe ifade edecektir.) Yani soruya, dayattığı algı üzerinden değil, zemininin hakikatsizliğini ifşa ederek cevap veriyor.

Buna emsal, Risale-i Nur’un daha pekçok yerinde, soruya cevap verilmeden önce ‘ne denli sıhhatli olduğu sınanarak’ cevap verildiğini görüyoruz: “Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.”

Bunun başka bir cihetini de İshak Özgel Hoca, Alternatif Bakış’a konuk olduğunda, anlatmıştı. Risale-i Nur’un bilimsel tefsirlerden farkını şöyle belirtmişti: Bediüzzaman, Kur’an’ın i’cazını ispat ederken, o gün için ulaşılmış bilimsel teorilerden/verilerden ziyade, vahyin istimal ettiği gibi, her zaman şahid olduğumuz olayları tercih ediyor. Çünkü o teoriler/veriler, bilim tedricen geliştiği için, yenileri elde edildiğinde eskimeye mahkûmdurlar. Böyle tefsirler yazanların eserleri de bu yanlışlanmadan/eskimeden ister-istemez yara alır. Bediüzzaman ise, her zaman tekrar eden ve herkesin şahid olduğu olayları kullanarak, eserinin eskimesinden büyük ölçüde korunuyor. Yanlış kalıplardan kurtuluyor.

Yani, özetlersem, üzerimize üzerimize gelen sorular karşısında iki önceliğimiz var arkadaşım: 1) Soruların dayandığını mantığı sorgulamak. 2) Soruların dayandığı verileri sorgulamak. Özellikle içimizden gibi görünen ehl-i bid’a/modernist taifenin soruları karşısında bu refleksi korumamız gerekiyor. Evet. Bediüzzaman’ın eserlerinde bize en çok öğrettiği şeylerden birisi bu bence: Modern zamanın sorularını da sorgulamalıyız. Ve bu da beni alıp yazının en başına götürüyor: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” Öyle ya. Fâsıkların haberleri yalnızca cevaplarla yayılmıyor ki. Sorular üzerinden de yayılan yanlışlar var. Yanlış soruya doğru cevap verilmez. İşte onlardan birisi: Müslümanlar neden geri kaldı? Bu soruya şöyle cevap vermeye başlamamız lazım: Müslümanlar sahiden geri kaldı mı?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...