Fight Clup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fight Clup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mayıs 2014 Salı

Fight Club’ın gör dediği

Bizim neslimizin hiç Büyük Buhranı ya da Dünya Savaşı olmadı. Televizyonlar tarafından milyoner, sinema tanrısı, rock yıldızı olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama bunların hiçbirisi olmayacağız ve bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Ve çok, çok kızgınız."

Fight Clup filminden…


Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı deney, bireyin ‘grubun kanaatine’ ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Yedi kişinin bir masanın etrafında oturduğu, karşıdaki tahtaya ise dört çizginin çekildiği deneyde; orta uzunlukta bir A ve hedef çizgisi, kısa bir B çizgisi ve uzun bir C çizgisi bulunuyordu. Soru şuydu: “Hangisi hedef çizgisiyle aynı boyda?” Siz gönül rahatlığıyla A cevabını vermeye hazırlanırken diğer altı kişi sizden önce davranıyor ve C diyordu.

Asch deneyi göstermişti ki; böylesi bir durumda, deneklerin yüzde yetmişdördü, kendi kanaatini terkedip grubun kanaatini seçmişti. Yüzde yirmisekizi ise birçok denemede bile grubun kararından ayrılmamıştı. Fakat bu deneyle ilgili ilginç bir ayrıntı daha var: 1980’lerde tekrarlanan deney tamamiyle başka sonuçlar veriyor. "Ben" Nesli isimli kitabın yazarı Dr. Jean M. Twenge göre netice bu: “Artık kimse, grupla uyum sağlamayı düşünmüyordu.”

"Ben" Nesli biraz da Amerikan toplumunun değişen yapısı ve bunun nedenleri üzerine teoriler üreten bir kitap. Değişen paradigmaları ve sonuçlarını saptamaya çalışıyor. (Elbette saha çalışmaları da yaparak.) Yazarın en büyük keşfi ise şu: “Sonuçlar bana, toplumsal onaya karşı azalan gereksinimin yaygın olduğunu söylüyor. 9 yaşındaki çocuklar bile bu akımın özelliklerini taşıyor…” Bir açıdan bakıldığında, elbette bu iyi birşey. Fakat yazarın ciddi endişeleri de var. Bu serbestilerini ‘topluma rağmen vicdanını dinlemek’ olarak değil ‘kendinden başkasını önemsememe’ şeklinde teşhis ediyor. Gizli bir narsizmin özsaygı ve özgüven kavramları içinde Ben Nesline aşılandığını düşünüyor. Bunu ifade etmek için yine bu neslin bir şarkısının meşhur sözlerini alıntılıyor: “Kendinize olan sevginiz, ‘ilk aşkınız’ olmalı.”

1970’lerden sonra doğum kontrol yöntemlerinin artması, kürtajın çoğu eyalette yasallaşması, Amerika’nın hiçbir büyük kriz ve savaş yaşamaması, ailelerin her zaman ‘istenen bebeklere’ sahip olmasını sağlamış. İstenen bebeklere sahip olan aileler, çocuklarına yüksek miktarda özsaygı aşılaması yapıyorlar: “Diğer bir deyişle; kendinizden memnun olmanız, iyi bir iş çıkarmanızdan daha önemlidir. (…) Koşulsuz onaylama, davranış biçiminiz ya da birşey öğrenip öğrenmediğiniz dikkate alınmadan kendinizden memnun olmanız anlamına gelir.”

Bunun, büyüdükleri dönemde, gençlerde yaptığı en büyük zayiat, gerçek hayatla yüzleştiklerinde ‘birer harika’ olmadıklarını farketmeleriyle meydana geliyor. Bu neslin gençleri eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, kolay motive olamayan çalışanlara dönüşüyorlar. “Eğer bir çocuk hiçbir şey yapmadan kendini mükemmel bulacaksa neden birşey yapsın ki? Temeli olmayan özsaygı çalışkanlığı değil, tembelliği teşvik ediyor.”

İstedikleri herşey olabilecekleri söylenerek büyütülen bu çocuklar; istedikleri şey olamayacaklarını, çünkü bunun için emek ve yetenek gibi öğelerin yanısıra başka etkenlere de sahip olmanın gerektiğini anlayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. “Çok fazla seçeneği olan bir dünyaya adım atıyoruz ve çok küçük yaşlarda depresyona giriyoruz.” Ben Neslinin kendilerine yapılan nasihatlere karşı genel tavrı bu: “Bütün yaşamları boyunca kendilerine çok özel oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor.”

Bencilleşme, gelecek endişesi, intihara temayül, bağlanma korkusu, şiddete meyil, sinizm, eğlence dışındaki herşeye karşı ilgisizlik, agnostizm, bugünü için ebeveyni suçlama ve ebeveyne karşı şiddet, okul arkadaşlarına yönelik şiddet, hayalcilik gibi birçok dışavurumu olan bu durum; aslında amaçsızlaşmadan ziyade, bireyin tek yaşam amacını ‘kendisini gerçekleştirmekten’ ibaret görmesi sorunu. (Fakat kendisi nedir?) Yazar bu noktada bir tedavi yöntemi olarak bireyin kendisi dışında amaçlara yönelmesini öğütlüyor: “Yine bu kadar önemli olan bir diğer konu da pek çok insanın kaybettiğini farkettiği ‘hayatın anlamını’ keşfetmesi. Bu boşluk, çoğunlukla insanın sadece kendisine odaklanmasından kaynaklanıyor.”

Bu kısım bana nedense Bediüzzaman’ın “Gaye-i hayâl olmazsa, veyahut nisyan veya tenâsi edilse; ezhan enelere dönüp, etrâfında gezerler…” tesbitini hatırlattı. Sanıyorum Ben Neslinin en büyük problemi bu: Hayatın merkezinde kendisinin olduğu telkini ile yetiştirilmesi. “Amerika’da yetişen bir neslin bizimle ne alakası var?” demeyin, kitapta bu zihniyetin aşılandığı kültürel öğeler olarak zikredilen dizi ve filmlerin tamamı Türkiye’de de gösterilmiş veya gösterimde olan şeyler. Bahsettiği ‘özgüven’ merkezli kitapların çoğu dilimize de tercüme edilmiş ve çok satanlar listesine girmiş durumda. Bu açıdan, Amerika bizim uzağımız değil; lümme-i şeytaniyemiz gibi. Dünyaya oradan fısıldanan şeyler iletişim çağında bütün bedene yayılıyor.

Kitaptaki verilere göre Amerika’daki agnostik sayısını geçmiş nesle göre iki katına çıkaran, intiharları katlayan, depresyonu zirveye çıkaran bu dalga, belki bütün gücüyle Türkiye’ye girmemiş olabilir; fakat yine de benmerkezciliğin yükseldiği, bireyin kendisi dışında herşeye yönelik ilgisinin azaldığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız. Geçmişin nasihatleri manasıyla değil, ama uslûbuyla geride kaldı. Her nesil, kendi zamanının çocuğudur ve ona göre bir dil geliştirilmesi lazımdır. Bu noktada KAGEM ile SETA’ın birlikte organize ettiği “Gençlik Forumu Aidiyet, Dönüşüm, Gelecek” konulu panelde açılış konuşması yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in; “Bugünkü gençlik, bir nesil öncesinin dünyasını kendisi için dar görüyor. Bunu dikkate alarak yeni bir dil ve üslup üzerinde çalışmalıyız!” tesbiti çok kıymetliydi.

Bu yeni dil ihtiyacının altını yıllar önce çizen ve paradigmaların artık değiştiğinden haber veren Metin Karabaşoğlu’na ait “Değişen Paradigmalar ve Risale-i Nur” isimli makaleyi de okumanızı tavsiye ederim. Aynı eksenden bakınca çok şeyler söyleyebilir.

Bitirirken, kendimize bir çuvaldızı: Dünyada komünizm tehlikesi diye bir tehlikenin kalmadığı bir çağda, hâlâ “Türkiye’de komünizm tehlikesini Risale-i Nur engelledi!” sloganıyla yapılacak bir tebliğin, gençlere tesir edebilir ne yanı var? SSCB’nin yıkılışını bile görmemiş bir nesil büyüdü artık. Yeni bir dil geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Risaleler, bu noktada çalışırsak, bize, yeni dilin metodunu da kazandıracak zenginliğe sahip. Ama çalışırsak…

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...